Hazret-i Yûsuf’un, “Ben nefsimi temize çıkarmam, Rabbimin acıyıp korudukları dışında, o, dâima ve aşırı bir şekilde kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 53) buyurduğu, nefis basamaklarının en altında olan “nefs-i emmâre”, yani kötülüğü emreden nefsin kullandığı en kuvvetli silah, şehevî güçlerdir.
Cinsellik hormonlarının zirve yaptığı, karşı cinse ilginin en üst düzeyde olduğu, kendini teşhir etme çabalarının arttığı, kendini fark ettirmek adına gençlerin olmayacak şeyleri denedikleri bu dönem, nefs-i emmarenin sultanlığını ilan ettiği bir dönemdir. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki: “Aklı dinlemeyen, ona en çok isyan eden şehvettir.”
Önceden hazırlanmış olan güçlü bir silahımızın olması lâzımdır ki, bu dönemi, en az yara ile atlatabilelim. Geçmişte örfün tesir ettiği unsurlar çok farklı olduğu için genç yaşta evlendirmek sûretiyle gençleri günaha girmekten korurlarmış. Eskiden insanlar 30 yaşında dede-nine olurlarmış… Bugün buna imkânımız yok!. Ne rûhen, ne de maddeten gençler hazır değil… Peki, şimdi ne olacak? Her şey değişse de nefs-i emmare hiç değişmiyor. Öyle bir şey olsun ki, kişi, hem rûhen, kalben, bedenen temiz kalsın, hem de kulun Allah (c.c.) ile irtibatı hiç kopmasın. Lotus çiçeği gibi…
Eski Çin, Eski Mısır, eski Hindistan’da kutsal kabul ediliyor bu çiçek... Yağmurlu iklimlerin çiçeği, nilüfergillerden; daima su ile temas hâlinde, ama su üzerinde değil. Uzun boylu çiçekler… Islanan yapraklar, kuruyana kadar fotosentez yapmaz, oksijen üretmezlermiş. Bu çiçek, her gün yağmur altında kalsa da yaprakları Rahman’ın kudretinden hiç ıslanmıyor. Sanki hücrelerinin yüzeyi bal mumu ile kaplı gibi… Islanmadığı için de güneşle irtibatını hiç kesmeden oksijen üretmeye devam ediyor. Çamurlu ve tozlu bölgelerde yetiştiği hâlde bitkilerin en temizi… Yağan yağmur suları ile salınarak üzerindeki tozu, çamuru temizleyip kendisini her zaman pırıl pırıl tutuyor.
Çocuklar saf ve temizdir; cinselliği tam mânâsıyla anlayamazlar. Fıtratlarına yerleştirilmiş bir iffet, hayâ duygusu da vardır. Küçükken sokakta oynarken bisikletle çarşıya giden, beni her gördüğünde “Tatlı kız!” diyen, durup dururken göz kırpan genç bir adam vardı. O çocuk yaşımda rahatsız olur, ondan korkar, bisikletini gördüğüm zaman bütün gücümle eve kaçardım. Tanımadığım insanların dikkatli bakışlarından rahatsız olur, annemin yanına bitişirdim.
Evin ihtiyacı olan suyu aldığımız mahallemizde bir çeşme vardı ve su doldururken bir erkek çeşme başına gelirse, hemen kabın dolmasını ve âcil oradan uzaklaşmayı isterdim. Erkek çocukları küfrederlerken iğrenme ile karışık utanır, derhal orayı terk ederdim. İlkokul birinci sınıfta yanıma bir erkek arkadaşı oturttu öğretmenim diye günlerce ağladıydım. Yani fıtrî olarak, öğretilmeden bu duygulara sahibiz. Bu, çok kıymetli bir nimet…
Bununla beraber “sözden ziyâde hâl eğitimi ile” mahremiyet algısı oluşturup, utanma duygularını tetikte tutmak gerekir. Tuvalet alışkanlığı oluşturulurken, kıyafetleri değiştirilirken bedeninin mahrem alan olup, kendisinin özeli olduğu, kimsenin mahrem alanına fütursuzca girmesine izin vermemesi gerektiği, o istemeden kimsenin onu öpemeyeceği, kendisinden izin alınması gerektiği gibi hususlar uygulamalı bir şekilde öğretilmeli ve çocukların utanma duygularının gelişmesi sağlanmalıdır. Küçük olsalar da açılıp saçılarak kadın gibi giydirilmemeli, şahsiyetlerine hassasiyet gösterilip iffetlerinin zedelenmemesine çalışılmalıdır.
Tok gözlü olmanın, kimsenin elindekine tenezzül etmemenin, başkalarının elindekine tamâh ile bakmamanın faziletleri hissettirilmeli, bunun başlı başına bir “iffet terbiyesi” olduğu gözden kaçırılmamalıdır. İffeti, sadece cinsellikle sınırlamadan, bir şeref ve şahsiyet bütünlüğü içinde düşünmeli ve yaşamalıyız.
Çocukluk çağından itibaren âilesinde gördüğü, yaşadığı ve bir hayat felsefesi olarak ilmek ilmek şahsiyetine dokuduğu iffet esasları; daha ileriki çağlarda ve bilhassa ergenlik dönemindeki hormon bombardımanında onun en büyük yardımcısı olacaktır. Böylece bütün duygularının galeyâna geldiği o netâmeli dönemde, genç, sahip olduğu “iffet” duygusu ve mü’min şahsiyetiyle güçlü bir direnç kazanacaktır.
* * *
Râgıb el-İsfahânî, insanoğlunun mânevî lotusu olan iffeti; “nefiste yerleşen ve şehvetin insana üstün gelmesini önleyen vasıf” şeklinde tarif etmiştir.
Filozof Aristotales de kendisine yöneltilen:
“-Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?” sorusuna:
“-Yüzlerinde hayâdan dolayı ortaya çıkan kırmızılık…” cevabını vermiştir.
Gerçekten utanma duygusu, hayâ ve iffet, insanın şânındandır. Kaplıcalarda hemcinslerimizin arasında peştemalle bile dolaşamamak, onların açık mahrem yerlerine bakmaktan kaçınıp o ortamdan huzursuz olmak, cemiyet içinde yüksek sesle konuşup, gülüşmekten çekinmek, erkek tezgâhtardan iç çamaşırı satın alamamak, ses çıkaran topuklu ayakkabıdan rahatsız olmak, apartmanlarda pencereden pencereye, balkondan balkona bağırarak konuşamamak, çamaşırları balkonda sererken en mahrem olanlarını, ne evin içindekilerin görebileceği ne de evin dışındakilerin görebileceği orta tarafa serip, üzerine tülbent örtmek, markette muayyen günler için alınması lâzım olan malzemeleri, kasadan geçirtirken kimselerin görmesini istememek, misafir olunan evin gösterilen yerine oturup, bakışları ile olsun evin her yerini gözleri ile taramamak, yemek yiyenin eline bakamamak, yanında eşi olan arkadaşını görünce karşı kaldırıma geçmek, kadının basit iffet örnekleri olup sadece ergenlikte değil, hayatın her döneminde kaybedilmemesi gereken faziletlerdendir.
Bunlara riâyet elbette farz değildir. Bunları işlemek de haram değildir. Ancak harama giden yolda, üst derece alarm mesabesindedir. Âdâb, sünnet-i seniyye ve farzlar iç içe geçmiş daireler gibidir. Âdâbı hafife alanlar sünnet dairesinden taviz vermeye başlar. Sünnet halkasını delip geçenler, farzlar konusunda gevşekliğe düşerler. Aynı durum, bu sefer tersinden şüpheliler, mekruh ve haram hususunda da vardır. Şüphelileri önemsemeyenler, mekruhları işlemeye başlar. Mekruhları rahat şekilde işleyenler de harama düşmeye başlarlar.
Farzların rahatça terk edildiği, haramların gözü kara bir şekilde işlendiği bir hâlde; kişinin en hayatî varlığı olan “îmanı” da ciddi tehlike altındadır. Bu sebeple şeytan ve nefsimizle mücadelede “farz”ın farz olduğunu, “haram”ın da haram olduğunu unutmadan, en dış kalelerden başlayarak muhafazasına itina gösterilmelidir.
Bu durum, beden ölçeğinde anlaşılacak olursa, el-kol ve bacaklar, belki kalp ve beyin gibi, hayatî bir organ değildir. Ama elini, gözünü, ayağını sakınamayan insan, bir müddet sonra vücudunun en önemli organlarını kaybetme tehlikesi ile yüz yüzedir.
* * *
Yoğun bir şekilde şehvet duygusu ile uğraşmak zorunda kalmayan ruh, istidatlarını daha çok keşfedip artırır; mâneviyat âleminde daha çok seyahat etme fırsatına kavuşur.
Kur’ân-ı Kerîm’de “iffet” kelimesi ile aynı kökten gelen isim ve fiil olan kelimeler, dört âyette bulunur. Bu âyetler ve iffetin kullanıldığı ek mânâlar ise şöyle hülâsâ edilebilir:
Bakara Sûresi’nin 273. âyet-i kerimesinde, “imkânları olmadığı için çalışamayan, ihtiyacı olduğu halde de iffetlerinden dolayı isteyemeyen kimselere sadaka verilmesi” emredilmiştir. Biz bu ifadeden, Allah’tan başkasından bir şeyi istemekten çekinmenin “iffetlilik” olduğunu öğreniyoruz.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; bu mânâyı te’yid eden bir hadîs-i şerîfinde; “Allah, yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mü’min kulunu sever.” buyuruyor. (İbn-i Mâce, Zühd, 5)
Nisâ Sûresi’nin 6. âyet-i kerimesinde; “yetimin hâmîsi olan kişinin, yetim bâliğ olana kadar malını korumasını ve iffetli davranıp o maldan yememesinin” “iffetlilik olduğunu” öğreniyoruz.
Nûr Sûresi’nin 33. âyetinde geçen şeklinde ise, iffet; “evlenmeye maddî imkân bulamayanların Allâh’ın lütfu ile durumları düzelinceye kadar iffetli davranıp harama tevessül etmemeleri” anlamıyla kullanılmıştır. Âyetin devamında iffetli kalmak isteyen câriyelerin zorla fuhşiyâta sevk edilmemeleri emredilmiş. Bu âyetten, “cinsel olarak haramdan kaçmanın iffetlilik” olduğu anlaşılıyor.
Nûr Sûresi’nin 60. âyet-i kerimesinde ise; “evlenme arzusu kalmayan yaşlı kadınların ziynetlerini göstermemek kaydı ile dış kıyafetlerini çıkarmaları mâzur görülürken, tüm hassasiyetleri ile dış kıyafete dikkat etmeleri de iffetlilik” olarak takdim ediliyor.
* * *
Zengin yetimin malına gücümüz yettiği halde tenezzül etmemek mala çok zaafı olan insanoğlu için büyük iffet olurken, ihtiyaç sahibi olduğu halde istememek de çok kıymetli bir iffet oluyor. Evlenme kudreti olmayanın cinsî arzularına sahip olup iffetli olması tavsiye edilirken yaşlılığı sebebiyle evlenme ihtimali olmadığı hâlde tesettüre “takvâ” derecesinde dikkat etmenin de iffet olduğunu anlıyoruz.
Hâdise, çok parçalı gibi görülse de aslında öyle değildir. İşin özü, nefsin özellikle başkalarının malını yeme-içme ve isteme arzuları noktasında ölçülü olması ile kendi cinsî istek ve arzular noktasında da îtidali kaybetmemesidir, iffet… Genel mânâda iffet; “nefsi emmârenin doyumsuz arzuları, haram-helal bilmez istekleri karşısında nefsin sîgâya çekilip, itidalden öteye gitmemesi” olarak tarif edilebilir.
Genç sahabî Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-’ın babası Mâlik, Uhud Savaşı’nda şehid olur. Başta annesi olmak üzere yakınları, ihtiyaç sahibi olduklarını bildirmek ve yardım istemek üzere, Ebû Said el-Hudrî’yi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderir. Gittiğinde Medineli müslümanların bir kısmının Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şeyler istediklerini, O’nun da verdiğini görür. Sonra yine isterler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, elindekiler bitinceye kadar verir. Verebileceği şeyler tükenince onlara şöyle hitap eder:
“-Yanımda bir şeyler olsaydı, onları sizden esirgemez, verirdim. Kim dilenmekten çekinir, iffetli davranırsa, Allah onun iffetini arttırır. Kim tok gözlü olmak isterse, Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de sabretmeye çalışırsa, Allah ona sabır verir. Hiç kimseye, sabırdan daha hayırlı ve engin bir lütufta bulunulmamıştır.” (Buhârî, Zekât, 50; Müslim, Zekât 124)
* * *
Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerden Hazret-i Yûsuf, Hazret-i Yahya, Hazret-i Mûsâ -aleyhimüsselâm- ve hanımlardan Hazret-i Meryem ile Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızlarının kıssaları; şehevî arzular noktasında nasıl iffetli olunacağını bizlere çok güzel izah etmektedir.
Harama hiç bulaşmayan, yabancı erkeğin eli eline dahî değmemiş olan Hazret-i Meryem’in çok iffetli olduğunu; yanına gelen Cebrail -aleyhisselâm-’a:
“-Allah’tan kork, bana dokunma!” diyerek kendisini korumaya çalıştığını âyet-i kerîmeden öğreniriz. (Bkz: el-Enbiyâ, 91)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “utanma duygusu” demek olan hayâ hakkında şöyle buyurmuştur:
“Hayâ’nın az olması küfürdür.”
“Hayâ îmandandır.”[1]
“Edebsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği şeyi güzelleştirir.”[2]
“Her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı da hayâdır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 17)
Hayânın lügat olarak hayat kelimesinden geldiğini belirten Zürkânî: “Kalb, Allâh’a îmanla hayat bulup canlanırsa, onda hayâ da artar.” der.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ise; kendisini çok beğenen, hattâ kalbinin zarına işleyen bir sevgi ile onu arzu eden azizin eşi Züleyha’nın teklifi karşısında Allâh’a sığınarak, şehvet kuvvetini kullanan nefsi emmâresini temize çıkarmayıp, isteklerine de boyun eğmeyerek iffetli bir şekilde nasıl yaşanacağının örneğini bizlere gösterir. Hattâ sûrenin devamında kendisini iffetsizliğe sevk etmek isteyen Mısır kadınlarının tekliflerinden kurtulmak için hapishaneyi arzu ettiği, nefsin esareti altında kalmaktansa hapis esaretinde kalmanın daha güzel olduğunu hayretle müşahede ederiz.[3]
Allah Rasulü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Siz iffetli olunuz ki, hanımlarınız da iffetli olsunlar. Anne ve babanıza iyilik ediniz ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler.” buyurur. (Câmiü’s-Sağîr, II, 795)
Kasas Sûresi’nde Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızlarının, babaları yaşlandığı için hayvanlara çobanlık yaptıkları ve hayâ duyguları sebebiyle erkek çobanların arasına girmeyerek uzun süre hayvanlarını sulayamadıkları anlatılmıştır.[4] Onlara yardımcı olarak hayvanlarını sulayıveren Hazret-i Mûsa’yı, babaları Şuayb -aleyhisselâm- dâvet edince de, onlardan birisi utana sıkıla Hazret-i Mûsa’ya meramını anlatmış ve evlerine çağırmıştı.[5] Bu âyetler, iffetin hâl ve hareketler üzerindeki tesirlerini görmemiz açısından önem arz eder.
Mü’minûn Sûresi’nde gerçek kurtuluşa erenlerin içine, iffetli olanlar da dâhil edilmiş ve “nâmuslarını koruyanların felâha erdikleri” ifade edilmiştir.[6]
Nûr Sûresi’nin 30- 31. âyet-i kerîmelerde ise, “önce erkeklerin harama bakmayıp nâmuslarını korumalar” emredilirken, daha sonra kadınlardan aynı hassasiyet istenip, “birtakım kişiler hâriç ziynetlerini, görünmesi zarurî olan kısımlar müstesnâ, açığa vurmamaları” da eklenmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, iffetli namuslu kadınlardan bahsederken muhsan kelimesini kullanmıştır.[7] “Muhsan” kelimesinin türetildiği “ihsan” kelimesinin lügat mânâsı, “men etmek” olup kaleye de “hısn” deniyor. İffetli, nâmuslu kadınlar anlatılırken muhsan kelimesinin seçilmesi, savaş zamanında kale nasıl insanları düşmandan koruyup muhafaza ediyorsa, iffet ve namus duygusunun da “nefsin, özellikle şehevî, genelde her türlü arzularına boyun eğmekten insanı koruyan rûhî bir meleke” olmasındandır.
Şu da vardır ki, iffet duygusu, kişinin ilim öğrenmesine mâni olmamalıdır. İmam Nevevî: “Hakkı öğrenme meselesinde hayâ etmek, dinin taleb ettiği hakikî hayâ değildir. Zîra hayânın tamamı hayırdır, hayâ hayırdan başka bir şey getirmez. Dini ilgilendiren ve fakat utandırıcı meselelerde suâlden vazgeçmek hayır değil, şerdir. Öyle ise şer getiren şey, nasıl hayâ olur?” demiştir.
Medine kadınlarının iffetleri; onları soru sorarak, Allah Rasulü’nden bazı mahrem mevzuları öğrenmelerine mani olmamış ve bu halleri övülmüştür. Hanımlar, düzensiz âdetlerini, rüyada ihtilâm olmayı dahî bizzat Peygamber Efendimize sorabilmişlerdir. Ve bu sorular, yadırganıp yargılanmadan memnuniyetle cevaplandırılmıştır.
“-Sırtın, anamın sırtı gibidir.” deyip “zıhar” yaparak eşini boşayan kocasını, gelip Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) şikâyet eden ve hakkında hüküm verilene kadar mescidi terk etmeyen sahabe hanım, Mücâdele Sûresi’nde taçlandırılmıştır.
* * *
“Ahlâken kınanan şeylerden uzak durmak” iffetken, “bu tip işleri yapanları ulu orta kınamamak” da iffettir. Bize kınamak değil, gücümüz ve imkânlarımız nispetinde kötü hâli değiştirmek, değiştirmeye niyet etmek yakışır.
“-Feministlik bizim fıtratımızda var. Tam iffetli olacağız, bir gülme geliyor!.” diye sosyal medyada alay eden genç kızı kınamak, eleştirmek ile elimize bir şey geçmez.
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini, Kur’ânî mânâda ve sünnete ittibâ ile yaşayıp yaşatmak, bu kardeşlerimizi de rahmet dualarımıza dâhil etmek gerekir. İffetsizlik bataklığından kurtulmak pek kolay değildir.
* * *
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilafeti döneminde Medine’de takvası, âbid ve zâhid oluşu ile tanınan bir genç vardı. Birden bire gözden kayboldu ve vefat ettiği haberi ulaştı. Gencin son anlarına şâhit olanlar anlatırlar:
Bu gence kötü niyetli bir kadın musallat olmuştur. Tam ağına düşürmüştür ki, gencin diline, “Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda, (Allâh’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (el-A’râf, 201) âyeti takılır.
Genç adam, gayr-i ihtiyarî bu âyeti defalarca tekrar eder. Âyetin gencin rûhundaki tezahürü, kalbinin dayanma gücünün üstünde bir tesir yapmış olmalıdır ki, gencin kalbi durup oracıkta vefat etmiştir. Gencin kabri başına giden Hazret-i Ömer, önce “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.”[8] âyetini okur ve ardından şöyle der:
“-Şimdi sen istediğine girebilirsin.”[9]
* * *
İffet, ruhun aslî hâlini bozmadan kalmasına yardımcı olan; hem içteki hâin bakışa, hem de dıştaki hâin bakışa engel olan mânevi bir vasıf… Kirletmeyen, kirlenmeye fırsat vermeyen… Özü koruyan, bölüp paramparça etmeyen, hele ki kutsal vazifesini aksatmadan, Rabbimizle her daim irtibatta kalmamızı sağlayan… Evet, nefsimizin lotusu iffettir.
“Yâ Rabbi! Senden hidayet, takvâ ve iffet diliyorum.”[10] buyuran Rasûlullah Efendimizin sözlerine “Âmin” diyelim; bütün kalbimizle… Âmin.
[1] Buharî, Îman, 16; Müslim, Îman, 57-59.
[2] Tirmizî, Birr 47, İbnu Mâce, Zühd 17.
[3] Bkz: Yûsuf, 23-24, 32-33.
[4] Bkz: el-Kasas, 23-24.
[5] Bkz: el-Kasas, 25.
[6] Bkz: el-Mü’minûn, 5-7
[7] Bkz: el-Mâide, 5; en-Nûr, 4.
[8] er-Rahmân, 46.
[9] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, II, 218.
[10] Müsned, I, 389, 439.
YORUMLAR