Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan yıllar sonra İsrailoğulları arasında günahlar, fitneler, ayrılıklar büyüyünce Cenâb-ı Hak, karşılarına Amalikalıları çıkardı. Bunlar, başlarında Câlût isminde zâlim bir hükümdarları olan, kaba ve zorba bir kavimdi. İsrailoğullarına saldırıp topraklarını işgal ettiler. Yetmezmiş gibi dört yüz kırk kişisi meliklerin çocuklarından olmak üzere binlerce kişiyi esir ettiler. En kötüsü, Tevrat’ı ve içinde mukaddes metinlerin saklandığı sandukayı (tabut) da ellerinden çekip aldılar.
Bu, büyük bir zilletti ve sıkıntı çok büyüktü. Bu durumdan kurtulmak isteyen İsrailoğulları, peygamberlerinden kendilerine bir hükümdar seçmesini istediler. O hükümdar ve komutanla birlikte savaşacak, kaybettikleri topraklarını ve itibarlarını geri alacaklardı. Peygamberlerinin duâları neticesinde Allah Teâlâ, onların başına Tâlût isimli birisinin hükümdar seçilmesini emretti ve kendilerine savaşmayı farz kıldı. Bu, onların düşündüğü bir isim değildi. Önce bu isimden dert yandılar, sonra savaşmaktan yüz çevirdiler. Ancak istemeye istemeye 80.000 kişilik bir ordu kuruldu ve Tâlût da komutanları olarak başlarına geçti.
Mevsim çok sıcaktı. Çölde yolculuk ettikleri için susuzluktan şikâyet edip duruyorlardı. Sayı bakımından oldukça kalabalıktılar, ancak üzerlerinde büyük bir rehâvet ve tembellik vardı. İhlâs ve samimiyetten uzak, nefislerine düşkün bir kuru kalabalıktı. Görünen oydu ki, bunlarla savaşa çıkılsa, savaşta kaypak davranacak, savaşmak istemedikleri için orduda zaafiyet oluşturup bozgun sebebi olacaklardı. Bu durumu baştan çözüme ulaştırmak isteyen Cenâb-ı Allah, İsrailoğullarını bir nehirle imtihan etti.
Tâlût:
“-Allah ileride sizi bir nehirle imtihan edecektir. Nehirden ağzını dayayarak kana kana içen, benden ve mü’minler grubundan değildir. Ondan hiç alıp tatmayan veya susuzluğunu bir avuç su ile gideren kimseler ancak bendendir!..” diyerek askerlerine durumu bildirdi.
Emre uyup başlangıçta hiç su içmeyen çok az müslüman vardı. Çok susadığı için sadece bir avuç içenlerin sayısı da çok azdı. Bunlar 80.000 kişi içinde, sadece 313 kişiydiler. Ordunun diğerleri, susuzlukları geçsin diye ağızlarını suya dayayıp kana kana içmişlerdi. Ancak doya doya su içmek, işlerine hiç yaramamıştı; aksine içtikçe hararetleri daha da arttı. Dudakları simsiyah oldu.
Câlût’un ordusuna yaklaşıp, düşmanın yüz bin kişi olduğunu duyduklarında kalpleri korkudan az daha parçalanacaktı. Dizlerinin dermanı kesildi, yürüyemez oldular.
“-Bizim bunlara gâlip gelmeyi bırakın, savaşmaya dahî gücümüz kalmadı.” deyip yola devam edemediler. Savaşa katılmaktan vazgeçip geriye döndüler. Ortada nehirden ya hiç içmeyen ya da içmişse bile bir avuç içen 313 kişi kalmıştı.
Allâh’ın huzuruna varacaklarına inanan bu güzîde insanların îmânı coştukça coştu da:
“-Aziz ve kadîr Allâh’ın yardımı bize yetişecektir inşâallâh... Nice az topluluklar, Allâh’ın izniyle, O’nun yardım ve kolaylaştırması ile sayıca çok topluluklara galip gelmişlerdir. Sayıları az bile olsa, Allâh’ın yardım ettikleri zelîl olmaz. Sayıları ve güçleri çok bile olsa, Allâh’ın zelil kıldığı kimseler ise aslâ azîz olamazlar. Biz, Allâh’ın yardımı ile Câlût ve ordusuna gâlip geleceğiz. Allah sabredenlerle beraberdir.” dediler.
Ordu içinde genç bir asker olarak bulunan Dâvud -aleyhisselâm- sapanla attığı üç taş ile karşı tarafın hükümdarı Câlût’u öldürünce; Câlût’un ordusu ne yapacağını bilemedi ve dağılmaya başladılar. Şaşkınlık yaşayan koca ordu, Allâh’a gönülden bağlanmış bir avuç mü’min tarafından bozguna uğratıldılar.
Râğıb Isfahânî der ki:
“Bu nehir; dünya ziynetleri, dünya metâıdır. Dünya metâından doya doya faydalananların hasretleri daha çok artar. Sahip oldukça daha isterler. En sonunda onu elde etmek için uğraşa uğraşa âhireti unutur, kulluk yapmak için mânevî enerjilerini kaybeder ve öylece âhirete intikal ederler. Âhirete nisbetle belki de bir saat hükmünde bile olmayan, nimetleri de tırnak ucu mesabesinde olan dünya için sonsuz âhireti ve âhiretin sonsuz nîmetlerini kaybederler. Böylece insan gerçekten kendisini israf etmiş olur. Hem rûhunu, hem aklını, hem vicdanını israf etmiş olur. En büyük israf da budur.”
Rûhu’l-Beyân tefsirinde, Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Dâvûd’a şöyle vahyettiği kaydedilir:
“-Ey Dâvûd! Sen de diliyorsun, Ben de... Eğer sen, Benim dediklerime râzı olursan, senin dileklerinde Ben sana kâfî gelirim. Şayet Benim dileklerime râzı olmazsan, seni yorarım. Sonunda ancak Benim dediğim olur.”
İmam Kerhî -rahmetullâhi aleyh- der ki:
“Allah Teâlâ, birisini şan şerefle, mal ile rızıklandırırsa ve o kimse de şânını, şerefini, malını Allâh’ın rızâsı dışında harcarsa, Allâh’ın nîmetine karşı nankörlük ederek fiil ve sıfatta şeytana muvafakat etmiş olur.”
Bu nîmetler, o nehir mesâbesinde olup, sadece bir avuç alınması gerekirken doya doya alınarak israf edilmiş, böylece de “saçıp savuranlar, şüphesiz ihvâne’ş-şeyâtîn (şeytanların kardeşleri)dir. Şeytan ise, Rabbine karşı pek nankördür.” (el-İsrâ, 27) âyeti tecellî etmiş olur. Şeytan nasıl ümitsiz, isyankâr, kendisine güvenilmez, korkak, en zor zamanda kaçmayı mârifet edinmişse, bunlar da onun kardeşi nisbetinde olup aynısını yaparlar. Güçlü kuvvetli oldukları, sayıları da yeterli olduğu hâlde orduyu terk eden İsrailoğulları gibi…
* * *
“Müslüman, her şeyin en iyisine lâyıktır.” sözünü dilimize pelesenk edip de bunu israfımıza, lüks tutkunluğumuza, gösteriş hastalığımıza mâzeret olarak göstermemiz, olsa olsa şeytanın bize sağdan yaklaşmasıdır. Niyetimiz sünnet-i seniyye ise; rehberimiz, önderimiz Peygamberimiz mütevâzi ve kanaatkâr bir sûrette yaşamış, aslâ israf etmemişlerdir.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:
“-Yazıklar olsun israf eden kimseye!.. Ne kadar uzaktır, kendini ıslah etmekten; kötü durumunu telâfi edip düzeltmekten!..”
İsraf, kişinin hâlini düzeltmesine mânî olan, kişiyi “şeytanın kardeşi” konumuna getiren, hâlleri târumâr edici bir haslet... Bundan kurtuluş, Cenâb-ı Hakk’ın yardımı ile mümkündür. Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bunun mârifetle gerçekleşeceğini ifade ediyor ve şöyle diyor:
“-«Şüphesiz ki hükümdarlar bir memlekete girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkından şerefi olanları hor ve hakîr kılarlar.» (en-Neml, 24) âyetinin tecellîsidir ki; Cenâb-ı Hakk’ın mânevî ilhamları, marazlarla dolu kalbe girer de oradaki tüm kötü sıfatları sürer çıkarır, atarlar.”
“-Bu mârifet nasıl bulunur?” diye soranlara da:
“-Aç karın, çıplak bedenle!..” buyuruyor.
Tabiî bu ifadedeki “çıplaklık”, süslü püslü kıyafetlere düşkün olmamak mânâsındadır, yoksa tesettüre riâyet etmemek değil!..
* * *
“Sonra ona (nefse) hem kötülüğü, hem de ondan sakınmayı ilham edene yemin olsun.” (eş-Şems, 8) buyuran Rabbimiz, mü’minlerin kalbini ne bir mukarreb meleğe, ne de bir peygambere emanet etmiştir; onları bizzat kendi kudret elinde bulundurmuştur.
Âyet-i kerîmede Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“De ki: «Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.»” (ez-Zümer, 53)
Âyette “İsraf eden, aşırıya giden” mânâsına gelen “Esrafû: kelimesi, her ne kadar “harcama” konusunda meşhur olsa da, aslında insanın yaptığı her şeyde haddi aşması demektir. Bu geniş mânâsıyla; mal ve diğer bütün nîmetlerin hepsini içine alır. Kişi zamanı da israf eder, malını da israf eder, hele hele fıtrattan uzaklaşmak sûretiyle hayatını israf eder.
Yaratılmışların en şereflisi insanoğlu olduğuna göre, en büyük israf, bu şerefli varlığın kendisinin kıymetini bilmeyip günah işlemesi, Allâh’a âsi olarak fıtratını bozması, dünyaya çok dalarak âhireti önemsememesi sûretiyle “kendisini” israf etmesidir.
Merhamet, sevgi, kardeşlik, birlik, beraberlik içinde olması istenen, kâinatın emaneti kendisine verilmiş en şerefli mahlûkun; bu vazifesini bırakıp şerre, zulme, fitneye, kötülüğe, günaha hizmet etmesi, “Allâh’ın kulu ve dostu” olacakken “şeytanın kardeşi” olması, en büyük israftır. Halife olarak seçilen varlık, kendisini israf ederse, kâinâtın bozulmaya başlaması muhakkaktır.
Evlâtlarımızı Allâh’a ve âhiret gününe îman eden, ahlâk ve fazilet sahibi, ölüm ve sonrasına hazırlanan vasıfta yetiştirmemiz gerekirken, tek hayatın dünya hayatı olduğunu düşünerek, dünya dışında bir hedef ve gâye gütmeksizin yetiştirmek; evlât nîmetinin israfıdır.
* * *
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgili amcası Hazret-i Hamza, Bedir’de bir kahramanlık destanı yazmış, pek çok İslâm düşmanın boynunu vurmuştur. Peygamber Efendimizin gözbebeği ve kıymetlisidir. Bedir’de kaybettiği akrabalarının intikamını almak üzere ant içen Hint, mızrak atarak rakibini öldürmekte hayli kabiliyetli olan, köle Vahşi ile anlaşır. Esaretin zilletinden bıkmış Vahşî’yi can damarından yakalar ve:
“-Hamza’yı öldür, hürriyetini kazan!” teklifi ile Vahşî’nin gözünü döndürür.
İslâm ile hiçbir alâkası olmayan, gerçek hayatın, sadece nefsin özgürlüğünden ibaret olduğunu düşünen Vahşî, Uhud Savaşı esnasında en uygun zamanı kollar ve kargaşa anından istifade ederek Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ı bir mızrak darbesi ile şehit eder. Hazret-i Hamza’nın şehâdeti, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i derinden yaralar. Peygamber Efendimiz, çok gözyaşı dökmüştür bu hazin ayrılık için…
İlerleyen süreçte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vahşî’yi affeder. Onun İslâm’la şereflendiği anda bile kendisine:
“-Seni görmesem iyi olur! Ne zaman ki seni görsem, aklıma amcamın yürek parçalayan o son hâli geliyor.” buyurur.
Câhiliye döneminde yapmış olduğu bu büyük cürüm sebebiyle son derece üzgün olan Vahşî, pek çok kez tevbe eder. Lâkin Peygamber Efendimizi çok üzdüğü için tevbesinin Allah tarafından hiçbir zaman kabul olunmayacağını düşünür. Bu, ümitsizliğin en büyüğüdür.
Ciddî sıkıntı içinde olan Vahşî, Mekke’de nâzil olan, “Onlar ki, Allah’la beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, Allâh’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulacaktır! Kıyamet günü azabı kat kat artırılacak ve azapta alçaltılmış olarak kalacaktır.” (el-Furkan, 68-69) âyetlerini delil göstererek:
“-Ben bu âyetlerde sıralanan bütün kötülükleri işledim. Artık benim için hayır kapısı tamamen kapanmıştır. Ben nasipsizin birisiyim!” diyerek ümitsizlik girdabında boğulur. Bu hâlde çırpınırken durumunu Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e açar. Tam bu hâdise üzerine, âyet-i kerîmenin devamı nâzil olur:
“Ancak tevbe ederek îman edip salih davranışta bulunanlar müstesnâ…”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de yeni inmiş olan bu âyeti yazdırıp Vahşî’ye gönderir. Vahşî daha bir korkar ve:
“-Belki ben sâlih amel işleyecek kadar yaşamam.” deyip gözyaşlarını sel eder. Ardından Cenâb-ı Hak:
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulması dışındaki bütün günahları dilediği kimselere bağışlar.” (en-Nisâ, 116) âyet-i kerîmesini indirir.
Bu âyeti işiten Vahşî, bu sefer de:
“-Ben Allâh’ın dilediği kimselerden olamamaktan endişe ediyorum.” diyerek ardı arkası kesilmeyen kanlı gözyaşları döker. Bunun üzerine nihayet şu âyet-i kerîme nâzil olur:
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!.. Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin…” (ez-Zümer, 53)
Ancak bundan sonra Vahşî, Peygamber Efendimiz’e müteveccihen yola çıkar ve tam bir teslîmiyetle müslüman olur.” (Bkz: İbn Kesîr, IV, 58; Hazîn, V, 324; Taberânî, el-Kebîr, (11480).
* * *
Kul olmak çok zor bir şeydir. Kendi hevâ ve hevesinin ilâh edilmesini isteyen nefis, kişiye devamlı haddini aştırır. Zira bütün israflar, kişinin hevâsından kaynaklanır. Kibrinden, kendini büyük görmesinden, bencilliğinden, başkalarını düşünmemesinden... Kibir ile israf arasında müthiş bir irtibat vardır. Şeytan da kibirli ve müsriftir; secde etmeyerek kendisini israf etmiştir. İsraf eden mü’min de aynı şeytan gibidir. O sebeple müsrif, şeytanın kardeşidir. İsraf edende şükür olmaz, müsrif nankördür. İsraf eden sevilmez. İsraf, nîmete küfrândır. Kişinin yaratılış fıtratında ve kâinâtta hiç israf yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm, kişinin kendisini nasıl israf ettiğini çeşitli misallerle göstermiştir:
“Ve insana (ağır bir) zarar dokunduğu zaman, yanı üzerine (yatar) iken veya otururken yâhut ayakta iken Bize yalvarır. Fakat Biz ondan zararını giderince, sanki kendisine dokunan bir zarardan dolayı Bize duâ etmemiş gibi (eski hâline) devâm eder. İşte isrâf edenlere, yapmakta oldukları şeyler böyle süslü gösterildi.” (Yûnus, 12)
“Buna rağmen Firavun’un ve ileri gelenlerinin, kendilerini fitneye (işkenceye) atmasından korktukları için Mûsâ’ya, kavminin (genç) bir taifesinden başkası îman etmedi. Çünkü Firavun, yeryüzünde çok büyüklenen (bir zorba) idi. Ve doğrusu o, gerçekten (haddi aşarak) isrâf edenlerdendi.” (Yûnus, 83)
“İşte (haddi aşarak ömrünü) israf eden ve Rabbinin âyetlerine îman etmeyeni böyle cezalandırırız. Âhiretin azâbı ise, elbette daha şiddetli ve daha devamlıdır.” (Tâhâ, 127)
İster zaman, ister yemek, ister ömür, ister sıhhat; hangisini israf edersek edelim, esasında israf ettiğimiz en önemli şey, nefsimiz aleyhine, kendimizi israf etmektir.
“Eşref-i mahlûkât” olarak yaratılan insanoğlunun âkıbetini cehennem olarak neticelendiren her israf, kişinin kendisini israf etmesidir. Değil mi ki Allah rızâsının hâricinde bir hayat yaşanıyor, o hayat israf edilmiş demektir.
Bu dünyaya bir yudum ya da ağzımızı dayamadan bir avuç kadarcık nîmetten nasiplenmek için gelmişken, irâdemiz, rûhumuz, vicdanımız, nefsimiz için bu yeterli iken; hattâ rûhumuzu şahlandıracak yegâne davranış bu olması gerekli iken, nefsimizi şahlandırıp, rûhumuzu zelil edecek her şeyi işlersek, rûhumuzu israf etmiş oluruz.
Gönlümüzü fânîlerle doldurup bâkî olandan ayrı durursak gönlümüzü israf etmiş oluruz. Hamdolsun ki, Rabbimizin rahmeti sonsuz... Biz nefsimiz aleyhine neyi israf edersek edelim, ümidimizi kesmedikçe, hâlimizi ıslaha gayret ettikçe ilâhî affa nâil oluruz, inşâallâh…
YORUMLAR