Nereye Bu Gidiş?

Dünya, insanoğlunun rûhu ile bedeninin buluştuğu ve belli bir süre hayatını sürdürdüğü, türlü câzibeleri bulunan bir mekândır. Dünya, içinde birçok beşerî muhabbet unsurlarını barındıran, her insanı kendisinde bulunan fânîliklere davet eden büyük bir aldatıcıdır. Bundan dolayıdır ki İslâm, insanın dünya ile münasebetini hep bir “sınırda” tutmuş, serâpâ dünyaya bağlılığı, dünyaya muhabbeti ve dünyayı tek gâye hâline getirmeyi reddetmiştir. Çünkü dünyanın içinde, insanı yoldan saptıracak birçok nefsânî unsurlar mevcuttur. Her zaman âfetlerinden Allâh’a sığınmamız gereken, şöhret, mal, makam, mevki ve statü gibi dünyalık pâyeler, çok defa insanın çetin bir imtihanı olur ve insanı yürümesi gereken sırât-ı müstakîmden çıkarabilir.

“Bir ağacın altında gölgelenip sonra yoluna devam eden bir yolcu” edâsı ile bakmamız gereken bir dünya, içinde bulundurduğu câzibe unsurlarıyla, birçoğumuzun ana gâyesi hâline gelebiliyor ve belki de ebedî hüsranımıza yol açabiliyor.

Mü’minin hayatının iki ana yol göstericisi olan Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi, hâdiselere nasıl bakmamız gerektiğini en açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Dünyanın hakikî yüzü, mü’minin her dâim uyanık olması gereken önemli bir gerçektir.

İnsanın dünya yolculuğu sayılı günlerden ibarettir. Sayılı nefeslerden ve sayılı saniyelerden… Ama insan her ânında yanıbaşında gördüğü, şâhit olduğu “ölüm” gerçeğinin bir gün kendisini bulacağını pek az düşünür.

İnsanın ölüm hakikatini, kendinden bu kadar uzak görmesi, bir bakıma dünya hayatının Rabbine en güzel bir şekilde kulluk vazifesi içinde geçmesi için bir nîmet olarak düşünülse de, asıl korkulması gereken husus, bu dünyada fânî olmanın unutulması ve derin gaflet uykusundan uyanılamamasıdır.

Dünya yaratılalı beri binlerce yıl geçmiştir. Ancak dünyanın asıl unsuru olan insan, varlık âleminin başında da insandı, bugün de aynı insan... Dolayısıyla insana ait ne kadar zaaf, isyan ve günah var ise, tarihin her safhasında var olagelmiştir.

Bugün azgınlıkta haddi aşan insan, aslında tarihte de aynı azgınlık belasına müptela olmuş, Rabbini unutmuş ve çoğu defa isyan bataklığına saplanmıştır. Bu yoldan çıkma sahnelerini bize haber veren Kur’ân âyetleri, hâdiseleri en güzel bir tasvirle anlatmıştır. Nuh -aleyhisselâm-’ın kavminin yaşadığı tûfan, Lût -aleyhisselâm-’ın kavminin muhatap olduğu helâk, Semûd Kavmi’nin dûçar olduğu felâketler; insanlık hâfızasında acı birer ibret tablosu olarak kalmaya devam edecektir.

Yaşadığımız sözde “modern dünyada” da aynı kendini bilmezlik ve aynı sorumsuzluk devam etmektedir. İnsanlık, nefsâniyetin emrine verilmiş akılla, her işin üstesinden geleceği vehmine kapılarak âdeta “Rabbine meydan okuma” gibi bir isyan uçurumuna düşmek üzeredir. İnsan aklı, ilâhî kâideleri ve fıtrî gerçekleri inkâra yeltendiği andan itibaren Allâh’ın hududunu çiğnemiş ve kulluk sınırları dışına çıkmış oluyor. Dolayısıyla bugünün insanına sorulabilecek en hayatî soru; “bu gidişin nereye olduğu”dur.

Hakk’ın, insanın sınırlı gücü karşısında inkâr edildiği, zayıfın “haklı olsa da” ezildiği, güçlü olanların güçsüz olanları sömürdüğü bir dünyada, sorulması gereken tek bir soru var: “Nereye bu gidiş?”

Aklın, vicdanın, merhametin, hak ve insanlık değerlerinin kendi doyumsuz heveslerine kurban edildiği; âdeta “kendi putlarını kendi elleri ile yapıp, acıkınca da yedikleri” bir anlayışla dünyaya hükmedenlerin aklı, çok komik ve dramatik bir duruma düşüyor da bu hâlinden haberi bile olmuyor.

Henüz fıtrî duygularını kaybetmemiş, doğrunun ve yanlışın ne olduğunun farkında olan akl-ı selîm her insanın bu soruyu sorması gerekmez mi?

“Nereye bu gidiş?”

İnsanlık aklı, bu aymaz gidişin farkında olmalı ve kendi felâketini hazırlamaktan vazgeçmelidir. Akl-ı selîm olarak, ilâhî vahyin muhatabı olan biz mü’minler, insanlık âleminin vicdanı olmalı ve hakikati söylemekle kendimizi mes’ûl görmeliyiz.

Toplumda hangi rolde olursak olalım; hangi statü ve varlık gücünde olursak olalım, neticede Allâh’ın yarattığı “şerefli bir insan”ız ve bu taltifin karşılığını da Rabbimiz’e kulluğumuzla ödemek zorundayız. Bu da en başta hâdiselere karşı sağlıklı bir bakış açısı geliştirmekle mümkündür. Niyetlerimizi temiz tutarak, üzerimizdeki nîmetlere şükrederek; bu hayat emanetini sahibine teslim etmekle yükümlüyüz.

İnsanlık âleminin başına gelen her türlü felâket, öyle gelişigüzel olmamakta… Her bir felâketin ilâhî bir sır ve hikmetle insanlığın başına gelmekte olduğunun farkına varmak zorundayız. Hangi ferdî veya sosyal felâketle karşılaşırsak karşılaşalım; sığınacağımız, ellerimizi açacağımız, keremi sonsuz bir Rabbimiz’in olduğunu unutmamalıyız.

Allâh’ın hem rahmeti hem de gazabı her tarafı kuşatmışken bizim O’nun rahmetini celbedecek davranışlarda bulunmamız, içimizdeki gâfiller yüzünden Rabbimiz’in bizi imtihan etmesinden yine O’nun engin rahmet ve mağfiretine sığınmamız gerekmektedir.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle