Ne Faizdir, Ne Değildir?

Aslında faiz ve onunla ilgili hükümlere, fıkıh ve ilmihal kitaplarından geniş bir şekilde ulaşılabilir. Biz, burada ehemmiyetine binâen daha özet ve ihtilaftan uzak olan bilgileri bir araya getirmeye çalıştık.

 

Faizin Tarifi

Faiz kelimesinin Arapça karşılığı “ribâ”dır. Ribâ, sözlükte artma, çoğalma, şişme gibi mânâlara gelir. Türkçe’ye geçmiş şekliyle, fâizin anlamı da aynıdır. Fıkıhta ise, para ve standart (mislî) malların birbiriyle değişiminde, taraflardan birisi için şart koşulan karşılıksız fazlalığı ifade eder.

İslâm’ın ilk devirlerinde, câhiliye toplumunda ödünç verilen malın aslına “re’sü’l-mal” yani anapara denirdi. Belirlenen vâde sonunda ana paraya eklenen fazlalığa ise “ribâ” adı verilirdi. Bu mânâda borçlara eklenen fazlalık da “ribâ” özelliğini taşıyordu.

 

İslâm’da Fâizin Yasaklanması

Topluma tamamen kök salmış hastalıkları tedâvîde İslâm, “tedrîcilik” prensibine riâyet etmiş ve yavaş yavaş bu kötülüğün kaynağını kurutmayı hedeflemiştir. Tıpkı câhiliye toplumunda âdeta su gibi içilen içkinin kademeli olarak haram kılınışı gibi, alışveriş hayatının kanseri olan “faiz” de kademeli olarak yasaklanmıştır.

Peygamber Efendimizin faiz yiyenlerle ilgili bilinen ilk ikazı, Mekke’de vukû bulan Mîrac hâdisesinin takip eden dönemdedir. Allah Rasûlü, bu hâdiseyi anlattığı hadîs-i şeriflerinde, faiz yiyenlerin cehennemdeki fecî âkıbetlerini haber vermiştir. (İbn-i Mâce, Ticârât, 58; Ahmed bin Hanbel, II, 353, 363)

Yine Mekke’de nâzil olan bir âyet-i kerimede de ribânın, sevap kazandıran bir amel olmadığı haber verilmiştir. (Bkz: Rum, 39)

Medine’de bu konuda inen ilk âyet, Yahudilerin başına gelen sıkıntıların sebebinin faiz yemeleri olduğunu ifade etmiştir. (en-Nisa, 160-161) Uhud savaşı sırasında inen bir âyetle Müslümanların “katlanmış faizi yemeleri” yasaklanmıştır. (Âl-i İmrân, 130)

Hayber’in fethi esnasında, yani hicrî 7. yılda (m. 629) gelen şu âyet-i kerime ise, faizin kesinlikle yasaklandığını bildirmektedir:

“Fâiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların; alışveriş de fâiz gibidir, demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah, alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. Bundan böyle, kime Rabbinden bir öğüt gelir de yaptığından vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve işi de Allâh’a kalmıştır. Kim de yeniden fâizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada sürekli olarak kalacaklardır.” (el-Bakara, 275)

“Allah faizi eksiltir, sadakaları ise arttırır. Allah çok inkârcı, çok günahkâr kişiyi sevmez.” (Bakara, 276)

“Ey îman edenler!.. Allah’tan korkun. Eğer inanıyorsanız fâizden arta kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allâh’a ve Peygamberine karşı savaşa girdiğinizi bilin. Şayet tevbe ederseniz, anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğramış olursunuz!..” (Bakara, 278-279)

Görüldüğü gibi, âyetler, fâizin her çeşidini ve ondan gelecek menfaatlerin hepsini yasaklamış ve faizle meşgul olmayı, Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı harp etmeye denk görmüştür. Bu kadar şiddetli bir şekilde yasaklanmış olan faizin nasıl bir şey olduğu hakkında da biraz izahat verelim:

 

Fâizin Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilen ribâyı anlamak için, câhiliye dönemi şartlarında yapılan alışverişi bilmek gerekir. O zaman bizim kullandığımız şekilde kağıt para yoktu. Altın, gümüş gibi aslen kıymetli olan paralar kullanılır veya mallar, birbiriyle takas edilirdi. Peygamber Efendimiz, bu alışveriş ve takasla ilgili şu ikazlarda bulunmuştur:

“Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, eşit ve peşin bir şekilde trampa (değiş tokuş) edilir. Farklı cinsler birbiriyle mübadele edilirse (değiştirilirse) peşin olmak şartıyla dilediğiniz gibi satış yapınız.” (Müslim, Müsâkât, 81; Ebû Davud, Büyu’, 18 Ahmed bin Hanbel, V, 314, 320)

Bu hadîsin Tirmîzî’deki rivâyetinde şu ilâve vardır:

“Her kim, bu şekildeki mübâdelede fazla verir veya alırsa, şüphesiz ribâ yapmış olur.” (Tirmizî, Büyu’, 23)

Aynı cinsten olan mallar arasındaki değişimde de dikkat edilecek hususlar vardır. Bu konuda Hazret-i Bilal-i Habeşî ile ilgili şu hâdise çok ibretlidir:

Bilal-i Habeşî’nin, Allah Rasûlü’ne ikram etmek üzere, iki ölçek âdî (basit) hurmayı, bir ölçek kaliteli kurma ile değiştirdiğini öğrenen Peygamber Efendimiz:

“Vah vah, bu ribânın (faizin) ta kendisi… Bunu böyle yapma!.. Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı sat, onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al!..” buyurmuştur. (Buhârî, Vekâle, 11)

Demek ki, aynı cinsten ürünler hakkında değişim yaparken kalite farkı dikkate alınıp verilen fazlalık bile faiz şüphesi taşımaktadır.

Faizin doğma ihtimali olan bir husus da alışveriş esnasında, araya giren “zaman” farkıdır. Bu konuda da Hazret-i Ömer’den rivayet edilen bir hâdiseyi nakledelim:

Mâlik bin Evs ile Talha bin Ubeydullah, altın ve gümüş parayı birbiriyle mübâdele etmek istemişlerdi. Ancak Talha, Mâlik ile anlaştıktan sonra, vereceği malın bedelini hemen ve peşinen değil, birkaç saat sonra getireceğini söylemişti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“-İki cins parayı mübâdele ederken (birbiriyle değiştirirken) alıcı, bedeli almak üzere senden eve girip çıkıncaya kadar izin istese bile, izin verme. Çünkü sizin için «ramâ»dan, yani faize düşmenizden korkuyorum.” demiştir.

Bu hâdiseyi günümüz ölçüleriyle yorumlarsak, altın veya döviz satışlarında günde birkaç kez değişen kur fiyatları yüzünden, böyle bir vadenin (zamanın) taraflardan birisi için haksız kazançlara sebep olabileceği görülmektedir. Bu yüzden altın, gümüş ve döviz satışlarının peşin yapılması gereklidir.

 

Borç Vermedeki Vâde Farkı

Peygamber Efendimiz döneminde, altın ve gümüş para cinsinden borç alıp vermelerde, borç verilen para, “re’sü’l-mal: ana para”, o borç üzerine vade farkı sebebiyle eklenen fazlalığa da “ribâ: faiz” deniyordu. Burada kullanılan para birimi altın ve gümüş gibi, aslında mâdenî değeri olan mallar olduğu için, borcu alırken de verirken de paranın aslî değeri üzerinde bir değişiklik, yani değer kaybı olmuyordu. Bu yüzden anaparayı eksiksiz ödeyen birisi hem zulmetmiyor, hem de zulme uğramıyordu.

Fakat daha sonraki devirlerde bakır, nikel, kalay gibi madenlerden paralar imal edilmeye başlamıştır. Günümüzde ise, bütün bu mâdenî paralar yerine daha çok kâğıt paralar kullanılmaktadır. Aslında kâğıt ve mürekkep dışında bir mâliyeti olmayan banknotlar, üzerindeki rakamlar ve ülkelerinin ekonomik değeri nisbetinde kıymet kazanmakta veya kaybetmektedir.

Bu yüzden bugün birisi, başkasına verdiği kâğıt para cinsinden borcu, aradan bir müddet geçtikten sonra tahsil etmeye kalkarken paranın değerindeki değişiklikler ve enflasyon sebebiyle kârlı veya zararlı olmaktadır. Sonuçta alacaklı veya borçludan herhangi birisi, bu sebeple “haksız kazanç” elde etmiş olmaktadır. İşte buna mahal vermemek için, mümkün mertebe, alacak ve verecekleri, o esnadaki mevcut kur üzerinden altın vb. daha kalıcı bir değere endekslemek gerekir. (Bkz: Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ticâret ve İktisat İlmihâli, sh: 629-631)

 

Faiz Neden Yasaklanmıştır?

Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:

“Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır; ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız! Allâh’ın emriyle fâizcilik artık yasaktır. Câhiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib’in oğlu (amcam) Abbâs’ın fâizidir.” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84)

Faiz, toplumsal ve ekonomik hayatta meydana getirdiği büyük uçurumlar ve bunalımlar sebebiyle yasaklanmıştır. Herhangi bir sebeple maddî ihtiyacı olan birisi, eşit miktarda ödeyeceği bir borç bulamayınca mecburen faizle borç veren yerlere yönelmekte ve sonunda zaten olmayan parasını, ana para yerine faizine yetiştirmeye çalışmaktadır. Belli bir müddet sonra borç aldığı paranın çok üstünde faiz ödediği hâlde, hâlâ borcu devam etmekte ve katlanıp durmaktadır. Bu da kısaca zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir düşüren bir sömürü düzenidir.

İşte İslâm, insanların birbirine borç alıp verirken veya ticaret esnasında, başa baş değerleri getirmiş ve herhangi bir isim adı altında “fazlalık” bir ödemeye müsaade etmemiştir. Faizle borç alıp verme yerine, “karz-ı hasen” yani Allah adına güzelce borç verme (Bkz: el-Hadîd, 11; el-Bakara, 215; el-Mâide, 12) tavsiye edilmiş, borçluyu gerekli-gereksiz sık boğaz etmeyi de hoş görmemiştir. (el-Bakara, 280) Borçlu da eline imkân geçer geçmez, karşı tarafı sıkıntıya sokmadan, vaktinde ve eksiksiz olarak borcunu ödemeye çalışmalıdır. İki tarafı da Allah ve âhiretteki hesaba çekilme korkusu ile terbiye eden İslâm Dini, böylece zengin-fakir arasında bir denge ve yardımlaşmayı teşvik etmiştir.

İmkânı iyi olanların, borçlulara, vâdede kolaylık göstermesi, hatta ödeyemeyecek durumda ise, karşılığını Allah’tan bekleyerek alacağını borçluya bağışlaması tavsiye edilmiştir. Daha sonraki bir dönemde ise, bunu başa kakıp borçluyu utandırmamasını ve yaptığı iyiliği hebâ etmemesini öğretmiştir.

Herkesin birbiri için hayır düşündüğü ve hayırda bulunmaya çalıştığı böyle ideal bir toplum modeli mi, yoksa herkesin birbirinden “ne yolsam kâr” düşüncesinde olduğu hırs ve açgözlü toplum modeli mi? İnsanlar, 21. yüzyılında başında, büyük bir tercih yapmak zorundadırlar.

Koskoca bir kıtanın “açlıktan” kırıldığı bir dönemde, eğer birileri, “hazımsızlıktan” kıvranıyorsa, bu insanlık adına başlı başına bir utanç olmaya yeter.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle