Görerek tecrübe edilen, ama aslâ yaşanmadan keyfiyeti bilinmeyen tek gerçektir, ölüm!.. Sözlerin tükendiği, yorumların mânâsızlaştığı ve sadece mü’min için derin bir tefekküre vesîle olan bir durumdur. Her ne kadar dünyanın var edilmesi, bilmediğimiz bir geçmiş zaman ifâde etse de insan, yaşayabildiği yıl kadar hayatı görür, yaşar ve ömrü bittiği zaman da göçüp gider.
Kendisinden önceki veya sonraki zamanlar, onun için meçhul bir durumdur. Geçmişte neler olmuşsa, insan için sadece tarihî vak’alardan ibarettir; dersler ve ibretler alınması gereken bir durumdur.
Ölüm gerçeğini, biz mü’minler olarak hem Yüce Kitabımızın, hem de Peygamber Efendimizin bize öğrettiği kadarı ile anlıyor ve târif edebiliyoruz. Ölümü bir yok oluş olarak değil, yeniden bir diriliş olarak görüyoruz. Her ne kadar yaşadığımız dünya hayatının ve çevremizde sık sık gördüğümüz ölüm hâdisesinin idrâkimizde şekillenen bir mânâsı varsa da hayatın ve ölümün hakiki mânâsını bize dînî kaynaklarımız haber verir. Çünkü biz, ölümden sonraki hayatın ve tekrar dirilmenin; îmanımızın en temel esaslarından biri olduğunu kabul ediyoruz.
Biz Allâh’a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine ve kadere îman ettiğimiz gibi, öldükten sonrasına da öyle îman ediyoruz. İnsanın kaçamadığı en büyük gerçek ölüm olduğuna göre, mü’min olarak nasıl göçmeli bu dünyadan? Veya ölümle karşılaştığımız zaman onu nasıl karşılamalı veya bu karşılaşmada hangi hâlde bulunmalıyız?
Ölüm hakkında konuşmak kolay!.. Ama ona bir yakınımızı verince, onun soluğunu ensemizde hissediverince, konuşmak zorlaşıyor. Rabbimiz, her kulunu dünyaya gönderdiği andan itibaren ölümü peşine takmış. Ölümün bize ne vakit, nerede, hangi hâldeyken yetişeceği bizim için belli değil!.. Sağımızda-solumuzdaki herkes, er veya geç bir şekilde ölümle karşılaşıyor ve hayat emânetini teslim ediyor. Hepimiz öleceğiz, ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor; bir yakınımızı ölüme teslim edince âdeta şoka giriyoruz. Hâlbuki bu kaçınılmaz son… Herkesin uğrayacağı durak… Sonsuz bir hayatın ilk kapısı…
Öyle ise hırsları en asgarî duruma indiren, hevesleri kursaklarda bırakan, gülücüklerin coşkusunu söndüren ölüm gerçeği ile yüzleşmeden yapılması gerekenler var. Mü’min her an ölümle beraber yaşayan, ölümün terbiye ediciliği içerisinde nefsini dizginleyen bir ruh hâlinde bulunmalı... Allâh’ın bahşettiği her saat ve her dakikanın kendisini adım adım ölüme yaklaştırdığının farkında olmalı…
Bütün hayatın gayesi, şu iki mısrada ne güzel özetlenmiş, Necip Fâzıl Kısakürek tarafından:
O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e “Hoş geldin!” diyebilmekte hüner.
O hüneri göstermek için şu kısacık dünya hayatının bir emanet olduğu şuurunu taşımak gerekiyor. Bunun için insan kaç yıl yaşarsa yaşasın, hangi statüde, hangi maddî imkân veya şöhret içinde olursa olsun; başı-sonu belli bir hayatın müntesibi olduğu hakikatini unutmamalı... İnsanın gözünden ve gönlünden bu gerçekleri uzaklaştıran hırs belâsı, en büyük derdimiz…
Hırs, insanın gözünü, gönlünü, kalbini bürüdüğü zaman; bitmeyen emeller, var olma ve varlığını dâim kılma düşüncesi ile insan, aklı başındayken yapmayacağı yanlışlara giriyor. Hayatını sonsuz zannetmeye başlıyor. Her ne pahasına olursa olsun toplamaya, yığmaya ve yükselmeye çalışıyor. Hâlbuki yığıp durduğumuz, saymaya doyamadığımız bütün dünyalıkları terk edeceğiz. Ne kadar yükseğe çıkarsak çıkalım ya da ne kadar gizlenirsek gizlenelim, sonuçta ölüm bizi kıskıvrak yakalayacak… O hâlde kalp kırmaya, kul hakkına girmeye, her ne pahasına olursa olsun helâl-haram demeden biriktirmeye gerek yok!.. Rabbimizin ihsan ettiklerine kanaat etmemiz, hayatımıza ve başımıza gelenlere râzı olmamız gerekiyor.
* * *
Gâfilâne bir hayat… Dünya meşguliyetleri, yarın endişesi, hayatı gereğinden fazla sevme ve dünyanın imkânlarına düşkünlük de ölüm hakikati ile insan arasına çekilen perdeler hâlini alıyor. Lakin kalbi ve gönlü uyanık, firâset sahibi bir mü’min, bu ve benzeri tuzakların farkında olur; bu gibi dünyalıklardan sadece gerektiği kadar istifade eder. Onun dışında mü’minin gözü de, gönlü de hep bekâ âleminden ve Rabbinden yanadır.
Yine Necip Fazıl Üstâd’ın ifâdesi ile:
Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?!
Perdenin ardından gelen o haberi en güzel şekilde karşılayabilmek için de mü’minlik kıvamında, sâdık, sâlih bir evsafta olmak gerekiyor.
Tabiî refleksleri mü’min olan bir insan; ibadetlerinde dikkatli, muâmelatında hassas, Hukukullâh’a (Allâh’ın haklarına) ve Hukuk-i İbâd’a (kul hakkına) dikkat ediyorsa, Rabbimizin merhameti ve inâyeti sayesinde felâha erenlerden olur, inşâallâh.
Ölümü, “Şeb-i Ârus” hâlinde karşılayabilmek, Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-kıvamında bir mü’min olmayı gerektirir. Mevlânâ ki, Rasûlullah âşıkı, Kur’ân bendesi ve hakikî mânâda bir Allah dostu!.. Böyle sürdürülen bir hayatın hitâmı (sonu) da -Allâh’ın lutfuyla- “misk” olur tabiî ki…
Velhâsıl mâdem ki, “her canlı ölümü tadacak”; öyleyse her birimiz “mü’minler olarak” can vermeye çalışmalıyız. Bunun için gayret göstermeli ve duâ etmeliyiz.
Bizi Yaratan, O.
Bizi rızıklandıran, O.
Bizi hidâyete erdiren, O.
Bize kendisini tanıtan, O.
Bizim sahibimiz, O.
Öyle ise, biz “O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz”…
YORUMLAR