Nasr Suresi -5-

Âyet-i kerîmelerin Peygamber Efendimize hitap etmesinin yanı sıra daha umûmî olarak ümmete de hitap ettiğini düşünen müfessirler de bu âyet-i kerîmeler hakkında şu izahlarda bulunmuşlardır:

Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerîmede Peygamberimize hitâben, “Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur. (Ey Peygamber!) kendi günahın için, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahı için (Allah’tan) mağfiret dile!” (Muhammed, 19) buyrulmuştur.

O hâlde mü’min erkek ve kadınların günahı için istiğfar etmek, Peygamber Efendimize yüklenmiş vazifelerden birisidir. Bu îman etmiş kimselerin sayısı azken, hataları da az olması, sayının artmasıyla hata, günah, isyan vb. “istiğfarı gerektirecek hâller”in de artacağı âşikârdır. Dolayısıyla Peygamber Efendimizin bir tahdîs-i nîmet olarak, mü’minlerin sayısının artmasına sevinmesi ve bu vesileyle şükretmesi; ancak bununla birlikte de onların günahlarına da istiğfarı çoğaltması istenmiştir.

Ayrıca burada ümmetin, kendi amellerine güvenerek istiğfarı terk etmemelerine de işaret vardır.

Bu sûrede çıkartılacak diğer tefsir nüktelerine de şöyle işaret edebiliriz:

* Peygamber Efendimiz, her hâliyle ümmeti için örnektir, üsve-i hasenedir. Onun nîmete kavuştuğu zamanlardaki hâlleri de, mihnet, sıkıntı, belâ ve musîbet anlarındaki hareket ve tavırları da ümmeti için örnektir. Bu sebeple zikredilen âyet-i kerîmelerde, fetih, nusret (yardım), zafer günlerinde kulun nasıl bir tevâzu, hamd ve istiğfar hâli içinde bulunacağı gösterilmekte ve her türlü nîmetin sahibi olarak Allâh’ı bilmesi, kibre, gurur, benlik ve şımarıklığa düşmemesi öğretilmektedir.

* Allâh’ın Peygamber Efendimize, nübüvvete ilk başladığı yıllardaki vaadi, zafer ve dâvetinin başarıya ulaşmasıydı. O, düşmanlarının her türlü hile, tuzak ve saldırılarından korunacaktı. 23 yıllık tebliğ ve nübüvvet vazifesinin sonlarına doğru bu vaad gerçekleşmiş, Allah Teâlâ kendisine fetih ve yardım nasip etmiştir. Artık bu durumda Peygamber Efendimize düşen, Allâh’ın bu yardım, fetih ve nîmetlerine karşı büyük bir teslimiyet ve ihlâsla hamd etmesi, istiğfarda bulunmasıdır. Bu hâl, O’nun vazifesinin sona yaklaştığını da göstermektedir. O hâlde mü’min bir kulun, ömrünün sonlarına doğru hamdini, şükrünü, ibâdetlerini ve istiğfarını artırması gerekir. Gerek nîmet içinde bir hayat yaşamış olsun, gerekse sıkıntılarla geçen bir ömre sahip olsun, mü’minlerin Allâh’a kavuşacakları zamanlar yaklaştıkça bütün varlıklarıyla O’na yönelmeleri, dünyevî/nefsânî meşguliyetlerini olabildiğince asgarî seviyeye indirmeleri, kulluklarının güzelliğine işaret eder.

* İstiğfar, geçmiş günahlara nedâmet (pişmanlık) gayesiyle yapılmadığında da bir ibadet ve duâ şeklidir. Bu mânâda başkaları için yapılan istiğfar onlara duâ mevkiindedir. Eğer bu istiğfarda nedâmet ağır basıyorsa, o zaman istiğfar, tevbe mâhiyetindedir. Zaten insanın kendi hatalarına pişmanlık hissetmeden kuru bir istiğfarda bulunması, Allâh’a karşı edebsizliktir. Zira hem günahına pişman olmamak, hem de bunun affedilmesini dilemek, samimiyetsizliğin işaretidir. Allah ise, insanların sözlerinden ziyade kalplerine itibar eder.

* Fahreddin Râzî şöyle der:

“Cenâb-ı Hak bu sûrede Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e üç nîmet ve buna mukabil üç vazife vermiştir. Önceki sûrede, «Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam.» demesine mukabil Rasûlullah’a üç nîmet bahşetmiştir. Bunlara karşı da üç vücûbiyet (vazife, mecburiyet) yüklemiştir. Sanki şöyle buyurmuştur:

1- Sen bana, benim dinime lisânınla destek oldun. Bunun karşılığı, Allâh Teâlâ’nın nusretinin (yardım ve desteğinin) gelmesidir. O’nun yardımına mukabil, tesbih mükellefiyetini getirmiştir.

2- Sen, kalbinin Mekke’sini tevhid ordusuyla fethettin. Biz de sana Mekke’nin fethini nasip ettik. Mekke’nin fethine karşılık, hamd mükellefiyetini getirmiştir.

3- Sen, iç ve dış bütün uzuvlarını bana itaate sevk ettin. Ben de kullarımı sana itaate sevk ettim. Bu husus da, «İnsanlar fevc fevc Allâh’ın dînine girecekler.» ifadesinden anlaşılmaktadır. Hak Teâlâ, insanların bölük bölük girişlerine karşılık da Peygamber Efendimizin istiğfarda bulunması mükellefiyetini getirmiştir. Zira taraftarın çoğalması, kalbi meşgul eden şeylerdendir. Bu kadarcık meşguliyet (günahın) için istiğfarda bulun.

Böylece Cenâb-ı Hak, üç nîmete mukâbil, üç çeşit kulluk göstermesini istemiştir:

«Yardım edersem, tesbihatta bulun. Fethi nasip edersem, hamd et. Kullarım fevc fevc Müslüman olunca da istiğfarda bulun.»” (Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr Tercümesi, Akçağ, XXIII, sh: 507-508)

*Âlûsî der ki: “Kul ne kadar çok çalışırsa çalışsın, Mâbud’un celâline layık olanı gereği gibi yerine getirmede kusurdan uzak olamaz. Buna işaret için, birçok taatlerden sonra istiğfar da meşrû kılınmıştır. Onun için farz namazı kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi (Âl-i İmrân, 17) ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi (el-Bakara, 199) meşrû kılınmıştır. Aynı şekilde abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşrû olduğu rivayet edilmiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herhangi bir meclisten, toplantıdan kalkarken «Sübhânekallâhümme ve bihamdike estağfiruke ve etûbu ileyk» derdi…”

* Taberî ve İbn-i Kesîr’de şöyle denilmektedir:

“(Mü’minlerin annelerinden) Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- dedi ki:

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son zamanlarında ne kadar kalkar, oturur, gider ve gelirse, mutlaka «Sübhânekallâhümme ve bihamdihî. Estağfirullâh ve etûbu ileyh» (Allâh’ım, Seni tenzih ederim. O’na hamd eder, Allah’tan mağfiret diler ve O’na tevbe ederim.) der ve şöyle buyururdu:

«-Çünkü ben bununla emrolundum.»

Sonra da «İzâ câe nasrullâhi ve’l-feth…» (Allâh’ın yardımı ve fetih geldiğinde…) sûresini sonuna kadar okurdu.” (İbn-i Kesîr, Hadislerle Kur’ân Tefsiri, Çağrı, XV, sh: 8731)

* Rivayet olunmuştur ki, bu sûre nâzil olduğunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştur:

“-Bir kul ki, Allah onu dünya ile kendisine kavuşması arasında muhayyer kıldı, O da Allâh’a kavuşmayı seçti.”

Bunun ne demek olduğunu Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- anlamış ve ağlamıştı da:

«-Sana kendimizi, mallarımızı, babalarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz.» demişti.” (Tirmizî, Menâkıb, 15; Dârimî, Mukaddime, 14)

Yine rivayet olunmuştur ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu ashâbına okuduğu zaman onlar sevinmişler, fakat Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- ağlamıştı. Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“-Niye ağlıyorsun amca?” buyurdu.

“-Sana vefâtın haber veriliyor.” dedi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“-Evet, dediğin gibi.” diyerek cevap verdi. (Buhârî, Tefsîr, 110/3; Müsned, I, 217, 344, 356, 449)

Ashâb-ı kirâm, sûrenin Peygamber Efendimizin vefâtına işaret olduğunda müttefiktirler. Bunu anlamışlardı. Çünkü tesbih, hamd ve istiğfarın mutlak olarak emredilmesi, davetin tebliği emrinin bitip kemâle erdiğine delildir. (Vehbe Zuhaylî, Tefsîru’l-Münîr, Risâle, XV, 663-664)

* Allah önce tesbihi, sonra hamdi, ardından da istiğfarı emretti. Çünkü Hâlık (Yaratıcı) için yapılacak tesbih ve hamd, insanın kendisi için yapılacaktan öncedir. Tesbihi emretti ki, zihne, zaferin senelerce gecikmesiyle ilgili olumsuz bir düşünce gelmesin. Allah -celle celâlüh- hakkın ihmâlinden münezzehtir. İstiğfarı da emretti ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine eziyet edenlerden intikamı düşünmesin.

“Bizim de son duâmız, «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.»” (Yûnus, 10) olsun. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle