Allah, insana anne karnında sırasıyla önce dokunma duyusu, sonra tatma, koklama, işitme en son görme duyusunu ihsan eder. Hislerimizi şekillendiren, hareketlerimize yön veren duyularımız, hayata atıldığımızda dış dünyayı algılamamız için bilgi toplayan vasıtalarımız olur.
Duyularımızın tam kapasite çalışmaya başladığı yedi yaşından itibaren “temyiz”, yani iyiyi kötüden ayırt edebilme melekesini de edinmiş oluruz.
Bu eşikten sonra kendimize ait, iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı-zararlı ölçülerimiz ortaya çıkar; çocukluktan gençliğe geçişe bir kapı aralanmış olur. Artık dünyayı kendimiz tecrübe eder, yaptığımız tesbitleri ve edindiğimiz kıymet hükümleriyle hayata olan bakışımızı şekillendiririz.
Elbette bu süreçte tek başımıza değiliz. Anne-babamız, âilemiz ve kaçınılmaz şekilde içinde yaşadığımız toplumla birlikte inşâ ediyoruz kişiliğimizi… Çünkü insan, bulunduğu sosyal ortamda hayatî faaliyetlerini devam ettirebilmeye programlı… Bunu da otomatik yapabilen bir canlı… İçinde bulunduğumuz ortama göre şekilleniyoruz. İşte tam da bu sebeple “…Sâdıklarla beraber olunuz.” (et-Tevbe 119) diye emrediliyor.
Çünkü sâlih ve sâdık kimseler, hayrı tebliğ ederken kalplere gidecek bir yol bulurlar. Hâlleri zaten tebliğdir. Sözü de güzel söylerler, sohbetleri dimağda tat bırakır. Söyledikleri sözler öyle lâtiftir ki, nefse ağır gelmez. Sevdirerek yol-yordam gösterirler. Ettikleri ikazlar kulaklara değmeden, sözlerinin lezzeti ve hoş ifadeleri kalplere değer. O sebeple onlara benzemeyi istemek, güzelleşivermek kolay olur.
Şimdi diyoruz ki; “Zamâne gençleri alfabenin son harfinin kuşağı. Öyle ya, harf bitti, söz de bitiyor artık. Öğüt almıyorlar!”
Gerçi hoş, bir önceki nesil de bizim için aynı şeyleri söylüyordu. Hattâ yüzyıllardır var bu dert; “Ne olacak bu gençliğin hâli?!”
Günümüzde gençliğin varacağı yer, maalesef bizden uzak görünüyor. Sünnetullah ile sıralanan duyularımızı devrin îcatları işgal etti. “Dokunma” duyumuzu ekranlar tatmin ediyor. Çocuğuna sarılmayan, öpmeyen, dokunmayan ebeveynler; sabahtan akşama klavyelere, ekranlara dokunuyorlar. Hâkezâ çocuk da tabletle, oyun kumandası ile bağ kuruyor. O olmadan yemiyor-içmiyor.
Annenin emeği ile hazırladığı tatların yerini paketli gıdalar, hazır menüler işgal ediyor. Çocuğun “tat duyusu”na da hazır ürünler kadar hitap edemiyor çoğunlukla, ev mâmülleri…
“Koku” duyusu, hepten sun’î… Anne kokusuna karışan deodorantlar, parfümler; baba kokusuna karışan nikotin kokuları, losyonlar, bağ kuracak kokuları bastırıyor. Koku da bağlayıcı olamıyor.
“İşitme” duyusuna da maalesef doğru olanı güzelce incitmeden söyleyemediğimiz için ulaşamıyoruz. Videoların efektli müzikleri, daha tatmin edici geliyor gençlerimizin nefsine…
“Görme” duyumuz zaten, TV’lerin, videoların esaretinde. “Ben âilemin, çocuklarımın gözünün içine, ekranlara baktığımdan daha çok bakıyorum!” diyen babayiğitler elbette çıkacaktır, ama maalesef çoğunluk öyle değil!..
Hâl böyle iken nereye gitsin bu gençlik?
Ekrana gidiyor tabi, ekrandaki dünyaya doğru gidiyor. Bizden uzaklaşıyor, devrin insanı oluyor.
O zaman dış dünyayı algıladığı beş duyusuna bile ulaşamadığımız gençliğin kalbine ulaşmayı, kendimizi ve güzel bildiğimizi sevdirmeyi, nasıl başarabiliriz?
Çocuklarımıza, gençlerimize ulaşmak istiyorsak önce beş duyusunda güzel tesirler bırakıp, bizi hayır ve güzellik üreten insanlar olarak algılamalarını sağlamalıyız. Bu tesiri bırakacak yorgunluklara tâlip olmalıyız. Zaman ve enerji harcamalıyız.
Henüz kendi çevresini, sahasını ve kimliğini oluşturmaya çalışan gençlerimize sınırlarını hatırlatırken şahsiyetlerini incitmeyecek cümleler kurmalı, sınırlarını çiçekli sarmaşıklarla örmeliyiz.
Aklı kemâle ermiş insan bile “emir kipi” ile öğüt almakta zorlanırken, irâdesini, şahsî haklarının varlığını yeni keşfetmiş, ispata uğraşan genç, sevmediğinden öğüt alır mı?
İncecik dallarına basıp kıranın bahçesindeki fidan meyveye durur mu? O fidana özenmek, emek vermek gerek.
Yanında meyveye duran bir ağaç olduğunda, ağaç bile tozlaşıyor, benzeşiyor, meyveye duruyor.
Elbette gençleri güzele dâvet ederken hâl ile de güzel olmamız, güzel kalmamız gerekiyor. Çünkü hâlden tesirli bir öğüt yok. Ve taklitle öğrenen insan için hâle şahit olmaktan kolay öğrenme şekli de yok.
Gençlik, duyuları ile edindiği bilgileri, aldığı öğütleri mezcedip kendi devrine uygun refleksini geliştirir de; öğüt almak konusunda kendi nefsini eğitememiş yetişkinler, öğüt vermeyi nasıl öğrenir?
Oturup düşünmek gerek.
Ne olacak bu yetişkinlerin hâli?
YORUMLAR