Ben bu yıl hacca gitmeye niyet ettim. Uzun, yorucu bir yolculuk… Belki gidişi var, dönüşü yok; belki dönüşü var, döndüğümde ayrıldığım kimselerle bir daha görüşme imkânı yok!.. Bu yüzden herkesle görüşmeli, helâlleşmeliyim. Eski defterleri araştırmalı, kimin kalbini kırdıysam, kimin hakkını gasbettiysem tek tek görüşmeliyim. Böyle bir yolculuğa, altı delik heybelerle gidilmez. Çünkü bir taraftan doldururken diğer taraftan boşalıverir.
Bu ulvî yolculuk öncesinde maddî hazırlıklarımı tamamlamalı; evime, âileme, çevremdekilere borçlarımı ödemeli, ben dönene kadar onlara yetecek kadar helâlinden bir şeyler bırakmalıyım.
Bu yolculuğa mânen de hazırlanmalıyım. Aklımı, fikrimi, meşguliyetlerimi, amellerimi, gönlümü hazırlamalıyım. Nereye gittiğimi, niçin gittiğimi düşünmeli ve oraya nasıl gidilmesi gerekiyorsa öyle gitmeye çalışmalıyım.
Ben nereye gidiyorum?
Beytullâh’a, Allâh’ın evine… Bir yere misafirliğe gidilirken eller boş gidilmez. Oraya giderken de, ev sahibinin hoşuna gidecek hediyelerle gitmeliyim. Rabbimiz, “kalb-i selîm” istiyor, o büyük hesap gününde… Onun provası olan hacca da kalbimi temizlemeye çalışıp gitmeliyim demek ki… Biz, orada “Rahman’ın misafirleri” olacağız. Kendimize, bu misafirliğe uygun bir çekidüzen vermek gerekiyor. Orada da misafirlik kurallarına riâyet…
Niçin gidiyorum Kâbe’ye?
Bir, “seçildiğim” için… Yani ilâhî bir dâvetle gidiyorum. Hazret-i İbrâhim’in yüzyıllar önce Safâ tepesinden ve Ebû Kubeys dağından insanlara yönelttiği çağrıya “Evet” demek için, Rabbimizin dâvetine “Lebbeyk” demek için… O hâlde bu dâvete lâyık olmaya çalışmak lâzım… İkinci olarak, bu Allâh’ın bir emri… “Gücü yetenlerin ömründe bir kere haccetmesi, Allâh’ın kulları üzerindeki bir hakkı”… O hâlde Allâh’ın üzerimizdeki hakkını ödeme borcumuz var.
Bu yıl, insanlar arasından Rabbimiz bizi seçti, geride kalan insanların temsilcisi olarak… Orada ümmet-i Muhammed’i temsilen bulunmanın icapları var. Onların dertlerini, sıkıntılarını yaşamalı, hissetmeli ve bunların en hayırlı bir şekilde hall u âsân olması için duâ ve temennilerimizi dile getirmeliyiz. Biz, bu yıl, ümmet-i Muhammed’in Arafat’ta yaşaran gözü, söyleyen dili, ürperen kalbi, niyaz için yerlere, toza toprağa bulanan yüzü olmalıyız.
Bu yıl, bundan önceki pek çok yıl gibi, derdimiz çok!.. Ümmet olarak dertliyiz, ölen yavrular için, yok olan hâneler için, hicret yollarında perişan olanlar için, tefrika giren kardeşliğimiz için, hastalar, garipler, dullar, yetimler, yaşlılar için hep duâ etmeliyiz. Ülke ülke, millet millet, fert fert bütün ümmet-i Muhammed’in derdini oraya taşımalı, oradan maddî-mânevî çözüm yolları bularak dönmeye çalışmalıyız.
Evet, niyet ediyorum hacca… İhramı kuşanırken, dünyadan, dünyaya âit bütün mal, mevki, makam, rütbe ve ünvandan sıyrılıyorum. Hepimiz bir oluyoruz, mahşer meydanında olacağımız gibi… Kabirden dirilmiş, bekliyor gibi… Aradaki farklar bitiyor, çeşit çeşit millet, ırk, renk… hepsi aynı elbiselerle Allâh’ın huzuruna duruyor.
Hepimiz eşitiz; çünkü hepimiz insanız. İnsanlık paydası, Allâh’ın huzurunda hepimizi “kul” olarak eşit kılıyor.
Dünyanın elbiselerini çıkartıp âhiret yolcusunun kefene büründüğü gibi ihrama girerken dünyevî bütün meşgale, dert ve tasaları da arkada bırakıyorum. Artık gözümde geride bıraktığım evim, arabam, âilem, işim-gücüm olmamalı… Bir tek noktaya kilitlenmeli ve her şeyi arkamda bırakmayı bilmeliyim. Tıpkı namazda tekbir alırken elimin tersiyle bütün dünyayı ittiğim gibi, hac için ihrama girerken dünya elbiseleri ile birlikte dünyaya ait her şeyi de çıkarıp atmalıyım üzerimden… Ya da Hazret-i İbrahim’in çok sevdiği hanımı Hazret-i Hacer ile Hazret-i İsmâil’i burada bıraktığı gibi, ben de O’nun rızası için, geçici de olsa bütün sevdiklerimden ayrılabilmeliyim.
Geride bıraktıklarım da, Hazret-i Hacer’in ifadeleriyle, “Eğer bunu sana Allah emrettiyse, gözün arkada kalmasın, O bize kâfidir.” demeli… Benim gözüm arkada kalmamalı, onların gözü ve ümidi de merhametlilerin en merhametlisine yönelmeli…
Bu şekilde ayrıldıktan sonra, Haremeyn’e doğru hareket etmeliyim. Eşimin, dostumun, o mübârek topraklar için hazırladığı hediye hatimleri, kelime-i tevhidleri, salât u selâmları, duâları, zekât ve hayrâtını da yüklendikten sonra, artık hazırım. Yâ Rabbi, mahcub etme… Yâ Rabbi, Rasûlü’ne lâyık ümmet eyle!.. Yâ Rabbi, bu hac yolculuğunu kolaylaştır ve kabul buyur. Bizi, rızâna yaklaşmaya vesile eyle… Âmin.
*
Şimdi mübârek topraklardayız. Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i İsmâil’in, Rasûller Rasûlü Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşadığı topraklar… Hâlâ buram buram asr-ı saâdet kokan, Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Hudeybiye, Tebük, Tâif kokan topraklar… Mekke kokan, çile, ıstırap, sabır, tevekkül, teslimiyet, tebliğ, mîraç, hicret, cihad kokan topraklardayız.
Kâbe kokan topraklardayız. Hazret-i İbrahim ile Hazret-i İsmâil’in Kâbe’yi inşâ ederken ayaklarını bastıkları, taş taş, tuğla tuğla ördükleri, arasına harç olarak gönüllerini, aşk ve teslimiyetlerini koyup perçinledikleri topraklardayız.
Bir gözümüz Safâ’da, diğeri Merve’de… Sanki burada biraz önce koşuşturmuş Hazret-i Hacer’in rüzgârı var. Allâh’a ne kadar içten tevekkül ediyorsa, bir o kadar da kulluğun gereğini anlamış; elinden geldiği kadar evlâdını yaşatmanın endişesini taşıyan bir annenin heyecanı, gayreti ve emeği var. Bugün o ikisi, mübârek anne ile şerefli evlâdı iki tepe, Safâ ile Merve olmuş, onların gönlünden fışkıran ırmak “Zemzem” olmuş bütün gönülleri serinletiyor, dünyanın kavuran çöl sıcağında…
Şimdi Kâbe’nin karşısında mest olmuş pervâne gibi dönüyoruz. Elektronun proton etrafında, dünyanın güneş etrafında, güneşin kendi yörüngesinde ve güneş sisteminin de galakside dönüşü gibi dönüyoruz. Bir merkeze gönlümüzü kilitledik, halka halka etrafında dönüyoruz. Bir ayağımız hakikat Kâbe’sine kilitlendikten sonra, pergelin hareketli ayağı gibi, dünyanın etrafında dönen bulutlar gibi dönüp duruyoruz. Bu dönüşün sonu, yanıştır. Kendinden kopuş, o “Sonsuzlar sonsuzu”nda yok oluştur. Kendimize âit bütün duygu, düşünce ve enâniyetler, “benim, bizim” dediğimiz ne varsa, hepsinin gerçek sahibine teslim ediştir. Aradan çıkış, içimizdeki “O” ile her yerdeki “O”nun buluşmasıdır.
Şimdi Arafat meydanındayız. Milyonların tek yürek, tek dilek, tek bilek olduğu… Seslerin seslere, duâların Kur’ânlara, salât u selâmların tekbir ve tesbihlere, insanların meleklere karşıtığı yer ve zaman… Yer nerede başlıyor bitiyor, gök nerede belli değil… Yerdekiler mi gökte, göktekiler mi yerde, o da belli değil!..
Bugün şeytanı taşlamaya gidiyoruz. Ufacık ufacık taşlar topladık. Ufacık taştan ne olur demeyin? İhlâsla atıldığı zaman o küçücük taş, şeytanın başını koparıyor. Anlıyoruz ki, mesele taşın büyüklüğü küçüklüğü değil!.. Mesele onu atan yürek ve niyette… Anlıyoruz ki, hayatımızdan şeytanı kovmak için her zaman çok büyük görünen adımlar atmaya gerek yok!.. Bazen çok küçük adımlar, çok basit görülen düşünce ve duygu değişiklikleri, çok büyük mesafe almaya sebep olabiliyor. Bugün burada şeytana attığımız taş, aslında gönlümüzdeki şeytanları da hedef alıyor. Onlar da bu taştan muzdarip… Keşke bu taşları hayatımızın her ânında, her yerde atabilsek…
Kurbanlarımız kesiliyor. İçimizdeki nefislerimizi, hevâ ve heveslerimizi kurban ediyoruz. Dünyaya âit ne varsa, O istediği için, O’nun rızâsına ulaşmak için bıçağın altına yatırıyoruz. Akan kanlar, içimizdeki kirleri de götürüyor. Bugün artık daha hafifledik. Günahlarımızdan, içimizdeki ve dışımızdaki sıkletlerden kurtulduk. Kuş gibi hafifiz.
Şimdi temiz, tertemiz bir şekilde son bir kez Kâbe’ye gidiyor, vedâlaşıyoruz. Artık burada yaşadığımız duygularımızı, memleketlerimize taşımanın vakti geldi. Kanın, kalbe ulaşıp temizlendikten sonra tekrar bütün vücuda pompalanması gibi, biz de dünyanın dört bucağına dağılıyoruz. Bir dahaki yıl, kirlenip tekrar “kalb”e gelene kadar bu temizliği, bu berraklığı bütün âleme yaymaya çalışacağız.
Allâh’ım, bizi sevdin, Müslüman yarattın; seçtin mübârek Haremeyn’i de kabul buyurdun. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhametinle muâmele et! Sen bizim mevlâmızsın, bize katından bir sahib çıkar ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!.. Âmin.
YORUMLAR