“Duâ üç şekilde yapılır.” dedi salkım söğüt, “Kabul edilmemiş bir duânın gölgesinde akıp gitmekteyim hep…” diye dertlenen dervişe:
“Söz ile, hâl ile, istîdâda ittibâ ile... En makbul duâ budur. Söz ile edilen duâ, hâl veya istîdâda ittibâ ile desteklenmelidir.”
“Duânız olmasa…” demi geçer bir zaman, artık “Dışa bakmam ben, içe bakarım!” demidir, orada yalnız susulur; kalben bile istekte bulunmak, lokmaya mânîdir orada…
“Ud’ûnî: Bana duâ edin!” (Bkz: el-Mü’min, 60) emrine imtisâlen isteme mevsimine dek, menzilin “İhtiyacım sana ayândır!” durağı olacak…
“Sus!” dedi dilime, hâmuuuşşş[1]… Bir şey isteme, bir şey dileme, nefsin hiçbir istediği olmayacak gayrı!.. Bundan sonra kâl ile değil, hâl ile dua edeceksin; hâline de istîdadını eş edeceksin.
1- Kâl dili: İhtiyaç duyduğun, ihtiyaç olarak gördüğün şeyi bizzat isteyeceksin. Yakınlığın alâmetidir bu… “Ben yakınım, duâ edene icabet ederim.” (Bkz: el-Bakara, 186) buyrulmuştur. Ayakkabının bağını dahî isteyeceksin burada...
2- Hâl dili: Gerçekten ihtiyaç duyacaksın, verilecek. Verilen her şeyin de ihtiyacın olan şey olduğunu bileceksin orada…
3-İstîdat dili: Sahip olduğun vasıflar ve yaratılış gâyen, duândır aynı zamanda... Ona göre yaşarsan tevfik ve inâyet ile ihtiyaç duyduğun şartlar hususunda ikram görürsün.
Bu durumda insan, Cenâb-ı Hakk’a güvenmek ve O’nu beğenmek, O’ndan râzı olmak hâline bürünmeli, hamd hâlinde olmalı...
* * *
“-Hamd bir iksir olmalı.” dedi, benim de aklım… “Kalbe dolmalı dâim, içe ve dışa yansıyan tesirleri, neticeleri var çünkü…”
“-Öyledir.” dedi Mesnevî, “Hamd ehli âriflere bak, bunu anlamak için… Elleri, ayakları şâhit hamdlerine… Baharın gelişine hamd eden bahçe, nasıl yemyeşil olursa, gerçek hamd hâli olunca canlanır, dirilir insan… İçinde Allâh’ın arzının genişliği, dışında «Bir teşekkür dahî istemeyiz!»in[2] esnekliği, istiğnâsı olur.”
Biri, sırtında bir hırkayla çıkageldi uzaktan, dostları yolculuktan sordular. Dedi ki:
“-Yolculuk çok bereketli ve ferah geçti... Çünkü halife, bana nimetler verdi, ona yüzlerce hamd ü senâlar olsun!”
Öyle şükürler ediyordu ki, sînesinden taşıyordu sözleri… Dostları dayanamadılar:
“-Şu perişan hâlin, yalanına şâhitlik ediyor. Bedenin çıplak, başın açık, yüzün yanık! Bu şükrü bir yerden çalmışsın yahut birinden öğrenmişsin. Hani başında, ayağında halifeye teşekkür ve hamd ü senâlarının işareti? Dilin ona övgüler düzüyor, ama organların şikâyet ediyor. Halifenin onca cömertliğinden senin payına bir ayakkabıyla bir kıyafet düşmedi mi?”
Dedi ki:
“-Onun verdiklerini bağışladım ben… Gönlümü alma hususunda halifenin bir kusuru yok. Onun verdiği nimetleri, yetimlere, yoksullara dağıttım, çünkü zâhidim ben.”
“-Mübarek olsun!” dediler, “Mal gitti hadi, peki içinden çıkan şu kara duman neyin nesi? Senin içinde diken gibi yüz rızâsızlık var, hüzün sevincin işareti olabilir mi hiç? Olup bitene dâir söylediklerin doğruysa «aşk, vecd ve rızâ»nın belirtisi hani? Varsayalım mal gitti, peki nerede zühdünün işareti, ey ekşi suratlı? Senden eğri sözün kokusu geliyor.”
“-Sus, sus! İyiliğin yüz işareti olur: Zühd ile mal terk edilir, ama insanın içinde yüz hayat doğar. Hakk’ın toprağına temiz bir tohum ekersin de bitmez olur mu hiç? O’nun bahçesinde başak bitmeyecekse, «Allâh’ın arzı geniştir.»[3] ne demek olur? Bu fânî toprak verimsiz değilken Hakk’ın toprağı nasıl verimsiz olur? Hâşâ, o geniştir. O toprakta ürün verimlidir, 1’e en az 700 verir.”
“-Hamd ediyorsun. Peki, hani nerede sende hamd edenlerin alâmeti? Ne dışında bir iz var, ne de içinde…”
“-Ârifin Allâh’a hamd ve senâsı, elbette sâdıktır. Çünkü onun hamdine eli, ayağı şâhitlik eder. O, nefsinin karanlık kuyusundan çıkmış, dünya zindanından kurtulmuştur... Kıyafeti takvâ kumaşından, içi ise nûrla sarılıp sarmalanmıştır. Omzunda da hamd âyetinde[4] bir heybe olur. Bu fânî dünyadan geçer, gül bahçesinde ırmak kıyısında oturur. Himmetinin cinsinden bir tahta kurulur. Makamı ise, sıdk makamıdır. Orada bulunan bütün sâdıklar neşe içindedir, yüzleri ışıl ışıldır. Hamdleri gül bahçesinin bahara hamd edişi gibidir, bu hamdlerin nice belirtisi, nasıl büyük bir coşkusu vardır!.. Bahçenin hamdine pınarlar, ağaçlar, çiçekler şâhittir. Her yanda binlerce güzel yüzlü şâhit… Her biri şâhitlikte istiridyedeki inci...” (Mesnevî, 4/1735-75)
* * *
Omzumda bir kuş, aman uçmasın diye nefes bile almıyorum. Değil öksürmek; bir vesvese, hatta ilham gelse, “Sus!” diye elimi ağzıma götürüyorum.
“-İşte…” dedi dostum Mesnevî, “Seni susturan o devlet kuşu, «hayranlık»tır. Tencerenin kapağını kapatır, bir güzel pişirir seni…” (Mesnevî, 5/3250)
[1] Hâmuş: Suskun, susmuş. (-kon ziyadesiyle: Sus!) Hazret-i Mevlânâ’nın eserlerinin sonunda kullandığı mahlas.
[2] Bkz: el-İnsan, 9.
[3] Bkz: ez-Zümer, 10.
[4] Hamd âyeti: Fâtiha Sûresi.
YORUMLAR