O, Benim Hayatımın En Parlak Yıldızıydı! -2-

Anneciğim de babama çok kıymet verir, babama hizmet etmeyi ganimet bilirdi. Yemek pişince aslâ yemeğin üstünden alınmasına izin vermezdi.

“-Bereketi gider, kızım!” derdi.

Bir de sabahtan yemeklerimiz hazırlanır, öğlen çocukların yiyeceği küçük bir tencereye ayrılırdı ki, akşam babanın önüne dokunulmamış düzgün bir yemek çıksın veya aniden misafir gelirse ona düzenli bir yemek konsun.

Kız çocukları evlenince yoklukla mı imtihan olacak, varlıkla mı bilinmez. Bu yüzden her hâle hazırlıklı olalım diye öğlen sofrasında, annemle beraber bir gün evvelden kalan artık yemekleri yerdik. Yemeğin en güzeli, en tazesi akşam baba ile yenirdi. Biz de torunlarımızla yaşarken bunları hayatımıza hep tatbik ettik, elhamdülillah…

Eskiden evin erkekleri çok hürmet görürdü. Çünkü erkeklerin çoğunluğu, âilelerine karşı son derece sorumluluk sahibiydi. Hanımlar çalışmadıkları için de bütün enerjilerini ve ilgilerini, eşine ve çocuklarına adardı. Sonra bir şeyler oldu, anneler değişti. Ardından kızlarını da değiştirdi. Herkes üniversite okuma derdine düştü. Ne erkekler, ne de kızlar evlenmeden önce sorumluluk altına girmiyor. Herkes:

“-Üniversite okusun, altın bileziği koluna taksın!” diyor.

Ama iki tarafa da sorumluluk duygusu verilmediği için, evlenince hayatın gerçekleri karşında bocalıyorlar ve boşanmalar artıyor, maalesef… Okumak güzeldir, çalışmak güzeldir. Ama en güzeli, hayır için yarışmaktır. Bugün toplumumuzdan bereket kalktı; hem kadın çalışıyor, hem erkek çalışıyor. Ama kimi duysak kredi borçları var. Biz çalışmadık, ama rızkımızın bereketini gördük. Şimdiye kadar kimseye muhtaç olmadık. İnşâallâh bundan sonra da muhtaç olmayız.

Anneciğim de çok disiplinli bir hanımdı. Bizim hiç boş durmamızı istemezdi.

“-Giderken götür, gelirken getir.” derdi. Yani bir odadan başka odaya geçerken bile düzelte düzelte gidip geleceksin.

Nişanlandığımda yaşım küçük olduğundan, misafir ağırlamayı göreyim diye beni bir arkadaşına gezmeye götürdü. (Bugün nişanlı bir kız gezmeye gittiğinde neye dikkat eder? Halıya, perdeye, kristale, tabağa, fincana bakar; bunlar dikkatini çeker ve evin konuşma mevzusu bu tür şeyler olur.) Biz gezmeden dönünce oturdu, bana dönerek:

“-Nurhayat, bugün gittiğin gezmeden ne öğrendin? Ne dikkatini çekti?” dedi. Ben de:

“-Ev sahibi bizi çok güzel karşıladı.” dedim. Sonra annem:

“-Şimdi ben dışarı çıkacağım. Bakalım, sen beni nasıl karşılayacaksın?” dedi.

Zile bastı. Ben kapıyı güler yüzle açtım.

“-Kapıyı ürkek açma! Evi dağınık olan yarı kapı açar. Üstü kirli olan kişi bükülerek kapıyı açar. İş sabahın, aş sabahındır. Sabahın seherinde kalkıp evini temiz tutarsan, üstünü başını temiz tutarsan ürkmezsin. Unutma, misafir önce kapıda ağırlanır.” dedi.

İkinci olarak; “Evleri çok temizdi.” deyince:

“-Hadi o zaman kovayı al, sen de evi bir temizle!” dedi.

“-Anneciğim, daha sabah silip süpürdük.” dediğimde:

“-Bugün gördüklerini uygulamaya geçmezsen havada kalır, unutulur gider.” dedi.

 

Evlenmeniz hangi vesîle ile oldu? Bir de bugünkü evlilik hayatlarıyla o zamanların evliliğe bakış açısını karşılaştırsak ne söylemek istersiniz?

Ben evlendiğimde on yedi yaşındaydım. Şimdiki evliliklere bakış tarzı ile o zamanların evliliğe bakış tarzı çok farklı idi. O zaman çoğu insan, evlenirken paraya-pula makama, şöhrete tamah etmezdi. Evlenecek adaylarda dürüstlük, dindarlık ve merhamet gibi hasletler aranırdı. Maalesef şimdi iki taraf da önce makamı, parayı vs. arıyor.

Babam esnaftı. Bisküvi, şekerleme üretimi yapardı. Babamın dükkân komşusu bir gün babama gelmiş.

“-Abdullah Bey, ben senin huyunu, iş ahlâkını çok beğeniyorum. Kızını bilmiyorum, ama senin yetiştirdiğin evlât da senin gibidir. Bu yüzden oğlum için kızınıza tâlip olmak istiyoruz. Uygun görürsen yarın hanımımı, âilenizin yanına tanışmak için göndermek istiyorum.” demiş. Babam da:

“-Buyursunlar.” demiş. Anneme, akşam yemekte:

“-Yarın arkadaşımın âilesi sizinle tanışmak için gelecek!” diye bilgi vermiş.

Benim yaşım henüz on altı, daha… Ertesi gün hanım geldi. Biz de perde arkasından onları izliyoruz. O zamanın en son model arabası olan Cadillak marka araba ile… Bunu özellikle anlatıyorum ki, genç kızlarımıza örnek olsun, övünmek için değil! Hanım geldi, tanıştık. O sırada eş-dost, akraba duyuyor tabi, bize tâlip olduklarını…

Sâcide Annem (kayınvâlidem) bunu duyunca, hemen babamın yanına gelerek:

“-Biz de Nurhayat’a talibiz!” diyor.[1] (Bu arada Sâcide Annem, benim halamdır.)

O gün Cuma günüydü. Babam Cuma namazına evin yakınındaki câmiye geliyor. Sonra da olanları anneme anlatıp aralarında istişare ediyorlar. Bir tarafta ablasının oğlu, bir tarafta dükkân komşusu… İkisi de sevdikleri âileler... O gün amcamın hanımı da bizde. Ben içeride onlara kahve pişiriyordum, konuştuklarını da duyuyordum. Yengem, zengin taraf olsun istiyordu. Halamlar onlara nazaran orta hâllilerdi. Yengem:

“-Abi, terazide iki aileyi tart. Hangisi daha ağır gelecekse onlara ver!” dedi.

Babam bunu duyunca celâllendi.

“-Ben kızımı parayla mı veriyorum ki, mallarını tartayım!” dedi. Sonra da “Halıya veririm hasır olur, hasıra veririm halı olur. Kısmetinde ne varsa olur. Yeter ki, helâl lokma olsun!” dedi.

Bu sözünü hiç unutmam. Zengin taraf:

“-Ayrı ev açarım.” Tam karşımıza yeni bina yapılmıştı. “Bizim oğlumuzla evlendiğinde, kızın karşı apartmanda olacak, el sallasanız sizi görecek!” dediler.

Bu tarafta ise, Ahmet Bey ekmeğini taştan kendi çıkaracak, hayata sıfırdan başlayacak. Ayrı ev açamayacak. Ailesi ile beraber yaşayacağım. Düşünün, bugün böyle bir durum olsa hem âileler, hem kızlar zengin olanı tercih eder, öyle değil mi? Babam bana:

“-Kızım sen nereye gidecek olsan, kısmetin seninle gider!” dedi.

Böylece yapılan yoğun istişareler neticesinde, babam Ahmet Bey’in ahlâk ve çalışkanlık açısından daha isabetli olduğunu düşünerek beni halamın oğluna vermeye karar verdi. Biz ne kadar yakın akraba dahî olsak birbirimizi neredeyse hiç görmemiştik. Ben çocuk yaşlarındayken Ahmet Bey ilkokulu bitirince İstanbul’a gitmiş, eniştesi ile ticaret yapmış, o yüzden biz birbirimizi neredeyse hiç görmeden büyümüştük. Askerliğini İstanbul’da yapmıştı. Bizim evlenmemize yakın Kayseri’ye dönmüş.

Ben kışları, Kız Sanat Okulu’na giderdim, yazın da Kur’ân Kursu’na… İşte bir yaz akşamı beni istemeye geldiklerinde de Yâsîn Sûresi’nin son sayfasını ezberliyordum. Hattâ son sayfasını tekrar ederek kahveyi pişiriyordum. Acaba hangi kız, Kur’ân ezberi yaparken isteme kahvesini pişirmiştir. Demek ki yaşımın küçüklüğü sebebiyle o ânın heyecanında değil, sûremi ezberlemenin derdindeymişim. Benim en sağlam, en güzel ezberim o son sayfadır. Hâlâ son sayfayı okudukça o günü hatırlarım, elhamdülillah! Bu hatıra, bana çok huzur verir.

Kahveler içildikten sonra halam mutfağa, yanıma geldi.

“-Kahveni içtim kızım.” dedi. Ben de:

“-Âfiyet olsun halacığım!” deyince:

“-Halalık bitti kızım, bundan sonra sen benim gelin kızımsın artık.” karşılığını verdi. “Benim bir tek oğlum var, sen de benim gelinimsin.” dedi.

Bu uyarısı hoşuma gitmişti. Artık rollerimiz değişmişti. Ben bir gelin olarak davranacaktım, halam da annem olacaktı. Eskiden büyüklerin çoğunluğu nefsi için uyarıda bulunmaz, gelecek neslini terbiye etmek için îkaz ederlerdi. Belki bu hâlis niyet sebebiyle büyüklerimize saygı ve hürmet daha fazla idi. Beni çok sahiplendiği için daha evlenmeden içimden:

“-Ben Sâcide annemi, muhabbet ve vakarla taşıyacağım ve hürmet edeceğim.” diye kendime söz vermiştim. Evlendikten sonra da gücüm yettiği kadar yapmaya gayret etim. Herkes zengin aileye niçin verilmediğimi bir türlü anlamıyordu. Hâlbuki Sâcide Annem, çok ahlâklı, sabırlı ve vakur bir hanımdı. Bir gelin olarak bana çok kıymet verdi, bir anne gibi beni bağrına bastı. Kendisi de büyük bir âileye gelin gelip onlarla beraber yaşamış. Çok mükemmel bir insandı.

Bazı insanların değer yargıları çok farklı oluyor. Bu yüzden gelin-kayınvâlide çatışması çok oluyor. Bizim örneğimizde görüldüğü üzere, büyükler evlât gibi bağrına basarsa, samimiyetle severse, karşılığında mutlaka sevilir. Bu bizim düsturumuzdur; “Seversen, sevilirsin!” Ama sevmeyi bilmezsen, herkesle kavga edersin! Evlâdınla kavga edersin, gelinle kavga edersin, havayla kavga edersin; “Bugün hava niye yağmurlu, bugün hava niye rüzgârlı?!” diye... Böyleleri hiç memnun olmaz. Hattâ içinden kendinle kavga edersin. Bu yüzden bir insanın önce kendisi ile barışık olması lazım. Büyüklerimiz herkesle, her şeyle barışıktı; “Yağmur yağıyor.” demez, “Rahmet yağıyor, duâ kapıları açıldı, duâ edin!” derlerdi.

Rahmetli kayınpederim bana “Anam” diye hitap ederdi. Sâcide Annem:

“-Niye kızım demiyorsun da anam diyorsun?” diye sorunca:

“-Çünkü o bizim anamız gibi, ne giyeceğimizi o düşünür, ne yiyeceğimizi o düşünür. Her şeyimizi o düşünüyor. O yüzden o benim anam!” derdi.

Beni evlatlarından öte bağırlarına basıp sahiplendiler. Ben altı ay kadar nişanlı kaldım. Babam:

“-Hem kızımın yaşı biraz büyüsün, hem de Ahmet, babasının parasına el açmasın, işini kursun, rızkını kazansın!” diyerek hemen düğün yapılmasını istemedi.

Bu süreçte bile çok mesafeli görüştük. Büyüklerle beraber ziyarete gelirlerdi. Biz nişanlımızın karşısına bile oturmazdık, yan taraflara otururduk. Ancak ikram yapılırken birbirimizi görürdük. Bugün bu güzel edep örneklerini kaybettik. Gençler, aylarca arkadaş olup geziyor, nişanlıyken evli gibi hâlleri… Belki bugünün huzursuzluklarının en büyük sebebi, İslâm’ın koyduğu sınırlara dikkat edilmemesidir.

Evlenince âile ve akrabalarla aynı binada oturduk. Bizde aslâ kayınvâlide-kayınpeder diye bir kelime yoktu. Hep “anne”-“baba” dedik. İlk defa kayınvâlide-kayınpeder sözünün, İstanbul’da kullanıldığını gördüm. Annem, babam bile ziyaretlerine gittiğimizde:

“-Kayınvâliden, kayınpederin nasıl?” diye sormazlardı. “Kızım, annen-baban nasıllar?” diye sorarlardı. İstanbul’da da hep “annem” diye tanıttığım için herkes kayınvâlidemi benim öz annem zannederdi. Şimdi maalesef her yerde bu zerâfeti kaybettik.

Evlendikten sonra kış ayı gelince Sâcide Annem (kayınvâlidesi), bir gün bana:

“-Evlâdım, babaanneni Ahmet amcasından alıp getirsin! O avlulu evde düşer. Kaloriferi yok, üşüyebilir. Babaannen bizimle birlikte kalsın.” dedi.

Eşim Ahmet Bey’in babaannesi, amcasında kalıyordu. Evleri de sobalıydı. Düşünün, o esnada biz zaten iki âile bir dairede kalıyorduk.

“-Anneciğim, babaanne gelince nereye yatıracağız?” dedim. Sâcide Annem:

“-Kızım, yemek masasını girişe alırız. Masanın yerine de baban divan alır, babaanneye hazırlarız.” dedi.

Biz her gece o divanın üzerine babaanneye yatağını hazırlar, başucuna sürahiye suyunu hazırlar, teheccüde kalkınca ağzı kurursa yesin diye meyve dilimler koyardık. O bu hazırlıkları görünce sevinerek:

“-Günün, gününden âlâ geçsin. Allah senden râzı olsun!” diyerek bize duâ ederdi.

Onun o güzel duâları ile odama huzurla giderdim. O lezzeti düşündükçe hâlâ içimde hissederim. Çocuklarımı büyütürken evde iki büyük babaannenin çok faydasını gördüm. Çocuklarımız ilk kelime-i tevhîdi, salavât-ı şerîfeleri onlardan öğrendiler. Ben bir işle meşgul olsam, çocuklarıma sevgi ve şefkatle bakarlar, uyuturlardı. Asıl miras bunlar, çocuğa bırakılan mal-mülk değil! Şimdi çocukları ecnebî bakıcılar büyütüyor. Niye böyle oluyor? Çünkü gelinini düşman görenler var, torununu da o düşmanın çocuğu olarak görüyor. Kızının çocuğunu bağrında uyutuyor, ama gelinin çocuğunu kucağına bile almıyor. Bunları duyunca çok üzülüyorum. Ama şunu unutmayalım, insan insana zimmetlidir. İnsan insanı tamir eder. Gelin de bir annenin evlâdıdır. Kayınvâlide de o oğlun annesidir.

Babaannemiz, sekiz sene her kış bizimle beraber kaldı. Yazları da amcamızın bağ evinde onlarla beraber kalırdı. Biz o babaannemizin bereketini çok gördük. Evimiz, iki oda, bir salondan ibâretti. Otuz sene sonra aklıma geldi:

“-Ahmet Bey, o evimiz herhalde yüz elli metre kare vardı, değil mi?” dedim. Ahmet Bey:

“-Hayır, en fazla seksen metre karedir!” deyince çok şaşırdım.

Çünkü orası bana saray gibi geliyordu. Çünkü ben o evin gelini gibi değildim, kızı gibiydim. Bana böyle hissettirdi büyüklerimiz… Allah onlardan râzı olsun! Onlar bizi sevince biz de onları sevdik. Şimdi evim çok büyük, ama beyim de ben de o günlerimizi hasretle yâd ederiz.

Daha sonra İstanbul’a geldik. Yine âile apartmanına geçtik. Üst katta görümce ablam, karşımızda amcam, otuz sekiz sene de onlarla beraber yaşadık. Bazıları bunları anlatınca çok fedakârlık yaptığımızı düşünüyor. Hayır, fedakârlık değil bu bence!.. Sevdiğiniz insanlara uyum sağlıyorsunuz, bilerek ve isteyerek... Kayseri’de bir tâbir vardır: “Kızım, vardığın yer körse, sen de gözünü kırparak bakacaksın!” diye... Biz de ayak uydurduk, elhamdülillah!

Bir gün Ahmet Bey, İstanbul’a mal almaya gitmişti. Dönüşte Sâcide Annemle kapıda karşıladık. Ahmet Bey, bavulu açtı. Bana bir paket uzatıp:

“-Bunu sana hediye aldım.” dedi.

Sâcide Annem bekledi, kendisine bir hediye çıkmayınca omuzları düştü. Belli ki üzüldü.

“-Benim mutfakta işim var!” diye mutfağa gitti. Ben:

“-Eyvah, annen üzüldü. Ona hediye almadın mı?” dedim.

“-Almadım. Sana hediye almak kolay! Onun ne giyeceğini bilmem, ben o yüzden almadım.” dedi.

(Sandığım, ev küçük olduğundan koridorda, masanın altında duruyordu. Şimdi olsa, evin dizaynı bozulur, misafirlere ayıp olur diye konmaz. Biz o masada kaç misafir ağırladık! Kimse de “Bu masanın altında sandığın ne işi var?” demezdi.)

Hemen sandıktan bir kumaş çıkardım. Hemen bir poşete sardık. Sesimi onun mutfaktan duyacağı kadar yükseltip:

“-Aa Ahmet Bey, anneme de bu güzel hediyeyi mi aldın?” diye seslendim.

Sevinçle mutfaktan geldi. Onun bu sevincini görünce, sevdiği şeylerden sandığa hazırlayıp koydum. Ahmet Bey her İstanbul’dan dönüşünde, sanki kendisi almış gibi verirdi. Gelene gidene, sevinçle, “Oğlumun hediyesi!” diye gösterirdi.

 

Âile içi edep sınırları nasıl olmalıdır?

Bu sorunuza bir örnekle cevap vermek isterim. Meselâ telefonum çalsa, telefonumu alır, başka odaya geçer, kapıyı kapatırım. Kimse de kiminle konuştun diye sormaz. Çünkü âiledeki en önemli edep sınırı mahremiyettir. Âile içi olumlu ve olumsuz yaşanan hiçbir şey ifşâ edilmez. Evde büyüklerimiz varken çocuklarımızı terbiye için kızmamız gereken yerde bile kızmadık. Çünkü büyükler, böyle şeyleri üzerine alınırlardı. Onlar alınmasın diye sesimizi dahî yükseltemezdik. Apartman komşularımız:

“-Nurhayat Hanım, her daireden ses geliyor, sen çocuklara hiç bağırmıyor musun? Halbuki senin üç çocuğun var. Bizim bir veya iki çocuğumuz var, senin sesin hiç duyulmuyor.” derlerdi.

Ben de bizim evdeki büyükleri gösterirdim. Bize onların varlığı frene bastırırdı. Allah onlardan râzı olsun, eğer onlar başımızda olmasaydı, belki biz de bağırırdık. O yüzden âile içi edebi, hayatımızda onlar sayesinde kolayca öğrendik ve yerleştirdik. Onlar bize hep ganimetti. Onlar bize hâlleriyle her an ders verirdi.

Hep âile apartmanında yaşadık. Ama hepimizin sınırları vardı. Hiç birbirimizin evine dalıp girmedik. Hep saygı ve sınırlarımız vardı. Bunun bereketini çok gördük, elhamdülillah!

Yine babam, ben evlendiğimde, belime gelin kuşağımı bağlarken şöyle bir nasihatte bulunmuştu:

“-Evlâdım, sen eşinle yer içer gezersin, bize anlatmazsın. Ama ufacık sıkıntını bize taşır getirir anlatırsan, annenle bana uykuyu haram eder, yatak parçalattırırsın!” dedi. Biz de hiçbir zaman şikâyet taşımadık, elhamdülillah!

“-Yavrum, sen eşini ve âilesini râzı edersen ben de senden râzı olurum!” dedi.

Âile içi edebin en güzel tezahürlerinden biri de hayatımızın her ânında disiplin, tertip ve düzen içinde olmaktır. Gecenin neye gebe olacağı belli olmaz. Yatmadan mıntıka temizliği yapılır. Terliklerimizi bile kıbleye düzgünce çeviririz. (Sonradan Mahmud Sâmî Efendimiz öyle yaparmış diye öğrendik.) Sabah, iş olarak sadece yatağı düzeltmek kalmalıdır.

 

Eşler arası saygı ve muhabbeti, âilede nasıl diri tutmalıdır?

Babam kalp hastası olmadan evvel şekerleme üzerine çalışırdı. Kalp hastası olunca çok yorulmamak için iş değişikliği yaparak sarraflığa geçiş yaptı. Bu yüzden eve erken gelirdi. Eşim Ahmet Bey de toptancılık yapardı. Bu yüzden evden erken çıkar, akşam da geç gelirdi. Ben yeni evlenince, yaşım küçük, câhilim tabi… Babaanne otururdu, Sacide annem otururdu. Ben pencerede Ahmet Bey’in gelmesini beklerdim.

Bir gün ayakta beklemekten yoruldum:

“-Herkes akşam olunca evinin yolunu biliyor, bir Ahmet Bey bilmiyor.” dedim.

Sâcide Annem çok firâsetli bir hanımdı. Bu sözümü duyunca bana kızıp:

“-Benim oğlum, baban gibi sarraf değil! Oğlum nasıl zor işler yapıyor da geç kalıyor.” demedi bana… Kalktı:

“-Hadi kızım, hazırlan gidelim dükkâna… Bakalım Ahmet, bu saate kadar ne yapıyor, bir görelim.” dedi.

“-Anneciğim, dışarıda kar yağıyor, hava soğuk. Bu karda üşütürsünüz!” dedim.

“-Olsun, kol kola girer, yavaş yavaş gideriz.” dedi.

İşyerimiz de yakındı. Sâcide Annemle kol kola girdik, gittik. Dükkâna vardığımızda Ahmet Bey merdivenin birinden iniyor, birine çıkıyor. Ellerinde koliler, boşalan raflara mal yerleştiriyor ki, sabaha hazır olsun. Elleri hep kir, toz içinde… Onu öyle yorgun argın görünce içim yandı. Ben çok şaşırdım tabi, hiç böyle tahmin etmemiştim. Sâcide Annem, kulağıma eğilip:

“-Biz evde geç kaldın diye söyleniyoruz, bak yavrum, erkekler nasıl çalışıyor!” dedi.

Ben çok mahcup bir şekilde başımı eğdim, hiç ses çıkaramadım. Ahmet Bey de bizi görünce:

“-Anneciğim, Nurhayat üşümesin. Onu al götür hemen eve…” dedi.

O an onun kendini düşünmeyip muhabbet ve merhametle beni düşünmesi, bana ders olarak yetti. O günden sonra hiç şikâyet etmedim. Banyoda elini yıkarken başında durdum. Elinin kirini yıkarken:

“-Sen içeri git, bu manzaraya alışık değilsindir.” dedi. Ben de ona:

“-Ben senin elinin kirini seveyim!” dedim.

İşte kızım, helâl rızık kolay kazanılmıyor.

Ahmet Bey’le evlendikten yıllar sonra:

“-Nurhayat, annem seninle evlenmemi bana teklif ettiğinde ben, «Anneciğim dayım çok zengin, bana kız vermez!» dedim. Annem de: «Oğlum, sen akl-ı selîm, güzel evlâtsın. Benim bildiğim, dayın paraya tamah etmez. Ahlâk ve dürüstlüğü tercih eder.» dedi. Dayım beni tercih edince, ben onu mahcup etmemek için rızkımı helâlinden en güzeliyle kazanmak uğrunda daha fazla gayret ettim! Ben un için çalıştım, ün için değil!” dedi.

Bu sözü ile bana deryaları verdi. Ahmet Bey hep böyledir. Hep sessizce, tevazu ile gayret eder. Fakir-fukarayı sever. Hep evine, âilesine düşkündü. Biz ona hizmet etmeyi, o da bize hizmet etmeyi bir ganimet biliriz. Bir yere gidecek olsam, arabamı temizletir, benzinini koyar, arabayı çıkışa hazırlar. Arabanın anahtarını verirken de:

“-Araban uçuşa hazırdır!” der.

Âilesinden görmüş, öğrenmiş; güzel âile yetiştirmiş işte onu… (Devam edecek)

 

Röportaj: Halime DEMİREŞİK

 

 

[1] Birisi, bir kıza tâlip olduğunda, ona olumlu-olumsuz bir cevap verilmeden, başka birisinin aynı kıza tâlip olması, Peygamber Efendimiz tarafından yasaklanmıştır. Tabi, biz, o zamanlar bunları bilmiyorduk.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle