Su, gülün bedenine nasıl girerse, Sen de benim rûhuma öyle girdin. Konuşmaya başladığımda dilimde hep sen olursun. Sustuğum zaman, içimde sadece sen kalırsın.
Abbâsî halifelerinin iftiharı olan, hikmetler padişahı Harun Reşid’in huzuruna, siyahlar giyinmiş bir fakir gelip şöyle dedi:
“-Sana öyle bir hediye getirdim ki, O’na her bir bakış, bir saltanat tacı değerindedir. Senden evvel böyle kıymetli bir mücevheri görmüş değillerdir.”
Daha sonra o söz ustası fakir, büyük bir tevâzû ile sarığının köşesinden çıkarıp Harun Reşid’in eline bir kâğıt parçası sundu. Kâğıdın üzerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in pâk hilyesi yazılıydı.
Padişah Harun, o mübarek “hilye-i şerîfe”ye baktıkça şâd olup kendinden geçti; bütün endişe, sıkıntı ve düşüncelerinden sıyrıldı. Âdeta dünyalar kendisinin olmuştu. O dervişe o kadar çok ihsanda bulundu ki, kendisinden önceki sultanların hiçbiri belki de bu kadar hediyeyi bir kişiye vermiş değillerdi. Keseler dolusu mücevherleri önüne saçıp, heybeler dolusu altın ve gümüşle o fakirin gönlünü aldı. Bunlar yetmemiş gibi, o hikmet sahibi padişah, sırtından mücevher işlemeli kaftanını da çıkarıp o dervişe hediye etti.
Aynı günün gecesinde bir rüya gördü. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhis ve sellem- tâ serâ perdesine kadar tenezzül buyurup, binlerce lütuf göstererek dedi ki:
“Ey Harun! Mademki hilyemi görüp şâd oldun ve mademki bana hürmet gösterdin rüyada yüzümü görmeye liyakat kazandın ve dahası, mademki o fakir senin ihsanların ile sevindi; şimdi ben de seni sevindireyim. Yüce Rabbimiz bana fermân buyurarak müjdeler verdi ve ihsanda bulunarak buyurdu ki;
“Ey Habîbim! Senin hilyeni gören şâd olsun. Onu üzerinde taşıyan can muskası edinmiş olsun. Her varlık son bulup kıyamet günü geldiğinde ise o kişinin bedenine cehennem ateşi haram olsun. O kişi hiçbir azap ve sıkıntı çekmesin; ne dünyada, ne de âhirette... Cennete de benim cemâlimi görme mutluluğuna erişsin ve nûruma mazhar olacak kıvama ersin.”
Eskiden akıllı insanlar, göğsünde yazı yahut dilinde zikir olarak hilye taşıyan dilencileri eli boş çevirmezlermiş. Velhâsıl hilye-i şerîfe, murada kavuşmak için bir vâsıta, iyi talihe ve ululuğa ermek için vesile imiş.[1]
Hilye, ilk zamanlarda göğüs cebinde ve bir saygı ifadesi olarak taşınırmış. Daha sonra bu hilyelerin, evlere yümn ü bereket getirmesi maksadıyla özel hatlarla istif edilmiş tablolar hâlinde duvarlara asılması yaygınlaşmış. Bilhassa Osmanlılar devrinde evlenecek kimselere hediye olarak meşhur hattatların yazdığı hilye-i şerîfeler hediye edilir olmuş. Genç evliler, evlerinin en mûtenâ köşesine astıkları bu Hilye-i Şerife levhasını, âdeta evlerinin mânevî bir sigortası olarak görürlermiş.
Hilyelerin bulunduğu yere huzur, bereket, saadet getireceğine; orayı âfetlerden ve yangından koruyacağına inanılmıştır. Bu, bir teslimiyet yoludur; inanılırsa, öyle tecelli edeceğinden şüphe duyulmamalıdır. Eskiden bir ev olsun da, orada hilye-i şerif bulunmasın, bu, o ev için büyük bir eksiklik kabul edilirdi.
Çok yakın bir teyzemiz anlatmıştı. Genç kızlığında Fâtih’te bir Kur’ân Kursu’nda yatılı kalıyormuş. Kursları ahşap bir binaymış. Zaten o zamanlar İstanbul’un birçok semti ahşap evlerle doluymuş. Bu sebeple kursun iki yanında da ahşap evler varmış. Bir gün komşularının ahşap binasında yangın çıkmış ve yangın, rüzgârın da tesiriyle hızla yanındaki binalara sıçramış. Kurstaki talebeler de hemen dışarı çıkarılmış. Ama o zamanlar Kur’ân kurslarının nâdir bulunduğu, bir kursa sahip olmanın çok zor olduğu devirlermiş. Bu sebeple yangının kurslarına yaklaştığını gören talebe ve hocalar, endişeyle feryâd ü figân etmeye, çevredeki insanları yardıma çağırmaya başlamışlar. Tam bu esnada, kursun siyer hocası olan hocahanım, hızla kursa girmiş, duvarda asılı olan “Hilye-i Şerîfe” levhasını alıp dışarı çıkmış. Yan binadan kursa sıçramak üzere olan yangına yaklaşmış ve “Bismillah!” diyerek “Hilye-i Şerîfe” levhasını, ateşin yaklaştığı tarafa tutup bir yandan da ezberinden Hilye-i Şerîfe’yi okuyormuş. Ateş, Hilye-i Şerife’nin tutulduğu taraflardan, sanki korkarcasına, hızla geri doğru çekilmiş. Bütün öğrenci ve hocalar ile, oraya toplanmaya başlayan halk bu hâdiseye şâhit olmuşlar. Öğrenciler de hocalarının peşisıra gözyaşları içinde Hilye-i Şerîfe’yi terennüm etmeye başlamışlar. Olay mahalline itfaiye ekipleri geldiğinde yan yana olan iki ahşap binanın birisinin kül olup diğerinin yanmayışına çok şaşırmışlar.
Hilye-i Şerîfe Nedir?
Hilye, lügatte, “süs, ziynet, yüz ve ruh güzelliği” demektir. Istılahta ise, “Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, beşer kelâmının imkânları nisbetinde kelimelerle çizilmiş resmi”dir. Hilye-i şerife levhalarının esas gayesi, Peygamber Efendimizin bedenî güzelliklerini, konuşmasını, insanlarla muâmelesini ve güzel ahlâkını anlatmaktır.
- asır Osmanlı âlim ve şâirlerinden Süleyman Nahîfî şöyle der:
“Muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerîfeyi aşkla yazsa ve ona çokça sevgi ile nazar eylese, Allah Teâlâ o kimseyi hastalık ve sıkıntılardan, ânî ölümden hıfzeyler. Şâyet bir yere sefer ettiğinde beraberinde götürürse, o seferinde dâimâ Hak -celle celâlühû-’nun muhâfazasında olur.”
Birçok İslâm müellifi, hilye-i şerîfenin sayısız fazîletleri hakkında düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyâda görmek için de hilye-i şerîfeyi teberrüken ezberleme an’anesi, birçok İslâm ülkesinde hâlâ mevcuttur.
Rivayet olunur ki, Peygamber Efendimiz’in vefatına yakın bir zamanda Hazret-i Fâtıma, Peygamber babasının boynuna hasretle sarılıp:
“-Senden sonra ben seni görmeden nasıl dayanırım, hasretimi nasıl dindiririm? Ya Seni görmeyen, Senden sonra gelecek ümmetlerin buna nasıl dayanır?!” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ı yanına çağırıp:
“-Ey Ali, benim hilyemi yaz. Benden sonra gelip de hilyemi gören ve okuyan beni görmüş gibi olur.” buyurdular.
Bu güzel rivayetler, onunla beraber olma şerefine nâil olamayan âhir zaman ümmetine büyük bir müjdedir. Hem dünyada iken hiç olmazsa rüyada görebilmek için, hem de ukbâda beraber olmak için, inşâallâh!
Allah Teâlâ âyet-i kerîmede
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha çok yakındır…” (el-Ahzâb, 6) buyuruyor. Sevgili Peygamberimiz de bu istikamette:
“-Sizden biriniz, beni kendi nefsinden, atasından, babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla îmân etmiş olamaz!..”[2] buyuruyor. Başka bir hadîs-i şerif de şöyle:
“Allâh’ı ve Peygamberini, her şeyden çok sevmedikçe tam mü’min olunmaz.”[3]
O hâlde îmanın yolu, O’nu sevmekten; O’nu sevebilmek de, O’nu tanımaktan geçiyor. Bu tanıma da hem O’nun mübarek şemâilini bilmek, hem de O’nun hayatını öğrenerek o hayatı örnek almak ile gerçekleşir. Gerçekten kalbe yerleşip orada taht kuran böyle bir sevgiyi Rabbimiz aslâ zâyî edecek değildir. Zira:
“Sen onların içinde bulunduğun müddetçe Allah onlara azap edici değildir.” (el-Enfâl, 33) âyet-i kerîmesinin işarî tefsirinin:
“Ey Rasûlüm; Senin sevgin, onların kalbinde bulunduğu müddetçe Allah o kalbe azâb edici değildir.”
Rasûlullâh’a Muhabbetin Zerresi Bile
Kaynakların verdiği bilgiye göre, Allah Rasûlü’nün sütannelerinden biri de, tâlihli hanım Süveybe Hâtun’dur. Bu hanım, Rasûlullâh’ın amcası ve azılı düşmanı olan Ebû Leheb’in câriyesi idi. Süveybe Hâtun, bir pazartesi günü Ebû Leheb’e yeğeninin doğum müjdesini haber verince, Ebû Leheb, sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriyeyi âzâd etti. Bu ırkî asabiyetten meydana gelen sevinç bile, Ebû Leheb’in pazartesi günleri azâbını hafifletmeye yetti. Bu hâdiseyle alâkalı olarak, Ebû Leheb’in kardeşi Abbas -radıyallâhu anh- şunları nakleder:
“Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir hâlde idi:
«−Sana nasıl muâmele edildi?» diye sordum.
Ebû Leheb:
«−Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün baş parmağımla işâret parmağım arasındaki şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim.» cevâbını verdi.”[4]
İbn-i Cezerî şöyle der:
“Ebû Leheb gibi bir kâfire bu lütufta bulunan Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in doğduğu geceyi zikir ve ibâdetle ihyâ eden bir mü’mine, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hürmetine kim bilir ne tür nîmetler ihsân eder, ne gibi lütuf ve ikramlarda bulunur, düşünmek lâzımdır! O hâlde mü’minlere yakışan, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doğduğu günü ihyâ edip fakirlere her türlü yardımda bulunmaktır. Böyle yapanlar, o yıl belâlardan kurtulur ve ne dilekleri varsa yerine gelir.”[5]
Rabbimiz, Habibini cân u gönülden seven, O’nu görmek için can atan, O’na ulaşmak, muhabbet ve iltifatına mazhar olmak için vesileler arayan ümmeti arasına bizleri de dâhil eylesin.
Gelin; evimizi, gönlümüzü, gözümüzü ve hâfızamızı şenlendirelim. Bu yıl, kendimize bir Rebîü’l-evvel hediyesi verelim. En sevgilinin hilyesini okuyalım, ezberleyelim; hânemize bir “hilye-i şerîfe” asalım. Hânemiz de, gönül hânemizde O’nun hilyesi ile şereflensin; âlemlere rahmet olarak gönderilmiş O Fahr-i Âlem’in rahmetinden bizler de nasipler devşirelim.
[1] Bkz: Hakânî Mehmet Bey, “Hilye-i Saadet”, 167-188. beyitler. (Yayına hazırlayan: İskender Pala), Kapı Yayınları, 6. Basım, İstanbul, 2013, sh: 59-63.
[2] Buharî, Îman, 8; Müslim, Îman, 70.
[3] Buharî, Îman, 9, 14; Edeb, 42; Müslim, Îman, 67.
[4] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125.
[5] Kastalanî, “Mevâhib-i Ledünniye”, I, 39’den naklen Osman Nûri Topbaş, “Rahmet Peygamberi’nden Rahmet Esintileri”.
YORUMLAR