Ölüm Ne ki!

Ölüm, hayatın diğer yüzü… Her canlı, doğduğu andan itibaren ölüme mutlak aday... Yıllar önce bir film izlemiştim; hasta çocuğunu sırtına sarıp sarmalayan, köyünden kasabaya doktora götürmek için karlı tepeleri binbir zorlukla aşmaya çalışan bir baba... Çocuk, bir ara:

“-Ölüm ne ki baba?” diye sordu.

Adam, sırtındaki yükün ağırlığı, hastalığın çaresizliği karşısında bu kadar yıkılmamıştı, âdeta beli büküldü, dışarıda kar fırtınası olmasına rağmen birkaç damla ter aktı alnından…

“-Ölüm…” dedi yutkundu, “Tebdîl-i mekân…”

Çocuk ne anladı, bilemiyorum.

Yüce Yaratan, her insanı farklı yarattığı gibi, her insana tâbir-i câizse farklı birer senaryo belirleyerek dünya sahnesine göndermiş. Kader sırrı... Mühim olan, bize biçilmiş rolü en güzel şekilde oynayabilmek... Geçmişte yaşanmış veya yaşanmakta olan hayat hikâyelerinden dersler çıkarmak da bu konuda bir yardımcı... Bilhassa bazı hayat hikâyeleri, sanki herkese ibret olsun diye takdir edilmiş...

Böyle hayatlardan alınacak en büyük hisselerden biri de halk irfânının; “Düşmez kalkmaz bir Allah!” diyerek, Yûnus Emre Hazretleri’nin;

“Gelimli gidimli dünya,

Âhiri ölümlü dünya” diyerek dile getirdiği kadere rızâ îkazı...

Teslîmiyet...

Rahmetli anneciğimden dinlemekten bıkmadığım, nereden nereye dedirten bir hikâyesi vardı, Kezban Hala’nın... Kezban Hala, babamın uzak bir akrabası... Cumhuriyet kurulmadan evvel Kırşehir’de mutasarrıf (Osmanlı Devleti’nde “sancak”ları yöneten, vâli ile kaymakam arasında bir mevkî) bir beyin hanımıdır. Babamın anlattığına göre, uşakların, hizmetkârların pervâne olduğu, kapısında o günün en lüks arabası olan yaylıların beklediği bir konakta, lüks bir hayat yaşamaktadır. Şık giyinmeyi seven, hayat dolu bir hanımefendi...

Fakat bu parlak ve güzel günler çok uzun sürmez. Talih, yavaş yavaş tersine dönmeye başlar. Önce mutasarrıf olan beyi vefat eder. Ardından cihan harbi başlar. Kezban Hala, altı erkek evlâdını;

“-Giden gelmiyor, acep ne iştir?” dedirten cephelere bir bir gönderir.

Fakat evlâtlarından geriye dönen yalnızca beş şehâdet ve bir kayıp haberidir. Bir bir giden yiğitlerden sonra Kezban Hala’nın hayatta sarıldığı tek dal, kalan tek erkek torunudur. Kendisini, onun okuyup yetişmesine adar Kezban Hala… Altı evlâdından arta kalan tek varlığını okutur, öğretmen olmasını sağlar. Torununun vazife alıp, Adana’ya tayininin çıkmasıyla, Kırşehir’den ayrılık vakti de gelmiştir.

Buraya kadar, savaş yıllarında oraya buraya savrulan, şehid haberleriyle hayatlarının akışı değişen binlerce insanınkinden çok da farklı değildir, Kezban Hala’nın hayat hikâyesi... Fakat kaderde sırasını bekleyen başka tecellîler de vardır.

O zamanlar, hele harp şartları altında, arsaların kayda değer bir kıymeti de yoktur. Toprakları, bağı-bahçeyi terk etmek gözlerine görünmez, sadece yükte hafif, pahada ağır eşyayı alıp yola düşerler. Adana’da müstakil, iki-üç katlı bir ev tutarlar. Yan binada iki çocuk sahibi bir öğretmen oturmaktadır.

Bir sabah Kezban Hala, hayatının en çileli döneminin başladığından habersizce uyanır. Hayırsız torunu, ninesine ait elli altı adet sarı lirayı da alıp komşusunun hanımıyla kayıplara karışmıştır. Kezban Hala; bir zamanların köşkte, konakta yaşayan hanımefendisi, artık kirasını ödeyemediği için evden çıkarılacak, evsiz-yurtsuz kalacak zavallı bir kadıncağızdır.

Günlerce ev arar. Fakat hiçbir geliri olmadığı için, kirasını ödeyemez; şâşaalı, tantanalı geçmişinin hâtıraları olan antika eşyalarına bir bir el konulur. Eşyalar bitince kendisi de kapı dışına konur. Asil bir hayattan gelmenin nahifliği, nârinliği bir tarafa, artık hayatın güçlüklerine göğüs gerecek bir yaşta da değildir. Perişan bir hâldedir. Sığınacak bir yer aramaktadır.

Allah’tan bir hayırsever çıkar karşısına... Bu zât, yazın bağ evine gelince, Kezban Hala’yı kışlık evinde; adam kışın şehre gelince de bağ evinde oturtacak, gözetip kollayacaktır.

İşte Kezban Hala ile anne-babamın tanışması, tam bu sıralarda olur. Sene 1944’tür. Annem ve babam evlenmiş, Adana’ya yerleşmişlerdir. Babam PTT’de çalışırken, Kırşehirli bir hemşehrisi; yaşlı bir teyzenin yıllardır, oğlunu aradığını, devrin zorlukları ve yaşlılık sebebiyle bir türlü bulamadığını söyleyerek, tanıştırmayı teklif eder.

Kezban Hala, torunundan gördüğü ağır ihânetten sonra, harpten dönmeyen, kayıp oğluna daha bir ümit bağlamıştır. Aradan geçen yirmi beş yıla rağmen, hâlâ;

“-Acaba bir gün ansızın çıkıp da gelir mi?” diye hayallerle karışık ümitlere sarılmaktadır.

Babamın özellikleri de kaderin cilvesi, kayıp oğluna pek bir benzemektedir. İkisinin de adı Hüseyin, anne-babalarının isimleri bile tutmakta... Karşılaştıklarında:

“-Hüseyin’im, yoksa sen misin?!.” diye heyecanlanır. Fakat babam;

“-Hayır, Kezban Hala, benim annem hayatta, babam da yeni vefat etti. Ben senin oğlun değilim, ama ben seni tanıyorum. Galiba babam ile kardeş torunlarısınız.” diyerek akrabalıklarını anlatır. Bu mağdur ve vakûr insana:

“–Kırşehir’de küçük bir çocuktum. Benimle sizin konağa bir şeyler yollarlardı. Sizi ve evinizi iyi hatırlıyorum. Madem oğlunu arıyorsun, bundan sonra oğlun benim!..” der ve gözyaşlarıyla birbirlerine sarılırlar, geçmişi yâd ederler.

Kolay değildir, feleğin çemberinden geçmek... Kolay değildir, konaklardan çıkıp bir yerlere sığınacak hâle düşmek... İsyan, yumruk gibi gelir boğaza oturur, gönül ne fırtınalarla boğuşur. Babacığım anlatırken hep gözleri dolardı, “Nereden nereye?!” diyerek...

Babam bırakmaz Kezban Hala’yı... Evimize yakın bir yerde ev tutulur, orada oturur. Annem de her türlü ihtiyacına koşar. Ben de dört-beş yaşlarında bir çocuk gözüyle bu günlere şâhit oldum. Hayal meyal hatırladığım evi; her katta birer oda bulunan eski, ahşap bir binaydı. Yerde serili bir hasır, kenarda yatağı, ufak-tefek eşyalar, bodiç denilen bakır sürahi ve bardak yerine kullanılan o minik, sevimli bakır tas... Benim en çok da o bakır kap çekerdi ilgimi... Her gittiğimde;

“-Hala bunu bana versene!” derdim.

O da;

“-Şimdi onunla su içiyorum, ben ölünce sana versinler.” derdi.

O küçük dünyamda; “Ölüm ne ola ki, ölünce vereceklermiş!” diye düşünür, ne zaman ölecek diye de merak ederdim!

 Rahmetli annem, Kezban Hala’nın çamaşırlarını yıkardı. Bir gün yastık kılıflarındaki lekeleri bir türlü çıkaramaz. Getirdiğinde de;

“–Halacığım, ne kadar yıkadıysam da bu lekeleri çıkaramadım, ne lekesiymiş bu?” deyince şu hüzünlü cevabı alır:

“–Evlâdım onlar benim gözyaşlarım... O kadar çok ağladım ki, artık gözlerimden yaş yerine kan geldi, elbette çıkmaz!..”

Musibetler, sabredersek birer nasibe dönüşüyor. Bunca çileden sonra Kezban Hala, Mevlâ’sına o kadar yaklaşıyor ki... Madde ellerinden çekildikçe o mânâya, mâneviyâta sarılıyor.

Ve vefâ... Öz torunundan hayırsızlık ve cefânın en ağırını görmüşken, nisbeten uzak bir akrabası olan babamdan gördüğü alâka onu çok duygulandırmıştır. Babam gerçekten samimî bir yakınlık göstermiş Kezban Hala’ya... Öyle ki, başından geçen onca gâileye ve mahrumiyete rağmen kahve tiryakiliğinden vazgeçemeyen ve babama:

“–Hüseyin’im, bana ekmek alma, kahve al!..” diyen Kezban Hala’nın kahvesini dahî eksik etmemiş. O günlerde oldukça zor bulunmasına rağmen…

Kezban Hala, bu alâkaya karşılık Kırşehir’de, şehrin kıymetli yerinde kalan arsalarını babama devretmek istemişti. Vefatından sonra aslâ affetmediği hayırsız torununa hiçbir şey kalmasın istiyordu. Fakat babam:

“–Yoo halacığım, ben sana Allah rızâsı için bakıyorum, bir menfaat için değil… Eğer karşılığını burada alırsam, âhirete bir şey kalmaz. Bana Rabbim daha çoğunu verir.” diyerek kabul etmez.

Son günlerini yaşadığı dönemde anneme de:

“–Ufak-tefek eşyam var, sakın kimseye verme, hepsi senin olsun.” diye tembih eder.

Annem:

“–Halacığım benim var, isteyen alsın.” der, ama Hala ısrarcı...

Son günleri ve son anları hâlâ gözümün önünde… Ölümünden birkaç gün önce yeşil bir abanın içinde nûrlu bir elin pencereden uzandığını söyler, etrafındakilere ve:

“-Ölüm yaklaştı!” der.

Sekerât hâlindeyken o benim istediğim bakır tasa zemzem koydular, anneciğim pamukla dudaklarını ıslatıyordu. İki-üç gün böyle yattıktan sonra sağ elini kulağına götürüp bir şeyler söylüyor kısık sesle, annem merak edip eğiliyor. Bir de görüyor ki, kendi kendine salâ okuyor. Salâ bittikten sonra da;

“-Kezban kulun öldü...” dedi ve son nefesini verdi.

Konu komşu gelip cenâzesinde bulunuyorlar, torununa kesinlikle haber verilmesini istememişse de babam, yine de son görevidir diyerek çağırıyor. Torun, cenazede perişan ve yaptıklarına bin pişman vaziyetteymiş. Annem:

“-Ben hayatta bir erkeğin bu kadar ağladığını hiç görmedim.” derdi. Ama neye yarar...

 Komşular, Hala’dan bir hâtıra olsun, diye evinden kimi makas, kimi havan, kimi tabak ve kimi kahve değirmeni… ilh. eşyalarını alıp gitmişler. Annem zaten istemediği için bir şey söylememiş.

Fakat ertesi sabah erkenden annemin kapısı çalınıyor; bir kişi hâriç, kim ne aldıysa geri getiriyor ve hepsi aynı sebebi söylüyorlar:

“–Hala bizi rüyamızda kovaladı; «Çabuk aldığını Hatice’ye götür! Ben ona vasiyet ettim!» dedi.” diyorlar.

Şimdi aradan bir o kadar sene daha geçtikten sonra, Kezban Hala’nın fırtınalı ve ibretli hayatını kaleme alırken, evimin en güzel köşesinde hâtıralarımla birlikte sakladığım o küçük kalaylı tasa bakıyorum ve artık ölümün ne demek olduğunu biliyorum.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle