Nasr Suresi -4-

3-Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.

Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığı üzere, Allâh’ın yardım ve fethin neticesi; tesbih, şükür (hamd) ve kulluğu hatırlamaktır.

Bu durum dünya hayatında böyle olduğu gibi, cennet ehlinin, cennette baştan sona duâları da tesbih ve Allah Teâlâ’ya hamd etmektir. Nitekim âyet-i kerîmede Rabbimiz şöyle buyurur:

“Onların orada (cennette) duâsı; «Sübhânekallâhümme: Allâh’ım, Sen her türlü eksik ve noksan sıfatlardan uzaksın.» demektir. Birbirlerine sağlık dilekleri selâm; duâlarının sonu da: «Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn: Âlemlerin Rabbi Allâh’a hamdolsun.» sözleridir.” (Yûnus, 10)

İnsanların, cennettekilerin virdi bu olduğu gibi, meleklerin işi de Allâh’ı hamd ile tesbih etmektir:

“…Biz (melekler olarak) Seni hamd ile tesbih ediyor ve Seni takdis ediyoruz, yüceliklerini anıp duruyoruz.” (el-Bakara, 30)

Hattâ canlı-cansız bütün varlıklar, biz duyamasak, anlayamasak bile Allah Teâlâ’yı tesbih etmektedir:

“Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (el-İsrâ, 44)

Bütün mahlûkâtın zikri olan “tesbih”, Allah Teâlâ’yı her türlü eksik ve hatalı sıfatlardan, yakıştırmalardan uzak kabul etmek; her türlü kemâl sıfatlarıyla O’nu vasıflandırmak demektir. Kulluğun başlangıcı da, son noktası da budur.

Kulluğun başlangıcı; Allâh’ın evlat, eş, anne-baba, ortak gibi her türlü “şirk”ten arındırılması; câhilce O’nun hakkında ortaya konan zan ve bâtıl düşüncelerden Cenâb-ı Hakk’ın tenzih edilmesidir. Böyle yüce bir Rabbin, âciz ve kusurlu bir kulu olarak, O’nun vermiş olduğu bütün nîmetlere şükretmek (hamd), bu şuur ve tesbih hâlinin taçlanması demektir.

“Tesbih”; “Sübhâneke” ve “Sübhânallah” gibi zikirler ile Cenâb-ı Hakk’ın övülmesi mânâsına geldiği gibi; söz, fiil, niyet ve îtikadı içinde barındırması açısından namaz ibadeti de başlı başına bir tesbihtir. Bu yüzden âyet-i kerîmedeki “tesbih” kelimesini bazı müfessirler, tesbih kelimesinin her türlü mânâsını içine alacak şekilde, bütün genişliğiyle anlamışlar; bazıları “Sübhânallah” vb. tesbih lafızlarıyla, bazıları da namaz ibadetiyle bu ifadeyi açıklamışlardır.

Bu mânâları bir araya getiren Ebû’s-Suûd, bu âyet-i kerîmeden çıkabilecek mânâları şöyle sıralamıştır:

“1- Rabbine hamd ederek “Sübhânallah!” de.

2- Kimsenin hatırına gelmeyecek şekilde, Sana hayrete şâyân üstünlük ve başarıları kolaylaştırdığı için, O’nun o güzel, o mükemmel sanatına hamd ederek hayranlığı bildir.

3- Çokça nimet ihsan etmesinden dolayı, ibadet ve senâyı artırmak üzere, O’nu tesbih ve hamd ile zikret.

4- Nimetine hamd olmak üzere, O’nun için namaz kıl. (Bu mânâya uygun olarak, Kâbe’nin kapısını açtığı zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sekiz rekât kuşluk namazı kıldığı rivayet edilmiştir.)

5- Vaadini yerine getirdiği için O’nu hamd ederek an ve zâlimlerin söylediklerinden tenzih et.

6- İkrâm sıfatlarına hamd ederek, celâl sıfatlarıyla senâ et (öv, yücelt).”[1]

Allah Teâlâ’nın celâl ve ikrâm tecellîleri hiçbir an kesilmediğinden, O’nu her an hamd ve tesbih etmek bir vazifedir. Hamd, hem ulaşılan, hem de ulaşılmamış bütün nîmetler içindir. Nîmetlerin arttığı nisbette, hamd ve tesbihin de artması gerekir. Aksi hâlde cehâlet, nankörlük ve küfür ortaya çıkmış olur ki, bütün bunlar mezmum (kötü) ahlâkın eseridir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğinin başında, kendisine vahyedilen âyetlerde; “Ve’r-rucze fehcur: Pislikten (Allâh’a eş tutma, puta tapma gibi şeylerden) kaçın!” (el-Müddessir, 5) buyrulmak sûretiyle, açık-kapalı bütün şirk eserlerinden, kötü ahlâk ve âdetlerden temizlenmesi emredilmişti. Bunu temin için tesbih ve tenzih gerekir. “Fesebbih: Tesbih et!” emri de, zâhir (dış) ve bâtının (için) bütün günah, kötülük ve menfîliklerden temizlenmesi demektir.[2]

* * *

“Vestağfirhu: Ve O’na istiğfar et.”

Âyet-i kerîmede geçen istiğfar kelimesinin:

“Rabbenağfirlî: Yâ Rabbi, bana mağfiret et, beni bağışla!” veya:

“Allâhümme innî estağfiruke: Allâh’ım, Senin mağfiretini istiyorum.” gibi duâ ve niyaz cümleleri ile Allâh’ın mağfiretini, bağışlamasını talep etmektir.

Kulun Allah’tan bağışlanma (mağfiret) dilemesi (istiğfar); aslında başlı başına bir ibadet ve kulluktur. Çünkü böyle bir istekte, Allâh’ın günahları affeden bir mâbud (et-Tevvâb) olduğu düşünce ve inancı yer almaktadır.

Allah’tan mağfiret talep etmenin bir adı da, “tevbe”dir. Tevbe, günaha nedâmet ve bir daha yapmamak üzere azim ile dönüştür.

İstiğfar ise, tevbeye göre, daha genel bir ifadedir. İnsanın kendi günahları için bağışlanma dilemesi istiğfar kelimesi ile ifade edildiği gibi, başkaları adına yapılan af dileme de istiğfar olarak adlandırılır. Nitekim âyet-i kerîmede şu duâ öğretilmektedir:

“Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı, babamı ve bütün mü’minleri bağışla!” (İbrahim, 41)

Bu sebeple Peygamber Efendimize yapılmış olan, “Allâh’a istiğfarda bulun!” emri, sadece kendisi için af dilemesi değil, daha geniş anlamıyla ümmeti ve insanlık için af talebinde bulunmasını da içine almaktadır. Ve daha çok bu mânâ tercih edilmiştir.

Buradaki istiğfar emrini, Peygamber Efendimizin kendi şahsı için olduğunu düşünenler, şu izahlarda bulunmuşlardır:

“1- Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allah Teâlâ’nın sonsuz ikram ve ihsânı karşısında, kul olarak kendisinin kifâyetsizliğini görüyor ve şükrünün yetersizliğinden dolayı istiğfar ediyordu. Bu hususta Peygamber Efendimizin hayatında pek çok îtiraf ve niyaz mevcuttur. Bunlardan birisini şöyle zikredebiliriz:

“Ey Rabbim! Benim günahımı, bilgisizliğimi, her işimdeki isrâfımı ve benden daha iyi bilmekte olduğun kusurlarımı mağfiret eyle! Allâh’ım! Benim hatalarımı, bilerek ve bilmeyerek işlediklerimi, şakalarımı mağfiret eyle! Bunların hepsi bende vardır.

Allâh’ım! Evvelden yaptığım, sonradan yapacağım; gizlediğim, açığa çıkardığım bütün günahlarımı Sen mağfiret eyle! Öne geçiren ancak Sensin, sonraya bırakan da ancak Sen!.. Sen, her şeye gücü yetensin.” (Buhârî, Deavât, 60)

2- Bu âyet-i kerîmedeki istiğfardan maksat, Peygamber Efendimizin ümmetine “üsve-i hasene: en güzel örnek oluşu” sebebiyle, istiğfar hâlinde de misal teşkil etmesidir. Bütün kemâl sıfatlarıyla müzeyyen bir insan olduğu hâlde, O bile istiğfar ile mükellef olduğuna göre, O’nun altında olan hiç kimse, ibadet, taat, söz ve davranışlarında kusursuz olamaz. Zaten hiçbir mükellefin, emredilenlerin hepsini yerine getirdiğini ve yasaklananların hepsinden yüzde yüz uzak durduğunu iddiâ etmek de mümkün değildir. Başka bir ifadeyle hiçbir kul, istiğfardan müstağnî olamaz.

3-Peygamber Efendimize yönelik istiğfar, O’nun zaman zaman en faziletliyi (efdal) ve en uygun olanı (aslâh) terk etmesinden dolayı olabilir.”[3]

 

[1] Bkz: Ebû’s-Suûd, Ebû’s-Suûd Tefsiri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2006, XII, 5866-5867.

[2] Daha geniş bilgi için bkz: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, X, 32-33.

[3] Bkz: Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr, Akçağ Yayınları, XXIII, 528.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle