Bir rivayette:
“Evlatlarının hayırlı olmaları için onlara yardımcı olan anne-babalara Allah rahmet eylesin!” buyrulmuştur.
Bu ay okuyacağınız röportajımızı yaparken bu ifadelerin doğruluğunu çok hissettim, eminim ki, sizler de okurken aynı duyguları hissedeceksiniz. Bizim toplumumuzda “hak” deyince, hep anne-babaların evlâtları üzerindeki hakları anlatılır, anlaşılır. Belki bu çok gündeme getirildiği ve çocukların, anne-babaları üzerindeki haklarından hiç bahsedilmediği için yeni nesle nasihat etmek istediğimizde:
“-Başlamayın yine, anne-baba hakkı anlatmaya! Biz bunları biliyoruz. Ama anne-babamız da bizim hakkımıza giriyor! Dînimizde buna dâir bir şey yok mu?” diyorlar, haklı olarak…
Mâlum, bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz:
“Evlâdınıza ikrâm edin! Ana-babanızın sizde hakkı olduğu gibi, evlâdınızın da sizde hakkı vardır!” buyruluyor. (Heysemî, VIII, 268)
İşte bu ayki röportajımızda evlâtlarını, gelinlerini, damatlarını birer emânet olarak görmüş ve onları, kendi güzel ahlâkının tesiri ile yetiştirmiş büyüklere, onların bu güzel ahlâkına bîgâne kalmamış ve kendilerine, hayırlı bir evlât olmak için zevkle hizmet eden fedakâr evlâtlara çok güzel numûneler bulacaksınız. Belki defalarca altı çizilip okunacak bir hazine kıymetinde yaşanmış nasihatleri hayatımıza taşıyacağız.
Muhterem Nurhayat Eryılmaz Hanımefendi ile tanışıklığımız yirmi yılı aştı, artık… Bu sayfalarda anlattığından daha gayretli ve hizmet ehli bir hanım ablamız olarak kendisini gördük, tanıdık. Allah, ihlâs ve hizmetini dâim eylesin. Biz her seminerinde ve ikili sohbetlerimizde kendisinden çokça istifade ettik. Bu kıymetli ablamızdan ve hatıralarından, bütün kardeşlerimizin de istifade etmesini istedik.
Buyurun, hizmetin, fedakârlığın ve müridliğin aşkla nasıl yaşanacağına şâhit olmaya…
Kıymetli Nurhayat Hanımefendi, sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Kayseri doğumluyum. Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Allâh’a binlerce şükür olsun İslâm’ı yaşayan bir âile içinde büyüdüm. Şimdiye kadar hep geniş bir âile içinde yaşadım. Şimdi burada sizlere anlatacağım her şey, geniş âile içinde bulunmanın bereketi olan bir miras… Ben de o mirası kullanacağım inşâallâh.
Yaklaşık on bir yaşıma kadar alt katımızda bulunan anneannemin yanında yattım. Burası, benim için mânevî bir okul gibiydi. Anneannem, M. Sami (Ramazanoğlu) Efendimiz’e intisâbı olan, hâl ehli bir hanımdı. Dedem, ben beş yaşındayken vefat etmişti. Ben, geceleri seherlerde uyanması, duâ ile yatması, mutfakta her işini besmeleyle yapması gibi birçok güzel hasleti anneannemden görerek büyüyordum.
Ablam evlendiğinde on beş yaşındaydı, ben de henüz on yaşındaydım. O zamanlar toplumda akrabalar, komşular birbirinin çocuklarına sahip çıkardı. Bir genç kız büyüdüğünde, komşu teyzeler, anneye bile fırsat vermeden o kıza ne nasihat edilecekse uygun bir dille anlatır, öğretirlerdi. Ben on yaşındayken komşumuz bana:
“-Nurhayat, ablan evleniyor. Artık evin genç kızı sensin, kızım!” dedi.
Ben de o zamanki mesûliyet duygusu ile kaygılanarak ablamı izlemeye, neler yapıyor diye takip etmeye başladım. Ablam erkenden çayı ocağa koyardı. Ablam evlenip gidince ben de o sabah heyecanla kalktım ve çayı hazırlayıp ocağa koydum. Anneannem kalkınca bana:
“-Ne yaptın Gül Nurhayat!” dedi.
(Rahmetli, bana hep “Gül Nurhayat!” diye seslenirdi.)
“-Çay koydum, anneanneciğim!” dedim. Anneannem:
“-Peki, çayı ocağa koyarken abdestin var mıydı?” dedi. Ben:
“-Yoktu.” diye cevapladım. O zaman:
“-Kızım, ısıttığın bu su ile bulaşık yıkayalım.” dedi.
Ben de bulaşık yıkadığımız plastik leğeni alıp getirdim.
“-Buna suyu koyarsak çabuk soğur. Tekrar ısıtmak için başka kaba koyarsak zaman israfı olur. Bakır kap getir, onda soğusa bile hemen ocağa koyar, ısıtırız.” dedi.
Ayağından terliğini çıkarıp ayağını pıt pıt yere vurarak:
“-Mutfağa aslâ abdestsiz girmeyeceksin, kızım!” diyerek âdeta kalbime bir mühür basar gibi, bana birkaç dakika içinde abdestsiz mutfağa girilmeyeceğini, zamanın israf edilmemesi gerektiğini öğretmişti. Ben gidip abdest aldım. Çayı ocağa abdestli koydum, güne abdestli başladım. Biz zannederiz ki, on yaşındaki çocuk, küçük!.. Öyle değil işte… Yapılan, söylenen her şey kalbine ilmek ilmek nakşoluyor. İleriki yaşlarında o nakşettikleri hep karşısına çıkacak. Meselâ yatarken ettiğim duâlar, ondan öğrendiğim duâlardır ve ben hâlâ bu duâları okuyarak uyuyorum:
“Yattım sağıma, döndüm soluma,
Melekler şâhid olsun, dînime, îmânıma…
Ayağımla başım, her ne kadar yaşım,
Hatalarım için tevbe estağfirullah, tevbe estağfirullah!
Ayağımla gittiğime, bilir bilmez ettiğime,
Her ne günah işlediğime, tevbe estağfirullah, tevbe estağfirullah!”
Bunları söyledikten sonra Fâtiha, İhlâs, Felâk, Nâs Sûreleri’ni ve Âyetü’l-Kürsî’yi okur, sağ tarafımıza dönerek zikrede zikrede anneanneciğimle uyurduk…
Huzur içinde yattığım bu yatağı, bir hatam sebebi ile kaybettim. Az önce de söylediğim gibi, biz âile apartmanında otururduk. Babam, kalp hastası olduğundan annem ona hiç kıyamazdı. Bu yüzden kaloriferi kendisi açıp kapatırdı. Anneannem bir gün öksürdü. Annem de anneanneme:
“-Anneciğim, eğer gece üşüyorsan geceleri kaloriferi söndürmeyeyim!” dedi. Ben de henüz on, on bir yaşlarındaki bir çocuk aklı ile:
“-Anneannem geceleri kalkıp çok duâ edip oturuyor. Ondan üşüyordur.” dedim.
O an anneannem hiddetli bir şekilde bana dönüp:
“-Nerede gördün beni!” dedi. Sonra anneme dönüp:
“-Kızım, Nurhayat geceleri çok üstünü açıyor. Artık yukarıda sizin yanınızda yatsın!” dedi.
İşte anneannemin ibadetini ifşâ etmemden dolayı üst kata çıkarıldım. Bu hâdiseyle de sır saklayamamanın cezasını ödemiş oldum.
Yıllar sonra anneannemi ölmeden önce ziyarete gitmiştim.
“-Anneanne beni sen neden üst kata gönderdin. Hâlbuki ben seninle kalmayı çok severdim. Hâlâ buna üzülüyorum!” deyince benden helâllik aldı.
“-Yavrucuğum hakkını helâl et. Zerre kadar bir ibadetimiz var. O da ifşâ olursa Rabbime hangi ihlâslı ibâdetle varacağız diye düşünerek Rabbimin rızâsını kaybetmemek için o an refleksle söyledim.” dedi.
İşte öyle hâl ehli, mahfî bir hanımdı. Belki bu yüzden insanlar üzerinde sözüyle hâliyle çok tesir uyandırırdı. Meselâ Kayseri’de gelin dâveti olsa veya bebek mevlidi olsa yahut bir yemek daveti verilecek olsa hemen anneannemi çağırırlar:
“-Vesile Hanım Teyzeciğim, yemeğe senin elin değince lezzeti, bereketi başka oluyor!” derlerdi. O da mahcup bir şekilde:
“-Yavrum, yemeğe lezzet veren ne yağıdır, ne de eti… Ona lezzet veren, yemeği abdestli, besmele ile başlayarak, ihlâs okuyarak ve Rabbimiz’in verdiği nîmeti tefekkür ederek yaparsanız çok lezzetli olur.” derdi.
Bir de yemeğini yaptığı evin sahibesine:
“-Yağını, etini sen koy, ben karıştırayım!” derdi. Ev sahibleri:
“-Yok, Vesile Hanımteyze sen koy!” derlerdi.
O, ısrara rağmen koymaz, malzemeleri ev sahibine koydurur, kendisi sadece karıştırırdı. Bir gün eve gelince sordum:
“-Anneanne, sen malzemeyi neden koymak istemiyorsun? Hâlbuki çok ısrar ediyorlar.” Anneannem de:
“-Kızım bilmeyerek ev sahibinin koymak istediğinden fazla yağ veya et koyarsam gönülsüz olur. O zaman ben de vebâle girerim diye endişe ediyorum, o yüzden kendilerine koyduruyorum. Yemeğe lezzetini, insanların ağzına tadı ben vermiyorum. Hepsini Rabbim veriyor!” demişti.
Az bilgisi ile çok takvâlı yaşamaya gayret ederdi. Bize de sürekli hayır telkinlerde bulunurdu. Biz yeni evli gençlerken, tabi, biraz dünya süsüne düşkündük. Bazen bizim kıyafetlerimizi pek takvâya uygun bulmaz:
“-Bunları giymeyin!” derdi. Biz:
“-Beylerimiz böyle istiyor.” dediğimizde ise, anneannem:
“-Siz isteseniz beylerinize her şeyi kabul ettirebilirsiniz!” derdi.
“-Nasıl olacak bu?” dedim.
Bir hâtırasını anlattı: Dedem, mâlî müşâvirmiş. Tabi, o zamanlar evlerde misafir gelince kadın-erkek karışık, aynı odada oturulurmuş. Annem de bir gün eve gelen misafirler sebebiyle:
“-Karışık oturulacaksa, beni boşa! Ben kendi hâlimde Rabbimle baş başa yaşayayım.” demiş. Dedem:
“-Vesîle, sen benim dört çocuğumun anasısın. Ben senden râzıyım. Bir bu sebeple ben seni hiç boşar mıyım?” demiş ve bir daha karışık ortamda oturulmasına hiç müsaade etmemiş. Bazen yâveriyle evin ihtiyaçlarını alıp gönderse tesbihini yâvere verirmiş. Yâver, kapıdan tesbihi gösterince anneannem kapıyı açarmış. Eğer gelen erkek, bir tesbih göstermezse, kapıyı yabancı bir erkeğe açmazmış. Şimdi hatırlıyorum; kapıya tesbihle gelen yabancı erkekle konuşurken tülbentinin bir ucunu ağzına alarak konuşurdu.
“-Anneanne, neden ağzına tülbent alıp konuşuyorsun?” diye sormuştum.
“-Kızım, adam sesi ne güzelmiş diye içinden geçirirse, Rabbime nasıl hesap veririm!” demişti.
Bize dünyaya düşkün olmamayı anlatırken:
“-Dört tane kız evlendirdim. Çarşıya çıkıp dört metre kumaş alıp giymedim. Rabbim bundan bana sormayacak!” derdi.
Çarşı işini hep dedem görürmüş. Dedem çarşıya gider, kumaşçıda biraz oturur, hanımlar en çok hangi kumaşları beğenip alıyorsa ondan alır gelirmiş. Anneannemin çok güzel, kendi eliyle işlediği nakışlarla süslenmiş, dikili elbiseleri vardı.
“-Nereden aldın?” diye sorunca:
“-Deden, en güzelinden bana da, kızlarıma da alır getirirdi kızım!” derdi.
Anneannem, Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin soyundanmış. Her şey soydan olmuyor. Anneannemin kardeşleri de vardı, onlar öyle değildi, daha dünyevî yaşarlardı. Ama anneannem, takvâyı hayatına geçirmişti sanki… Biz ömrü boyunca yere ayağının abdestsiz bastığını hiç görmedik. Ezan okunduğu zaman elinde mantı hamuru bile olsa bırakır, hemen namazını kılardı. Hayatında zaman israfı diye bir şey yoktu, elinden Kur’ân düşmezdi.
Annemin gününe gelen bazı eş-dosttan fakir olanlar vardı.
“-Giderken aşağıya bana uğrayın.” derdi.
Aslâ parayı yanına alıp üst katta vermezdi, kimse görmesin diye… Onlar giderken alt kata gelirler, anneannem de fark ettirmeden ceplerine sıkıştırırdı. O gizli bir hazineydi. Bize veya etrafındakilere her zaman hayırlı öğütlerde bulunurdu. Ben ilk sözlendiğimde bana:
“-Kızım, «Kayınvâlidemle arama anne-kız muhabbeti ver!» diye Allâh’a duâ et.” dedi.
Bizi namaz kılarken görünce:
“-Yavrum, siz daha gençsiniz. Sizin günahınız çok az. Duâlarınız daha makbul. Ne olur bize de duâ edin!” derdi.
Yolda bir bina inşaatı görse, durur:
“-Allâh’ım! Yapanlara kolaylık ihsan eyle. Oturacak olanlara da hayırlı mübarek eyle!” diye duâ ederdi.
Evimiz, câmiye yakındı. Câmiden bir cenâze kalksa:
“-Kızım, not al. 52. gecesinde okuyalım.” derdi.
Yani bizim hiç 52. günümüz bitmezdi.[1] O gece o cenâzelerin rûhuna mutlaka okurdu. Tanımadığı o cenazeler için ağlayarak:
“-Yâ Rabbi, ilk gecelerini onlara kolay eyle!” diye duâ ederdi.
Sabah seherde çocuğunun elinden tutmuş namaza giden baba-oğlun arkasından da şükür gözyaşı ile ağlayarak duâ ederdi.
O zamanlar boş erkeklerin gittiği kahvehaneler vardı. Şimdi adı cafe oldu, kadın-erkek herkes gidiyor artık... Anneannem bir kahvehanede boş boş oturan erkekleri görünce:
“-Allâh’ım, bunlara akl-ı selîm nasip eyle! Evlerinde eşleriyle çocuklarıyla beraber huzurla otursunlar, buralardan onları kurtar!” diye duâ ederdi.
Bugün cafelerde erkek ve kadınların boş boş saatlerce oturduklarını görünce ben de anneannem gibi çok üzülüyorum. Boş, mâlâyânî şeyler bunlar… Şimdi evlerimizde fincanlarımız, tabaklarımız tertemiz dururken kahvehâne köşelerinde, (ben onlara cafe demiyorum), demir sandalyelerin üzerinde insanın bir kahvaltı parasını plastik bir bardakta içtiği bir fincan kahveye vermesini hem anlamıyorum, hem de çok üzülüyorum. Anneannem hanımların da böyle kahvelerde boş vakit geçirdiklerini görseydi, üzüntüden kahrolurdu herhalde... Bizim zamanımızdaki o hassas insanlar, o güzel hâlleri de alıp gittiler sanki.
Anneciğimle babacığımdan bahsedecek olursak…
Babam çok merhametli idi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti diye anneme yeri geldiğinde yardımcı olurdu. Çok düzenli ve tertipli bir insandı. Yatarken bile terliklerini giyilecek şekilde çevirerek düzgünce bırakırdı. Sabah abdest almaya kalktığında bile hemen yorganını düzeltirdi.
“-Annem, namazdan sonra gelip yatmayacak mısın, efendi?” dediğinde:
“-Gelmeye senedimiz mi var hanım!” der, sanki gelmeyecek gibi her şeyi düzenli bırakırdı.
Çamaşır yıkamanın, kurutmanın zor olduğu o günlerde bile hanımların ve erkeklerin havluları mutlaka ayrı olurdu. Bize hayatımızda iktisadlı olmamızı, îtidâl üzere hareket etmemizi tavsiye ederdi. Bizi özellikle fakir fukarayla iç içe bulundururdu. Hâlbuki bizim maddî durumumuz iyiydi. Ama toplumun hâlinden anlayalım isterdi.
“-İşlerin nasıl gidiyor?” diye sorulsa, her zaman:
“-Elhamdülillah, şükür!..” der, en zor zamanlarda bile şikâyet etmezdi.
Bizim evde, “Akşama ne pişireceksin?” sorusunun her zaman cevabı aynıydı:
“-Allah ne verdiyse!..”
“-Sofrada neden şu yok, bu yok!” denmezdi. Önümüze gelen nîmete hürmet vardı. Babam:
“-Şükrün, zikrin, hamdin kadar zenginsin!” derdi.
Bazen eve gelirken yanında bir fakir getirirdi. Annem de hazırlıksızsa, dara düşmesin diye bir de kıyma alır:
“-Bunu kavurun, misafirin önüne koyun.” derdi.
Sofrayı da bize kurdurur, yine bize toplatarak insana hizmet etmeyi öğretirdi. Ayrıca bir lokma ekmeğe insanların nasıl muhtaç olduğunu görmemizi isterdi herhalde... (Devam edecek)
Röportaj: Halime DEMİREŞİK
[1] Vefat etmiş birinin ardından belli günler konulmaksızın hayır, hasenat ve duâda bulunulur. Ancak yedinci, kırkıncı, elli ikinci gün gibi belli günlere mahsus bir ibadet şekli, dinimize dayanmamaktadır.
YORUMLAR