Bizi bizden uzaklaştıran, popüler kültür oldu. Değerler sistemi bize ait olmayan karmaşık bir kültürün insanları hâline geldik. Oyunu kuran başkaları... Oynamak zorunda bırakılan bizler… Oyunun unsurlarını, kurallarını, sınırlarını çizen başkaları; oyunun figürleri bizler… Bu kıstırılmış hâlden kurtulmak da zor, küresel ortamda değerlerimizle var olmak da zor…
İnsan, hep eskiye hasret duyar. Acaba eskinin içinde barındırdığı o saflık, o iyi niyet ve o amatör ruh mudur bizi cezbeden? Çok azımızın çocukluk yıllarına âit kötü hatıraları vardır. Ciddî sarsıntılar yaşamamışsak, çocukluk yıllarımız, en mutlu zamanlarımız olmuştur. Hasret duymamızın sebebi, galiba bu arı-durulukta...
Dikkatlerinizi dağıtmadan, sizi bundan 1437 sene öncesine âit bir tabloya götürmek istiyorum. Peygamber Efendimizin hicret sahnesine… Hatırlayalım o hâdiseleri... Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanına dostu Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-Efendimizi almış. Ve bütün riskleri göze alarak Allâh’ın emriyle hicret yoluna başlamış. Mekke’den uzaklaşmış ve bir gece, ertesi gün devam etmek üzere yolculuklarına ara vermişler. Hazret-i Ebûbekir’in oğlu Abdullah... Daha on yaşlarında. Efendimizle dostu Ebûbekir, Sevr mağarasında iken onlara Mekke’de olup bitenlere dair haber getiren yürekli çocuk… Kâinâtın Sultanı ve babasına haber götürmek için beş kilometrelik yolu, gecenin karanlığında kat ediyor. Müşriklerin gündüz konuştuklarını, aldıkları kararları bir bir anlatıyor onlara... Ve o güzîde insanların yolculuk istikametini belirliyor bir mânâda.
Bunu yapan on yaşlarında bir çocuk.
Korku nedir bilmiyor. Cesaret örneği bir yürek…
Diğer bir tablo, daha yakın bir tarihten… Tarihimizden… İstanbul’un fâtihi, Sultan II. Mehmed, “Fâtih” ünvanını 21 yaşında almış bir kahraman… Bir idârî ve askerî dehâ... Kendisini yetiştirmiş, askerî stratejileri öğrenmiş ve siyaset ilmini de halletmiş. Peygamber Efendimizin müjdesine nâil olmak arzusu ile Bizans’ın yıkılmaz zannedilen iktidarı ile beraber surlarını da yerle bir etmiş. 21 yaşı, şimdilerde neredeyse çocukluk dönemi olarak kabul ediliyor, maalesef…
Gelelim günümüze.
Elektrikler kesilince bir odadan diğer bir odaya gitmeye korkan çocuklarımızı gördükçe, neslimizin cesaret yönünden hangi durumda olduğunu da görebiliyoruz.
Çocuklarımızın akademik başarısına ehemmiyet verdiğimiz kadar, şahsiyet ve karakterlerinin cesaret ve şecaat zemininde yükselmesine de önem vermeliyiz. Bu, sağlam karakteri ise, sadece kitap sayfalarından değil, fiilî durumlarla öğretmemiz lâzım.
Yaşadığımız toplumda, özellikle son yıllarda artan “güvenlik” korkusu, bizi ve özellikle çocuklarımızı evlere, balkonlara hapsetti. Eskiden olan mahalle hayatı yerine korunaklı siteler, güvenlikli binalar revaç buldu. Bu, içinde bulunduğumuz yerden baktığımız zaman çok tabiî bir durum olmakla beraber, toplumsal değişimin aslında iyi bir yönde gitmediğinin de göstergesi... Neden sokaklarımız, caddelerimiz, alış-veriş merkezlerimiz veya toplu bulunulan yerler güvenli değil? Neden yolda bize el kaldıran insanları arabamıza tereddüt etmeden alırken, şimdi yolda kalmış birisini görmezlikten geliyoruz. Sonucu eleştirmekten ziyâde, “Neden bu noktaya gelindi, bunun sebepleri nelerdir?” ona bakmak îcap eder.
İşte bu durumdaki bir toplum yapısında, sağlam karakterli çocukları en asgarî düzeyde, evlerimizde, kendi dünyamızda bozulan topluma daha dayanıklı fertler olarak hazırlamalıyız.
Güzel ahlâkını anlattığımız, faziletlerinden her zaman bahsettiğimiz Peygamber Efendimiz’in cesaretini, O’nun güzîde ashâbından kahramanlık sıfatı ile öne çıkmış şahsiyetlerle yavrularımızı buluşturmamız lâzım. Korkak, pısırık, nazlı, çekingen karakterler olmalarına aslâ fırsat vermemeliyiz. Bu yüzden çekirdek âile yapısı, zarûrî hâller dışında tercih edilmemeli. Yavrularımız mutlaka, âilenin diğer fertleri ile irtibatta tutulmalı ve özellikle nine-dedelerin ayrı bir yeri olmalı... Bunun için aynı evde oturmaya da gerek yok. Ancak bir çocuğun dedesinin ve ninesinin şefkati ile büyümesi, aynı zamanda anne-babasının ilgisi neticesinde emsallerinden daha şanslı bir fert olmasına vesîle olacağı muhakkaktır.
Eskiden geniş âilelerin şöyle bir güzelliği vardı: Dede, torunlarına kahramanlık hikâyeleri anlatırdı. Hazret-i Ali’nin Hayber savaşını, Dedekorkut’un kahramanlıklarını veya Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile savaşlarını şifâhî bir edebiyatla anlatan büyüklerimiz vardı. Çocuklar, şimdi sanal kahramanların sahtekâr karakterleri ile büyüyorlar. Hayal dünyalarında büyütecekleri bize ait mânevî kahramanların yerine Batı’dan ithal edilmiş kahramanların yanlış karakterlerine mâruz kalıyorlar.
Çocuklarımızın psikolojisi bozulacak diye o kadar titiz olur hâle geldik ki bu, iradesini kazanmamış yavrularımızı, okyanusta kendi başına bırakmak gibi bir şey... Yüzmeyi bilmiyor. Yol bilmiyor. Yön bilmiyor. Onlara rehberlik ederken geleneksel yöntemleri uygulamakla beraber dünyevî kültürün eğitim-rehberlik tuzaklarına da dikkat etmek lâzım…
Çocuklarımıza hayatın gerçeklerini gösterme adına, doğru zaman ve zeminlerde mantıklı izahlar yapmalıyız. Çocuklarımızla ortak noktalarımızı çoğaltmalı ve başkasının yerine kendimizi koymayı (empati) öğretmeliyiz. Yasaklamak yerine alternatif faaliyetler ortaya koymalıyız. “Aman çocuğumuzun psikolojisi bozulacak!” titizliğinden kendimizi kurtarmalı, “psikolojinin bozulmasının” başlı başına bir “şahsiyet kayması” olduğunu göz önünde bulundurmalı, öyle basit meselelerden olmayacağının farkında olmalıyız. Çocukları önce kendi gözümüzde büyütmeliyiz. Başka bir ifadeyle, onların yaşından büyük işler vermeyelim derken, yaşlarının çok altında sorumluluklar yükleyerek ruhlarını cılızlaştırmamalıyız.
Netice olarak, merhametimizin suiistimal edilmesine müsaade etmemeli, onların sağlam bir karakterle yetişmeleri için akıl ve mantık kuralları içinde hareket etmeye dikkat etmeliyiz. Duygusallık ve ebeveynlik zaaflarımızın, yavrularımızın geleceğinde olumsuz izler bırakmasına izin vermemeliyiz.
Onlar, bizim geleceğe mektuplarımız… Onlar, bizim olmadığımız zamanlarda, kendi ayakları üzerinde durabilmeli; kendi çağlarının dertlerini sırtlanacak bir omuz genişliğine ve yürek enginliğine erişmelidirler. Bu kıratta evlât yetiştirmek, öncelikle anne-babaların vazifesidir. Toplumlar, böyle şahsiyetli, içi öz güven dolu, gözünü budaktan esirgemeyen, ancak mütevâzî, güzel ahlâklı, kendi medeniyetinin kültür ve değerlerine sahip fertlerle yücelir, yükselir. Toplum inşa etmek, insan ihyâ etmekle başlar. İnsanın ihyâ edildiği ilk yer de âiledir.
YORUMLAR