İNSANIN KENDİSİNİ TANIMASI İLE BAŞLAR
Yüce Rabbimiz, insanı yaratırken ona kendi rûhundan üflemiş ve onu diğer varlıklardan daha şerefli kılacak nice mânevî kabiliyet ve istidatla zenginleştirmiştir.
İnsan, “ruh” gibi, kendisini canlı kılan ve yücelten bir zenginliğe sahip olduğu gibi, bir de “nefis” denilen ve onu dünyevîliğe çeken bir kumanda merkezine sahiptir. Ruh ve nefis, birbirine zıt iki kutup gibi insanı dâima cezbeder, kendi tarafına çekmeye çalışır. Ruh, melekî-ulvî hasletleri temsil eder; nefis de dünyevî arzu, şehvet ve süflî meyilleri… Her ikisi de insandadır ve her ikisi de insana tesir edip yönetme arzusundadır. İnsan, bu iki kutup arasında yaptığı tercihler ve kat ettiği mesafe kadar kıymetini bulur.
İnsan, rûhânî tekâmülü ile melekleşir, nefsânî ihtiraslarına meylettikçe şeytanlaşır ve hayvânî özellikleri ile ön plana çıkar. Aslında insanın hayatının özeti, bu iki istikamette ilerlemekten oluşmaktadır.
İnsanın nefsiyle her an mücâdele edebilmesi ve bu mücadeleyi ömür boyu sürdürebilmesi, farklı bir uyanıklık ve gayret gerektirmektedir. Zira her insanın nefsi, benlik iddiası taşıyan, Firavun gibi ilâhlaşma potansiyeline sahip büyük bir kibir, gurur ve bencillik içindedir. Menfaatlerine kavuşmak için hırslı, ihtiraslarına gem vurmakta ürkek ve alabildiğince başıboş ve serseri tabiatlıdır. Onu dizginleyecek, zabt u rabt altına alabilecek dahilî güç, mânevî kontrol merkezimiz olan ruhumuzdur.
İnsan ruhunu besleyen, ona yön ve güç veren en büyük kudret; îman, ihlas ve istikamettir. Ruh, mânevî gıdasını bu kulluk neşvesinden alır ve binbir arzu ve isteğin esaretinde bulunan nefsi, bu sayede dengeler.
Nefis, ruhun kontrolünden kurtulur ve hattâ ruh da bütün güç ve imkânları ile nefsin boyunduruğuna girerse; insan, iki dünyada da uçurumdan uçuruma sürüklenir durur.
Nefis, hiç ümidini kesmeyen, her an fırsat kollayan, en küçük bir zaaf ânını bile kendi menfaati için sonuna kadar kullanabilen, en sinsi iç düşmandır. Onun hile ve tuzakları düşünüldüğünde, şeytanın vesvese ve hileleri zayıf kalır. Bu yüzden her insan, ölene kadar nefsiyle mücadelede uyanık olmalı, hadîs-i şerifte öğretildiği şekliyle “göz açıp kapatıncaya kadar” yani bir anlık bile onun oyununa gelmemeli, tuzağına düşmemelidir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de peygamberlik vazifesi müddetince, insanları Allah Teâlâ’ya kul olmaya çağırmış; onları nefsânî, süflî arzulardan geçip mânevî, ulvî lezzetlerden nasip almaya davet etmiştir.
Cenâb-ı Hakk’a kul olmak, insanı nefsânî arzuların sefaletinden, dünyevî isteklerin girdabından kurtarır. Cenâb-ı Hakk’a kul olan, kendi içinde büyük bir hürriyete kavuştuğu gibi, insanlara kul olmaktan da kurtulur. O, Allâh’a kulluk içinde en hür insandır. İçinde ve dışında her türlü bağdan âzâde olmuş, her türlü zinciri kırmış nümûne bir kimsedir. Allâh’a hakiki mânâda kul olan insan; ayağına nefis engeli takılmamış olan, nefsânî arzularla yoklanmamış bulunan meleklerin bile üstüne çıkabilir.
Bu sebeple nefis, bir taraftan insanın önünde aşılmaz gibi görülen büyük bir engel; diğer taraftan da onun her an terakkî ve tekâmül etmesine sebep olan, uyanık bir düşmandır. Düşman ne kadar zeki, hazırlıklı ve uyanık ise, ona karşı duran kimselerin de en o kadar gayretli olması gerekir. Bu yüzden insanın ilerlemesi de, tökezleyip geri kalması da nefisle girdiği mücadele nispetindedir.
İnsanın bâtınî yönü olarak ifade edebileceğimiz rûhî hasletleri, doğuştan ilâhî fıtrat boyası ile boyanmıştır. Yani insan, aslında ilk yaratılış hâli bakımından ilâhî nefha ile var olmuş, temiz ve saf bir hâldedir. Fıtrat veya vicdan adını verebileceğimiz bu temiz yönümüz, bizim bütün söz ve davranışlarımızda bize doğru ve güzeli gösteren güvenilir bir rehber hükmündedir.
Ancak bir imtihan îcabı Rabbimiz, nefse takvâyı da, fücûru da ilham etmiştir. Böylece yaratılıştaki bu sâfiyet, dünya imtihanının bir gereği olarak iki kutba yönelebilecek vasıflara sahip olmuştur.
İnsanın yetiştiği çevre, anne-babası, nefis, şeytan vb. hasletler, bu temiz fıtratı değiştirip bozma potansiyeline sahip olduğu için, Cenâb-ı Hak, insanoğluna rahmet ve lütfunun bir nişânesi kabîlinden ilâhî kitaplar ve örnek şahsiyet modelleri demek olan peygamberler göndermiştir. Böylece her insan, farklı ölçülerde de olsa, iyilik ve kötülük modellerinden birini seçip kendi yolunu tutturabilir.
İnsanın düşünme, hissetme ve karar verme merkezinin adı, kalptir. Kalbin sâfiyeti ve temizliği, doğru yolu bulmaya ve tekâmüle yardımcı olurken; onun nefsânî istek ve günahlarla mânen kirlenmiş olması da insanı sefâlet ve felâketin dibine doğru çeker.
Nasıl bedenimiz, iç ve dış sebeplerle ciddî hastalıklara tutulur, bunun neticesinde yataklara düşer, hatta ölürse; ruh dünyamızın merkezi olan kalbimiz de içinde ve dışında var olan mânevî mikroplar yüzünden hastalanır ve ölür.
Kalbi hasta eden mikroplar, günahlardır. Bu günahlardan bazıları, dışarıdaki birçok insanın rahatlıkla görebileceği şekildedir. Bazıları da dışarıdan anlaşılmaz. Normal bir davranış formatındadır. Ancak o davranışın gayesi, yani bizim niyetimiz onu günah hâline getirir. Meselâ yol üstünde bir çukur açmak, basit bir davranıştır. Bunun doğru veya yanlış olması, bizim niyetimize göredir. Şayet biz, bu davranışımızla insanlar için hayır murat ediyorsak, bu amelimiz ibadete dönüşür. Yok, eğer bundaki muradımız, insanlara kötülük yapmaksa günah kazanmış oluruz. Bir diğer misal de insanlara ikramda bulunmak, onlara yemek yedirmek… Eğer biz bu iyiliği, Allah rızâsı için değil de, şan, şöhret, itibar kazanmak veya insanlardan elde edeceğimiz herhangi bir menfaat sebebiyle yapmışsak, görünüşte hayırlı bir iş olmakla birlikte, elimize geçen sadece günah olacaktır. Tıpkı Mekke müşriklerinin zenginlere verdikleri ziyafetlerle övünmeleri gibi…
İşte kalbimizde sinsice bekleyen haset, kibir, kıskançlık, ucub (kendini beğenme), bencillik, hırs vb. duygular, nefsimizin kılıktan kılığa soktuğu günah kapılarıdır. İnsan, sûret-i haktan görünen bu duygu ve düşüncelerle yola çıkar, belki iyilik yaptığını iddia ederek kendisini de kandırır. Ancak kıyamet gününde insanı, yaptıklarını ve niyetlerini en iyi bilen Rabbimiz tarafından dünyadaki bütün ameller ortaya konulunca, burada herkesi kandırdığını düşünen insan, adaletin zerre miktar şaşmadığı o günde büyük bir mahcubiyet duyar.
Bu sebeple İslâm, insanın bütün amellerinin hak ve hayır istikametinde olmasını istediği gibi, kalbin ve niyetlerin de ihlâs üzere olmasını şart koşar. Böylece içi-dışı bir olur. İnsan, nefsinin arzuları peşinde sürüklenip durmaz; onu Rabbinin emirleri istikametinde kanlı-canlı bir binek olarak kullanır.
Dinimizde kötülük merkezi hâlinde olan nefsin öldürülmesi emredilmemiştir. Bazı doğu dinleri, nefsânî istekleri “sıfırlama” noktasına getirerek ruhu palazlandırır. Meselâ evlilikten uzak durur, yemekten-içmekten kesilir, çok az bir uyku dışında uyumaz. Ancak bu şekilde elde etikleri birtakım olağanüstü hâller, aslında nefsin bir başka oyunudur. Nefsin gerçek mânâda dize gelmesi, ancak Allâh’a kullukla olur. Bu da ömürlük bir gayret ve bitmek tükenmek bilmeyen bir sabır işidir. Bir nevî, büyük cihattır.
Mâlum, cihad, düşmanla karşı karşıya gelmek, onunla savaşmaktır. İnsanın gözüyle gördüğü, sınırlarını, güç ve kapasitesini bildiği bir düşmanla mücadelesi kolaydır. Ancak nefis ve şeytanla mücadele; kılıktan kılığa girmeleri, insanın arzu ve ihtiyaçlarını yakînen bilmeleri ve görünmeyen bir düşman olmaları yüzünden çok daha çetindir. Bir de ölüm ânına kadar bu mücadelenin bitmediğini düşünürsek, imtihanımızın ne kadar zor olduğunu daha iyi anlarız.
Bu mücadelenin ilk adımı, nefsi tanımak, ikincisi ise bir an bile gaflete düşmeden sabır ve ihlasla onunla mücadele etmektir. Bu hususta en büyük yardımcımız, Hak yolunda beraber yürüdüğümüz sâlih ve sâdık dostlarımızdır. Cenâb-ı Hak, her birimize bu büyük ve çetin mücadelemizde güç ve kolaylıklar ihsan eylesin. Bizi, rızâsına ve cemâline kavuşmakla mükâfatlandırsın. Âmin.
YORUMLAR