Ölüm

Peygamber Efendimiz’in, “ağacın altında dinlenme yeri”[1], Hazret-i Mevlânâ’nın “bir rüya”[2], Pir Sultan Abdal’ın “sabah geliş, akşam geri dönüş mekânı”[3] olarak ifade ettiği dünya hayatından âhirete yolculuk, ölümle başlamaktadır. Bu başlangıç, henüz dünyaya gelmeden (âlem-i ervahta: ruhlar âleminde) belirlenmiş bir vakittir. Hattâ bir saniye öne veya arkaya almanın mümkün olmadığı kat’î bir zamandır. Âlemlerin Rabbi, bu hakîkati Kurân-ı Kerîm’de defalarca zikrederek kullarını o gün için şöyle uyarır:

“Nerede olursanız olunuz, sağlam kaleler içerisinde bile bulunsanız ölüm size yetişir, yakalar...” (en-Nisâ, 78)

“Ve Allah eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Münâfikûn, 11)

“De ki: «Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm, mutlaka size ulaşacaktır. Sonra siz, görüleni de görülmeyeni de bilen Allâh’a döndürüleceksiniz. O da size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.»” (el-Cum’a, 8)

Dünya ve âhiret hayatı arasında bir eşik olan ölüm, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren reddedilememiş en büyük gerçektir. Hattâ ilk çağ insanları, ölüm sonrası hayata teslîmiyetlerinden dolayı kişiyi en güzel eşya ve takılarıyla birlikte süsleyerek gömmüşler, bazen de kendi hayat alanları içerisine defnetmişlerdir. Yunan Filozof Epiktetos, şu örneği verir:

“Bir deniz yolculuğuna çıktığında bindiğin gemi bir limana uğrar ve kaptan seni su getirmen için karaya yollar. Sen yolda midye kabuğu ve mantar toplayabilirsin. Fakat aklın dâima gemide olmalıdır. Sık sık başını gemiye çevirip kaptan tarafından çağrılıp çağrılmadığını araştırmalısın. Eğer kaptan seni çağırıyorsa, ayakları bağlı bir hayvan gibi gemiye atılmamak için elindekilerin hepsini hemencecik yere atıp geri dönmelisin. Hayat yolculuğunda da durum böyledir: Bir kabuk veya mantar değil de bir kadın veya çocuk nasîbine düşmüşse bunları benimsersin. Fakat kaptan seni çağırdığında, her şeyi bırakıp ardına bakmadan gitmen gerekir. Eğer bir ihtiyarsan, yetişememek korkusu ile gemiden pek fazla uzaklaşmamalısın…”

Günümüzün postmodern yaşayışında ise, kapitalizm ve popüler kültürün tesiriyle ölüm hayatın dışına itilmekte, hattâ unutturulmak için insanlar hız ve hazzın hâkim olduğu bir dünyaya yönlendirilmekte…

“Gelecek” endişesi adı altında “çok çalışma” ve “çok tüketme” çabaları yanında, mutluluk ve sağlık için “Ânı yaşa, istediğin her şeye sahip ol!” prensibi, kişiye âhireti unutturup “tûl-i emel” tuzağına düşürmektedir. Kitle iletişim araçları başta olmak üzere insanları manipüle eden reklamlar, yüksek güvenlikli otomobiller, evler, koruma ve alarm sistemleri, ferdin hayatından ölüm düşüncesini çıkarıp onun yerine bitmek tükenmek bilmeyen bir kazanç hırsı oluşturmaktadır. Hiç endişe etmeden elli, altmış veya yüz yirmi ay taksit ödemeli kredilere imza atılarak âdeta yıllar sonrası yaşayacağına garanti verilmektedir. Elbette bu kredilere imza attıktan sonra kişi bütün gücüyle dünyaya çalışmakta, ölümü erteleyip durmaktadır.

Ölüm hakikati nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin kaçışı mümkün olmayan bir gerçektir. Nitekim sınırlı ve belirlenmiş bir zaman olan insanoğlunun dünya hayatı, doğumla başlayan bir kum saati gibi hızla tükenmektedir.

Ölüm, dünya hayatının sonu, âhiret âleminin başlangıcıdır. Ölümle başlayan ebedî âlemin huzur ve mutluluğu ise, bu sınırlı ve hızla tükenen dünyada Allâh’a hakkıyla itaat etmekle kazanılmaktadır. Bu vesîle ile dünyanın bir dakikası, kazanç bakımından Cennet nîmetlerinden daha değerlidir. Zira Cennet’i kazandıran iyilik ve itaat, yalnızca dünya hayatında elde edilmektedir. Kum saatinin bitmesiyle birlikte ibadet ve tâat de sona erecektir. Tâ ki, bir istiğfar dahî olsa... Bunu Allah Teâlâ şöyle bildirmektedir:

“O günahkârları Rablerinin huzurunda başlarını önlerine eğmiş hâlde şöyle derlerken bir görsen: «Rabbimiz! Gördük ve işittik, bizi geri gönder de rızâna uygun işler yapalım, artık kesin olarak inandık!»” (es-Secde, 12)

“Onların ateşin karşısında durdurulup: «Âh keşke, dünyaya geri gönderilsek de, bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak.» dediklerini bir görsen!” (el-En’âm, 27)

“Bize gelen peygambere kulak verip dinleseydik yahut akl-ı selîmle hareket etseydik şimdi bu alevli ateşte yananlardan olmazdık.” (el-Mülk, 10)

 

Ölümle Başlayan Mükâfat veya Cezâ

“Sizin hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur…” (el-Mülk, 1) buyuran Âlemlerin Rabbi, dünya hayatını, yalnızca kendisine ibadet ve itaat edilsin diye yaratmıştır. İtaat bazen kolaylıkla, rutin ibadetlerle olduğu gibi, bazen de ağır imtihanlar altında yapılır. İmtihan sürecince yaşanan zorluk ve meşakkate gösterilen sabr-ı cemîl de ayrı bir ibadettir.

Geri dönüşü ve tekrarı olmayan bu imtihan için Âlemlerin Rabbi, sık sık uyarmış ve her gün kabirlere defnedilen yüzlerce insanla da uyarmaya devam etmektedir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ölüm tefekkürünü sürekli canlı tutmak için kabirleri ziyaret etmeyi tavsiye etmiştir.

Ölüm öyle bir hakikat ki, insanın sahip olduğu hiçbir şey, her türlü zenginlik, bilgi, tecrübe ve güç ona engel olamamakta; bütün tedbir, gelişme ve tedavi imkanlarına rağmen her gün onbinlerce insan aramızdan ayrılmaktadır.

Ölüm, kimine zorlu hastalık ve meşakkatten sonra âfiyet ve huzur olup hasret kaldığı Sevgili’ye kavuşma olurken; kimine dünya oyun ve eğlencesinden kopuştur. Ölümü kimisi düğün gecesi gibi beklerken kimisi korku ve endişeyle karşılamaktadır. Âhiret âleminde karşımıza çıkacak mekânları Kur’ân-ı Kerîm şöyle tasvir eder:

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, ebedî olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan Cennetleri ve Adn Cennetlerinde çok güzel köşkler vaad etti. Allâh’ın rızâsı ise, bunların hepsinden daha büyüktür.” (et-Tevbe, 72)

“Çevrelerinde, (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır, Maîn çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle... Bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir. (Onlara) beğendikleri meyveler, canlarının çektiği kuş etleri…” (el-Vâkıa, 17-21)

“Orada koltuklar üzerine kurulmuş olarak bulunurlar. Orada ne yakıcı sıcak Güneş, ne de dondurucu soğuk görürler.” (el-İnsan, 13)

Buna mukabil günahkâr ve kâfirlerin azap görecekleri yerler de şöyle bildirilir:

“Onlar için Cehennem ateşinden döşekler ve üstlerinde yine ateşten örtüler vardır. İşte Biz, zâlimleri böyle cezalandırırız.” (el-A’râf, 41)

“Âyetlerimizi inkâr edenleri, pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azâbı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler…” (en-Nisâ, 56)

 

Ölümle Kazanan Akıllı İnsan

“Bir gün sahâbeden biri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“-Yâ Rasûlâllah, mü’minlerin hangisi en fazîletlidir?” diye sorar.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Ahlâkı en güzel olanlarıdır.” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine sahâbî:

“-Peki hangi mü’min daha akıllıdır?” diye sorar. Allah Rasûlü:

“-Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayat için en güzel şekilde hazırlanandır.” şeklinde cevap verir.[4]

Dünya hayatında yaşanan zorluk ve imtihanları dahî hiçbir bedel ödemeden, dikkatli ve titiz hazırlık yapmadan kazanmak mümkün olmazken ebedî mükâfat ve nîmetleri, çalışıp yorulmadan, kolayca kazanmak mümkün olabilir mi? Ölüm hakîkati canlı tutularak yaşanan dünya hayatı, bu çalışmayı aktif ve başarılı kılacaktır. Bunun en güzel misâlini, başta Peygamber Efendimizin ve ashâb-ı kirâmın örnek hayatlarında görmek mümkündür.

İçinde bulundukları imkân ve şartlar, bazen en konforlu ve müreffeh bir şekilde yaşamalarını temin edeceği hâlde, onlar bu nîmetlerden kendilerine yetecek kadarıyla iktifa etmişler ve bütün hayatlarıyla:

“-Kalbimize dünya sevgisinin girmesini istemiyoruz!” demişlerdir.

Hadîs-i şerîflerde, dünyanın fânî zevklerine dalmamak için sık sık ölümün hatırlanması tavsiye edilmiştir:

“Zevkleri bıçak gibi kesen ölümü çok hatırlayın.” (Tirmizî, Zühd, 4)

“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyamet, 24)

“Kimin endişesi âhiret olursa, Allah onun zenginliğini kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona boyun eğerek gelir. Her kimin kaygısı da dünya olursa, Allah, fakirliği onun gözü önüne koyar, kendisini derbeder eder ve dünyadan da kendisine ancak takdîr edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 30)

“Arzu ve hedefi en yüce insan, hem dünyasının hem de âhiretinin işlerine önem veren mü’min insandır.” (İbn-i Mâce, Ticâret, 2)

Şu an alıp verdiğimiz her nefesle, kum saatini bir nebze daha tükettiğimiz bir hayat yaşıyoruz. Bu imtihanı kazanmak, ancak Allah ve Rasûlü’nün hayat veren emirlerine, samîmiyetle ve bütün benliğimizle itaat etmekle olacaktır. Bu imtihanı tertib eden Âlemlerin Rabbi, sınavı kazanmaları için kullarına şu ipuçlarını vermektedir:

 “«Rabbimiz Allah’tır!» deyip sonra da istikâmet üzere yaşayanlara gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki: «Korkmayın, üzülmeyin. Size vaad edilen Cennetlerle sevinin. Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Cennet’te sizin canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır. Bunlar çok bağışlayıcı ve çok merhametli olan Allah tarafından bir ziyafettir.»” (Fussilet, 30-32)

 

[1] Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “Benimle dünyanın hâli, ancak bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip de sonra oradan kalkıp giden bir yolcu gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)

[2] “Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet ve makam sahibi olmak rüyada define bulmaya benzer.” (Hazret-i Mevlânâ)

[3] Şu yalan dünyanın sonu hiç imiş.

Akşam gelip konan, sabah göç imiş. (Pir Sultan Abdal)

[4] İbn-i Mâce, Zühd, 31/4259.

PAYLAŞ:                

Seher Küçük

Seher Küçük

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle