Bazı kaynaklarda Halife Harun Reşid ile Behlül Dânâ Hazretleri’nin kardeş oldukları rivayet edilmektedir. Harun Reşid emîrü’l-mü’minîn, Behlül Dânâ ise, Allah dostlarının büyüklerindendir. Hikâye edildiğine göre, bir gün anneleri Behlül Dânâ’yı çağırarak:
“–Oğlum, kardeşin Harun hükümdardır. Çok kimselerle münasebeti olduğu için, geniş bir kitlenin mes’uliyetini omuzlamıştır. Kimseye zulüm etmemesi, hakarette bulunmaması için biraz vaaz ve nasihatte bulun ki, kardeşin zarara uğramasın!” der. Behlül ise:
“–Olur anne, sen merak etme, ben kendisine vaaz ve nasihat ederim.” diye cevap verir. Ertesi gün de saraya Harun Reşid’i ziyarete gider. Biraz sohbetten sonra:
“–Haydi kardeşim, seninle biraz dolaşalım!” diyerek, onu saraydan çıkarır. Doğruca kabristana götürür ve:
“–İşte bu falanın kabridir, bu kadar sene ömür sürmüştür. Şu da falancanın kabridir, şu kadar sene yaşamıştır. Şu kabirde yatan kişi yirmi sene yaşamış; şuradaki ise, elli sene yaşamıştır.” diyerek Harun Reşid’e altmış-yetmiş tane kabir gösterir. Daha sonra ayrılırlar.
Bir müddet sonra annesi Harun Reşid’e:
“–Harun, Behlül gelip sana hiç nasihat etti mi?” diye sorar. Harun Reşid:
“–Hayır, Behlül bana hiç nasihat etmedi.” diye cevap verir. Anneleri bu sefer Behlül’ün yanına giderek:
“–Behlül, kardeşine nasihat etmeni söylemiştim. Neden gidip nasihat etmedin?” diye sorar. Behlül Dânâ ise:
“–Benim nasihat etmediğimi de kim söyledi? Ben ona nasihat ettim. Onu kabristana götürdüm, «Bu falancanın, şu falancanın kabridir.» diyerek ona birçok kabir gösterdim. Böylece kendisine en büyük vaaz ve nasihatte bulundum. Eğer o bundan ibret almamış ise, ben daha ne yapabilirim, anneciğim?” cevabını verir.
* * *
Gerçekten insanoğluna en büyük nasihatçi, ölümdür. Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu her canlı gibi insan da mutlak sûrette ölümü tadacaktır. Kimileri çok küçük yaşta hayata veda ederken, kimileri genç, kimileri orta, kimileri de ileri yaşlarda dünya hayatına veda edecektir. Âl-i İmran Sûresi’nin 185. âyet-i kerîmesinde;
“Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksiz ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metâdan başka bir şey değildir.” buyrulmaktadır.
Eğer insan ölümden ibret ve nasihat almıyorsa, bunun en büyük sebebi, kalbinin katılığı ve gafletidir. Gafletin ise, pek çok sebepleri vardır.
Nitekim hayat öylesine akıcı ve hareketlidir ki, kendisini olayların akışına kaptıran insan, özel bir çaba göstermezse, önünde sonunda kendisini yakalayacak olan ölüm gerçeğini gözardı edebilir. Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Eğer hayvanlar, ölüm hakkında insanoğlunun bildiklerini bilselerdi, onlardan semiz bir et yiyemezdiniz.” buyurmuşlardır. (Beyhakî)
Bu durum, özellikle kader, tevekkül, teslimiyet gibi kavramlara yabancı olan insanlar için geçerlidir. Öyle ki, artık insanlar önemli ve ciddî konuları düşünüp onlara kafa yormaktansa, günlük ve halledilmesi kolay konularla zihinlerini dolduruyor, hatta kendilerini bildikleri andan itibaren dünyevî planlar, çıkarlar ve hedefler peşinde ömürlerini tüketiyorlar.
Gafletin bir diğer sebebi de, art arda doğumların olmasıdır. Yeryüzünün nüfusu hiçbir zaman eksilmediği için kimileri buna kapılarak, doğumlar ölümleri telâfî ediyor, hayat böylece dengeleniyor gibi bir yanlış anlamaya kapılabilirler. Hâlbuki yeni doğanların öleceklere hiçbir etkisi yoktur. Bu yalnızca psikolojik bir hatadan ibarettir. Günümüzde, 150 yıl önce yaşayanlardan hiçbiri mevcut değildir. Bu da dünyanın sürekli dolup boşalan bir misafirhâne veya bir durak yeri olduğunu, ibret alanlar için açıkça gözler önüne sermektedir.
Bazı insanlarda da kendi kendilerini avutmak için kullandıkları bir savunma mekanizması vardır. Meselâ; ölümü, yaşlılık dönemine has görmek gibi… Bu savunma mekanizması, özellikle gençlerde ve orta yaşlılarda görülür. Bunu kullanan insan, genelde 60-70 yıl yaşayacağını hesaplar ve ancak ömrünün son yıllarını bu tür konulara ayırmaya karar verir. Böylece ölüme ve öbür dünyaya hazırlanmak için de hayatından bir pay ayırmış olduğunu düşünür ve vicdanını rahatlatır. Hâlbuki bir saniye sonra yaşayacağının bir garantisi olmayan insanın, böyle uzun vâdeli hesaplar yapmasının ne büyük bir gaflet olduğu ortadadır.
Bunun yanında kendisinin “mutlaka cennete gireceğini iddia eden” insanlar da vardır. Dünyada iyilik olarak bildikleri ufak-tefek birtakım şeyleri yaparak ve kötülük olarak târif ettikleri birtakım şeylerden uzak durarak cennete gireceklerini sanırlar. Din hakkında bilgileri kulaktan dolma, hurafelerle dolu, safsatalardan öteye geçmeyen bu insanlar; gerçekte Kur’ân’da târif edilen güzel ahlâkla hiçbir ilgisi olmayan, kendi uydurdukları bir din anlayışına sahiptirler. Böyle kimseler için Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerifte:
“Cennet, öyle bir yerdir ki; o, insanın kalbinin üzerine yanlışlıkla bile geçemez…” buyurmuşlardır. (Buhârî)
Bir gün İbrahim bin Edhem Hazretleri hamama girmek ister. Fakat hamam sahibi:
“–Ancak ücretini verirsen içeri girebilirsin!..” diyerek onu içeri almak istemez. Bunun üzerine İbrahim Edhem Hazretleri ağlaya ağlaya şunları söyler:
“–Allâh’ım, beni bedavaya şeytanların evine bile sokmuyorlar. Böyle olunca nasıl olur da, bedava olarak peygamberlerin ve sıddîkların evine girebileyim?!”
Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre:
Bir adam, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yanına gelerek:
“–Yâ Rasûlallâh! İnsanların en akıllısı ve en dirâyetlisi kimdir?” diye sorar.
Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ölümü en çok hatırlayan ve ölüme en çok hazırlanandır. İşte bu kimseler; hem dünya, hem âhiret şerefine nâil olmuşlardır.” buyururlar. (Taberânî)
Ölümü düşünmek ve onu kalbe yerleştirmek için en faydalı yol; daima akrabalarının, arkadaşlarının, dost ve ahbaplarının ölümünü ve toprağın altındaki hâllerini düşünmektir.
Hasan-ı Basrî Hazretleri demiştir ki:
“–Ölüm meleği her eve günde üç kere bakar. O evde kim rızkını bitirir ve ömrünü tüketirse, onun rûhunu alır. Melek, onun rûhunu alınca, evdekiler onun için ağlamaya başlarlar. Melek evden çıkarken dönüp onlara şunu söyler:
«–Bu benim bu eve son gelişim değildir. Ben hepinizi alıp götürünceye kadar buraya gelip gideceğim.»
Ev halkı, meleğin bu sözlerini duyabilselerdi, öleni bırakıp kendileri için ağlarlardı.”
Ömer bin Abdülaziz de şöyle demiştir:
“Her gün sabah ve akşam, Allâh’ın dîvanına giden birini yolcu ettiğinizi görmüyor musunuz? Onu yerin bir çukuruna koyarsınız. Yastığı topraktır. Dostlarını geride bırakmış ve maîşeti kesilmiştir.”
Eskiler, ölümü her dâim hatırlayabilmek için, ölülerini kendi bahçelerine gömerler ve kabristanları şehrin merkezî yerlerine yaparlardı. Böylece ölümün kendilerine de bir gün geleceğini tefekkür eder, ölen kişilerin ardından da hayır duâda bulunurlardı. Hatta yeni bir eve sahip olan insanlar da bahçelerindeki mezarlardan ibret alarak:
“–Onlar, nasıl her şeylerini geride bırakıp bekâ âlemine göçtülerse, günün birinde bizler de dünya hayatına vedâ edip gideceğiz.” diye tefekkür ederlerdi.
Şimdilerde ise, bunun tam aksine kabristanlar, şehir merkezlerine uzak olan bölgelere yapılıyor; insanlar evlerini câminin uzak olduğu veya bulunmadığı yerlerden alıyor. Kısaca insanlar, ölümü hatırlatacak her şeyden uzaklaştıkları gibi, ölümü düşünmemek için de her yola başvuruyorlar. Oysa hiç düşünmüyorlar ki, fizikî kaçış, ölüme çare olmadığı gibi, ölümü aklına getirmekten kaçış da ölüme bir çare değildir.
İnsan ne kadar direnirse dirensin, nereye sığınırsa sığınsın, nereye kaçarsa kaçsın, aslında farkında olmadan her an kendi ölümüne doğru koşar. Önünde başka bir kapı, tercih ve çıkış yolu yoktur. Ne yöne dönerse, ölüm onu oradan karşılar. Allâh’ın kanunlarında bir değişme olmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle haber vermektedir:
“De ki; sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak ki sizi bulacaktır.” (el-Cuma, 8)
“Nerede olursanız olun, tahkim edilmiş yüksek kalelerde bile bulunsanız ölüm sizi bulur.” (en-Nisâ, 78)
Bu sebeple insanın yapması gereken, kendini kandırmayı ya da gerçekleri gözardı etmeyi bir kenara bırakıp, Allâh’ın kaderinde tespit ettiği süreyi en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bu sürenin ne zaman biteceğini de yalnız Allah bilmektedir.
Ölümü kalbe yerleştirmenin bir yolu da dünyanın geçici olduğunu ve kabir hayatını düşünmektir. İnsan, şayet dünyanın geçici olduğunu ve bir gün sona ereceğini, vücudunun da kabirde çürüyüp toprak olacağını düşünürse, ölümden hiç gafil olmaz.
Rivâyet edildiğine göre; İbni Mutî, bir gün evine bakarken evinin güzelliğine hayran kalır, sonra hüngür hüngür ağlayarak şöyle der:
“–Allah’a yemin ederim ki, eğer ölüm olmasaydı, seninle mutlu olur, sevinirdim. Eğer varacağımız kabirlerin darlığı olmasaydı, dünya ile gözlerimiz aydınlanırdı.”
* * *
Ölümün hak, yani gerçek olduğunu bilmekle beraber, nasıl öleceğimizi, ölümün nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. Bu sebeple ölümün nasıl bir şey olduğunu, bir insanın ölüm ânında neler hissettiğini hakikî mânâda bilmemiz imkânsızdır.
Ancak Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de ölümün nasıl gerçekleştiğini bizlere bildirmiştir. Lâkin Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda oldukça ilginç bir gerçekle karşılaşırız. Çünkü Kur’ân’da tarif edilen ölüm, insanlar tarafından görülebilen ölümden çok farklıdır. Öncelikle, bazı âyetler ölüm ânında, ölecek kişi tarafından görülen, fakat diğer insanlar tarafından görülemeyen bazı hâdiselerin yaşandığını bildirilir. Vâkıa Sûresi’nin, 83-85. âyetlerinde:
“Hele can boğaza gelip dayandığında, -ki o sırada siz (sadece) bakıp durursunuz- biz, ona sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz.” buyrulmaktadır.
Âyetlerde ölüm anında dışarıdan görülemeyen hâdiselerin, inkârcılar için bir “zorluk ânı” olduğundan bahsedilir:
“Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.” (et-Tevbe, 85)
Diğer ayetlerde, bu”zorluk” ayrıntılı olarak târif edilir:
“Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları ne olacak!.. Bunun sebebi, onların Allâh’ı gazaplandıran şeylerin ardından gitmeleri ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah, onların işlerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed, 27-28)
“Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve «Tadın cehennem azabını!..» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken, onları bir görseydin!.. İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir.” (el-Enfâl, 50- 51)
Âyetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, inkâr eden bir kimsenin ölümü kendisi için büyük bir azaptır. Dışarıdaki yakınları onun rahat yatağında huzurlu bir şekilde öldüğünü zannederlerken o, gerçekte, maddî-mânevî çok büyük bir azabın içine girmiştir. Ölüm melekleri, acı vererek ve onu aşağılayarak canını bedeninden çıkarırlar. Kur’ân’da, bu melekler, kâfirlerin canlarını bedenlerinden, “ta en derinden acıyla sökerek çıkaranlar” (en-Nâziât, 1) olarak târif edilir.
Buna karşın, mü’minlerin ölümü ise, “güzellikle” olur:
“(Onlar), meleklerin, «Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin!» diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.” (en-Nahl, 32)
Görüldüğü üzere, ister mü’min, ister kâfir olsun; herkes ölümü tadacaktır. Ama iyi ama kötü… Dünya bir imtihan yeridir ve imtihan bir gün sona erecektir. Ömür kısa ve varış O’na olduğuna göre, kula düşen, aklını başına alıp Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve yasaklarına uygun bir hayat sürmektir. Artık kişi için ölüm vakti geldiğinde, ondan kurtuluş ve kaçış yoktur. Âyet-i kerîmede:
“Ecelleri gelince, ne bir saat geri kalabilirler, ne de bir saat ileri gidebilirler.” (en-Nahl, 61) buyrulmaktadır.
Aklını kullanmasını bilen kimse, nice örneklerini gördüğü bu hâdiseyi, bizzat yaşamadan önce hayatına bir çekidüzen verir, nefsine esir olmaktan kurtulmaya bakar. İstek ve arzularını frenlemeye çalışır.
Hepimiz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz. Cenâb-ı Hak, ölmeden önce nefsî arzularını öldürenler zümresine cümlemizi dâhil etsin ve ölümlerimizi bizler için birer «şeb-i arûs» eylesin…
YORUMLAR