İslâm istikamet dinidir. Mü’minlere Allâh’a götürecek yolu çizer ve onlara istikamet gösterir. “Nasıl bir insan olmalıyız? Nasıl bir mü’minlik kıvamında yaşamalıyız? Neyin tarafında, neyin karşısında bulunmalıyız? Kime hangi davranış ve duygular içinde olmalıyız? Hepsinden mühimi, hayatımızı hangi düsturlar üzerine bina etmeliyiz?” gibi soruların cevabını bize İslâm verir.
Bir mü’minin hayat felsefesini, yaşayış tarzını ve tefekkür dünyasını şekillendiren yegâne âmil İslâm olmalıdır. İslâm’ın hayatımızı kuşatıcılığı ve tek kural koyucu olduğu şuuru, bizim mü’min olma iddiamızla ilgilidir. Biz İslâm’ı ne kadar hayatımıza hâkim kılabilirsek o kadar onun boyasıyla boyanır ve Rabbimizin sevdiği bir kul olabiliriz.
Ama bu bir insanın tek başına başarabileceği bir hedef değildir. Çünkü İslâm, sadece ferdî yaşanacak; kul ile Allah arasında kalan bir din değildir. O ferdi inşâ ettiği kadar toplumu da ihyâ etme derdindedir. Ve insan, tek başına kaldığında çevre şartlarından çok çabuk etkilenir; şekilden şekle girebilir. O yüzden çevremizin, arkadaşlarımızın, akraba ve dostlarımızın sâlih ve sâdık insanlar olması çok önemlidir. İnsan, doğru bir muhitte olmazsa, çok çabuk savrulabilir.
Müslüman kadın da bugün büyük bir savrulma yaşamaktadır. Yeni nesillere aktarılamayan şuur, ihlâs, samimiyet, hizmet ve gayret heyecanı, birçok insan için nostaljilerle dolu bir hasret hâline geldi. Dikkat edelim, hepimiz çocuklarımızın istediğimiz şuurda olmadığında şikâyetçiyiz. Peki, neden yaşanıyor bu savrulma?
* * *
Toplumumuz, geleneklerimiz genellikle erkeklerin hâkimiyetine dayanmaktadır. Belki olması gereken, fıtrî olan da budur. Kolaya kaçıp bütün problemlerin kaynağının toplumumuzun bu yapısından kaynaklandığını düşünmek, belki bazılarımızı tatmin edebilir ama gerçeği bulmamıza yaramaz. Çünkü problemlerin kaynağı; erkeklerin hâkim olmasında değil; insanların (ve tabii ki erkeklerin) İslâm’ın koyduğu temel esaslardan, nezâket, zerâfet, merhamet, şefkat ve muhabbet vb. değerlerden uzak olmasındadır. Bu esaslarla yetişmeyen, Allah’tan ve âhiret gününden korkmayan bir insanın yapmayacağı bir kötülük yoktur! Allah’tan korkmayandan korkmak gerekir. Dolayısıyla bütün suçu erkeklere atmanın mânâsı yok!. Zaten o erkekleri de biz kadınlar yetiştirmiyor muyuz? Bu, farklı ve uzun bir konu, şimdi buna girmeyelim.
* * *
Biz, hanımlar olarak İslâm’ın sunduğu ideal hanım karakterini ne kadar tanıyabiliyoruz? Bizi biz yapan tefekkür dünyamızda; kitaplardan okuduğumuz güzel örnek kadınların hâl ve ahlâkına ne kadar yakınız? Hayatımız onlara ne kadar benziyor; ideallerimiz, hedeflerimiz ne kadar yakın? Yoksa büsbütün farklı dünyalarda mı yaşıyoruz?
Galiba problem, dertlerimizi, bize dayatılan/öğretilen yabancı ve farklı klişelerle çözmeye çalışmamızda... Kadına has özelliklere, hatta güzelliklere baktığımız pencere bize ait bir pencere değil. Dertlerimizi çözmek için müracaat kaynaklarımız ve aldığımız reçeteler; hep bizim kültürümüze, dinimize, köklerimize muhalif kaynaklardan oldu.
Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hazırlayan sebeplerden biri de, hanımların devlet ricâlini birtakım ihtiraslarına kurban ederek yönlendirmeleridir. Osmanlı Devleti’nin zirvelerde olduğu dönemlerde de yine kadın unsurunun -olumlu mânâda- tesirli olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla toplumun seviye ve bekâsı; hanımların karakterinin sağlam veya zayıf olmasına bağlıdır dersek, abartmış olmayız.
Gözle görülür şekilde savrulmanın yaşandığı konulara bir bakalım; hemen hepsi nefsânî ve dünyevî meselelerde…
Bunların başında “moda”; “güzel olma” veya “güzel görünme hırsı” var. Modayı tanımak için, moda dediğimiz şeyin, ilk çıkış noktasına, kaynağına bakmalıyız. Moda diye sunulan her ne ise, bunu sorgulamadan almak; “Herkes öyle yapıyor, herkes öyle giyiniyor!” diye gözü kapalı bir şekilde kabul etmek, önemli bir savrulma işaretidir. Bir kadın için İslâm’ın ortaya koyduğu bir tesettür anlayışı vardır. Şuurlu bir hanım, “moda da olsa”, “tarz da olsa” bu, İslâm’ın tesettür ölçülerine uyar mı, uymaz mı noktasından meseleye bakmalıdır. Modanın özü durmadan değişmek, değiştirmek; tüketmektir. İslâm, bu derecede tüketime nasıl bakmaktadır? İnsanlar, bu kadar eşyanın peşinde koşturmalı ve sürüklenmeli midir?
Diğer bir savrulma noktası, âile mefhumu… Âilelerimiz gitgide zayıflıyor. Âileyi şekillendiren, bir arada tutan büyük oranda annedir. Âilede kocanın saygınlığın artıran eş’tir. Çocuğuna, baba veya annesine hürmeti öğreten, bunun nasıl yaşanacağını gösteren tabiî olarak eşlerdir. Kendisi eşine saygı duymadan, çocuklardan anne-babasına saygıyı nasıl bekler?! Eşler birbirlerine bir koruyucu kalkan olmalı, iffetlerini, şereflerini; kendi haysiyet, iffet ve şerefleri bilmelidirler. Sudan bahanelerle yüzüne karşı veya arkasından küçümsemek, hakaret etmek ve kötü davranmak; çocuk zihinlerinde nasıl bir imaj meydana getirir? Onların büyüklerine karşı sevgi ve saygısını artırır mı, azaltır mı?!
Modern hayatın telkin ettiği bir hayat tarzı ve aile anlayışı ile hareket edildiği zaman, bitmeyen heveslerin körüklendiği; insanların tatminsiz bir şekilde her istediklerini elde ettiği modeller özendirilmektedir. Zengin, konforlu, tembelce bir yaşayış; az çalışıp çok kazanılan işler, her şeyin bencilce insanın etrafında döndüğü bir zevk ve refah anlayışı… Hayatta hiç olmamış ve hiç olamayacak tarzda pembe hayatlar… Bu hülyâlara dalan ebeveyn, genç ve çocuklar, ister istemez yaşadığı şartlarla bunları karşılaştırmakta ve âilesinden hep daha fazlasını beklemektedir.
Bununla paralel bir başka savrulma alanı ise, nefsimize ve şahsî konforumuza göre bir İslâm ihdas etme meyli... O yüzden başta da ifade ettiğimiz gibi, istikametimiz için bulunduğumuz çevre, konuştuğumuz insanlar çok önemlidir. Bir hizmet çevresinde olsak bile, sosyal statümüz veya etrafımızdakilerin sosyal statüleri değil, şeriatın ve sünnet-i seniyyenin koyduğu ölçüler birinci gündemimiz olmalıdır. Bir elitler İslâm’ı, bir zenginler İslâm’ı veya bir kafadarlar İslâm’ı değil; bir Ümmet İslâm’ı noktasında durmak lazım. Sohbetlerimizde, okumalarımızda bahsettiğimiz İslâm ile fiiliyatta ortaya koyduğumuz İslâm aynı olmak zorundadır. Unutmayacağımız bir husus şu ki; herkes Allâh’ın huzurunda bir tarağın dişleri gibi eşittir. Sosyal statüsü, bilgisi, ilgisi, maddî durumu, karizması ne olursa olsun. Üstünlük, ancak takvâ iledir. Takvâmızın derecesini de ancak Rabbimiz bilir.
İslâm’ın ortaya çıkardığı ideal hanım modeli, “ezvâc-ı tâhirât” diye ifade edilen ve “Ümmet-i Muhammed’in annesi” diye Rabbimizin takdim ettiği, güzide annelerimizdir. Her birisi bizim başımızın tacı olan Efendimizin hanımları, İslâm’ı ilk kaynağından kana kana içmişler, Rasûlullah’ın rahle-i tedrîsinden geçmiş örnek şahsiyetlerdir.
Peygamber Efendimizin âilesi içinde göz bebeğimiz olan, bir başka muhterem annemiz Efendimizin kerîmesi Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’dır. Aslında bir Müslüman kadın kendisine örnek arıyorsa, modern kültürün sunduğu cilalı-boyalı tipler değil de Hazret- Fâtıma annemizi her yönü ile kendisine model almalı ve onu rehber edinmelidir.
Genç bir hanım kardeşimiz, “Benim yegâne örneğim, rehberim, yol göstericim Hazret-i Fâtıma annemizdir!” kararlılığında olursa, bahsettiğimiz savrulmalar yaşanmamış olur. O zaman toplumun anneleri, kızları, hanımları; toplumu, bir Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Efendilerimizi yetiştirecek kıvamda, karakterde sâliha birer hanımefendi olurlar, vesselâm…
YORUMLAR