Yaratılmışların en şereflisi olan insanoğlunun hikâyesi Hazret-i Âdem’le başlar. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’in yaratılışı ise, bir tutam balçık çamurundandır. Hazret-i Âdem, topraktan yaratılan biyolojik varlığına Allah Teâlâ’nın kendi rûhundan üflemesiyle hayat bulmuş ve değer kazanmıştır. Maddî yönüyle bir miktar et ve kemikten ibaret olan insanoğlu, Âlemlerin Rabbi’nin kendi rûhundan üflemesiyle “yaratılmışların en şereflisi” olmuş ve bütün canlılar hizmetine verilmiştir.
Rahman olan Allâh’ın “rûh” vermesiyle hayat ve değer kazanan insan, aynı şekilde rûhun bedeni terk etmesiyle (ölümle) yine yalnızca bir et ve kemik parçası olarak değersiz hâle gelmektedir. Hattâ bozulmaya ve çürümeye yüz tutmuş bir ceset olduğu için, akrabaları ve sevdikleri tarafından bir an önce, yine yaratıldığı ilk cevhere, yani toprağa verilmektedir.
Topraktan yaratılıp yine toprağa dönüş yapan âciz ve zayıf insan, Allah Teâlâ’dan lutfedilen emânet rûhla birlikte değer kazanmış ve “Halîfelik” vazifesiyle şereflendirilmiştir. İnsanoğlunun dünya yolculuğundaki mâcerası; bünyesinde bulundurduğu iki zıt kutbun (nefis ve rûhun) çatışmasından ibarettir. Nitekim insan, bunların mücadelesi sonunda, hal ve gidişâtına istikamet vermektedir.
Topraktan gelen biyolojik yönü, insanı, yeme-içme-giyinme gibi meşrû ihtiyaçlarının yanında, nefsânî olarak süflî, değersiz, basit ve çirkin işlere sevk edip tâbiri câizse, toprağa, yere, alçağa çekerken; Rahman’dan gelen ulvî tarafı ise, güzel ahlâkla mûteber, hayırlı ve bereketli işlere sevk ederek onu yüceltmek istemektedir.
Nitekim insanın fıtratından gelen haset, açgözlülük, fitne ve fücur özelliği, nefse hoş gelirken itaatin ve kemâlâtın özelliği olan teslimiyet, infak, diğergâmlık ve tevâzû nefse zor gelmektedir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Dikkat edin! Dünyada doymuş ve nice nîmetlere gark olmuş birçok kimse vardır ki, kıyâmet gününde aç ve çıplaktırlar.
Dikkat edin! Dünyada nice aç kimseler vardır ki, kıyâmet gününde doymuş ve nîmetlere gark olmuş olacaklardır.
Dikkat edin! Cennet ameli, dağ başında bir zorluk, Cehennem ameli ise ovada bir kolaylıktır. Dikkat edin! Nice anlık şehvetler vardır ki, uzun bir üzüntüye sebep olurlar.”[1]
* * *
Kelime olarak, “beyhûde arzu, gelip geçici ânî heves, neticesiz, değersiz ve boş” gibi mânâlara gelen “hevâ” kelimesi, nefsin kınanmış kötü isteklerinin toplamıdır.
İnsanoğlu, topraktan yaratılan bünyesinde potansiyel olarak bulunan bu hevâ ve hevesiyle mücâdele edip ona karşı koyabildiği ölçüde âdeta beşer olmaktan çıkıp “Mükerrem İnsan” olabilmektedir. Nitekim nefsânî husûsiyetlerden arındırılmış olan melekler zaten, her daim Allah Teâlâ’yı tesbih ve tâatle zikretmektedirler. Ama bünyesinde her türlü kolaylığı, eğlenceyi, fuhşiyât ve açgözlülüğü isteyen nefse, cüz’î iradeyle karşı koyarak Rahmânî rûhun tarafını tercih etmek, en zor olanıdır. Ebedî saadet ve selâmetin en temel şartı, bu mücadeleyi kazanarak nefse sâlih amelleri kazandırmaktır. Tâbiri câizse, yemine koşan azgın bir kurt misâli, harama ve günaha koşan nefsi gemleyebilmektir. İnsan, nefsinin dizginlerini gemlediği ölçüde selâmette kalır.
Büyüklerimiz nefsi, “kıllet-i taâm” (az yemek) ve “kıllet-i kelâm” (az konuşmak) ve “kıllet-i menâm” (az uyumak) ile dizginlemeyi tavsiye etmişlerdir. Nitekim bunlar, nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Bu ümmete, peygamberlerinin vefatından sonra ilk gelen belâ «çok yemek ve hırstır». Çünkü bir kavmin karnı doyunca bedenleri kuvvetlenir. Bedenleri kuvvetlenince ise, kalpleri zayıflar ve şehevî duyguları artar.”[2]
Her türlü rahat ve konforun arttığı günümüzde, nefisleri terbiye etmek ve dizginlemek de bir o kadar zorlaşmaktadır. Nitekim zayıf anları çok iyi değerlendiren şeytan ve askerleri de boş durmamakta, birçok zaman sağdan yaklaşarak günah ve haramları “hayır” olarak göstermektedir.
Bu hassas noktada, Allah ve Rasûlü ile irtibatı sıkı tutmak ve Kitab ve Sünnet’e, (Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle), “azı dişlerimizle” yapışmak, en emin çözüm olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ, insanı zayıf ve âciz olarak yarattığını haber vermiş, buna rağmen insanoğlunun kendisine namaz ve zikirle yaklaşmasını tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
“Kim dünyada Allâh’ın dîniyle meşgul olan kimselerden olursa Allâh’ın kıyâmet günü ilgilendiği kimselerden olur. Kim de dünyada sadece kendi arzu ve istekleriyle ilgilenen kimselerden olursa, Allâh’ın kıyâmet günü kendi hâline terk ettiği kimselerden olur.” [3]
[1] Kenzü’l-Ummâl, IV, 3502.
[2] et-Tergîb ve’t-Terhîb, c: 4, sh: 7.
[3] Kenzu’l-Ummâl, IV, 3047
YORUMLAR