2-İnsanların fevc fevc (bölük bölük) Allâh’ın dinine girdiklerini gördüğünde…
“Raeyte: Gördüğünde” fiilinin, “basiret, bilmek ve gözle görmek” gibi üç ayrı mânâya da gelebileceği söylenmiştir.
Gerek onların gireceğini kalben görme, Allâh’ın vaadinin mutlaka gerçekleşeceğine dair kesin bir nazar ve basîretle görme;
Gerek bunun işaretlerini, alâmetlerine şâhit olarak gözüyle görmüş gibi yakînen bilme, ileride gerçekleşecek bu hususla ilgili gaybî bir bilgiyle bilme;
Gerekse her an bizzat müşahede edildiği gibi, insanların tek tek Müslüman olmalarının ileri bir merhaleye geçmesi ve artık topluluklar hâlinde, akın akın Müslüman olmaya başlamaları hâlini bizzat gözleriyle görme…
Bu üç mânâ da murad edilmiş olabilir ve Peygamber Efendimiz, bu üç mânâyı da kapsayacak şekilde “insanların Allâh’ın dinine bölük bölük girişini” görmüştür.
“en-Nâs” kelimesi, insanlar mânâsına gelen ve umûm (genellik) ifade eden bir kelimedir. Hem Peygamber Efendimiz zamanındaki Arapları, hem de daha sonra bu dine girecek olan bütün insanları içine alır.
Bu kelimenin üzerinde duran âlimler, “insan” kelimesiyle özel olarak iki grubun kastedildiğini ifade etmişlerdir.
Bunlardan ilki, insanlıktan maksad, din ve itaattir. Yani kim, Allâh’ın hak dininden yüz çevirir ve küfür üzere kalmayı tercih ederse, o, insanlıktan da nasibini almamıştır. Zira Cenâb-ı Hak:
“Ben insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!” (ez-Zâriyât, 56) buyurmak sûretiyle, insan olmanın, Allâh’a kulluk etmek ve O’nu hakiki mâbud tanımaktan geçtiğini ifade etmiştir. Nitekim:
“Onlar hayvan gibidirler; hattâ onlardan daha sapıktırlar.” (el-A’râf, 179) âyet-i kerîmesinde de şirk ve küfür üzerinde ısrar ve inatla devam eden güruh kastedilmektedir.
O hâlde insan olanlar, Allâh’ın “kulluk dâvetine icâbet edenler”dir. Bunu duymazdan gelip kendisine dalâlet yollarını seçenler ise, insanlıktan nasibini alamamış zavallılardır.
Bu âyette geçen “Nâs: insanlar” kelimesiyle kimin kastedildiği noktasındaki ikinci bir rivâyet de, bu kimselerin “Yemenliler” olduğu şeklindedir. Bu hususa işaret eden bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın rivâyet ettiğinie göre, “Bu sûre nâzil olduğu zaman Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâhu Ekber! Allâh’ın yardımı ve fethi geldi. Yemen ehli geldi. Kalbi hassas bir kavim! Îman Yemenlidir, fıkıh Yemenlidir, hikmet Yemenlidir.”
Ardından sözüne devamla şöyle buyurmuştur:
“Rabbimizin nefesinin Yemen cihetinden (geldiğini) duyuyorum.” (Buhârî, Menâkıb, 1; Müslim, Îman, 82-84; Tirmizî, Menâkıb, 71)
“Yedhulûne: Giriyorlar” Âyet-i kerîmede “dehâlû: girdiler” şeklinde geçmiş zaman ifade eden bir fiil yerine “yedhulûne: giriyorlar” muzari fiilinin tercih edilmesi, İslâm’a topluca girmenin geçmişte olup bitmediğini, hâl-i hazırda olduğunu ve gelecekte de olmaya devam edeceğine işaret etmektedir. İslâm’a topluluklar halinde girme, geçmişte olup bitmiş ve bir daha gerçekleşmeyecek bir hâdise değildir. Aksine tarihin belli dönemlerinde, belli topluluklar; aynı şekilde akın akın İslâm’a girmeye devam edeceklerdir.
Sûrenin başlangıcındaki “İzâ: Eğer, şayet” edatındaki gelecek zaman mânâsını, “ru’yet: görme” fiiliyle irtibatlı olarak düşünürsek, mânâ şu şekilde belirginlik kazanır. Buradaki Allâh’ın yardımı ve fethin gelişi; yalnız Mekke, Tâif gibi beldelerin fethi değildir. Aksine buradaki fetihten kastedilen, insanların gönüllerindeki kilitlerin kırılıp kalplerin îmana açılması, hidâyetin kalplere akarcasına ulaşması ve birçok topluluğun akın akın İslâm’a meyletmesidir. Asıl fetih, şehirlerin fethi değil, gönüllerin fethidir.
“Efvâcen” yani insanların “fevc fevc, bölük bölük, dalga dalga” İslâm’a girmeleri demektir. Rabbimizin Peygamber Efendimize vaadlerinden birisi de, İslâm’ı bütün dinlere üstün kılmaktı. Bu hususta âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“O, hak dini, bütün dinlere üstün kılsın!..” (el-Fetih, 28)
Bu vaad, er-geç tahakkuk edecektir. Peygamber Efendimizin tek başına başlamış olduğu İslâm dâveti, bir kişi, iki kişi şeklinde kulaktan kulağa yayılarak ve uzun emeklerle genişlemiştir. 13 yıllık Mekke döneminde ve Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı tarihe kadar (yaklaşık nübüvvetin 20. yılı) sayıları, birkaç binle ifade edilen ashâb-ı kirâm, bu anlaşmadan sonra katlanarak artmaya başlamış, Mekke’nin fethiyle, kartopu misâli, kabile, topluluk ve milletler, İslâm’a girmek için birbiriyle âdeta yarışmaya başlamışlardı. Böylece Peygamber Efendimiz daha hayattayken insanların İslâm’a nasıl akın akın gelmiş olduğunu bizzat müşâhede etme imkânını buldu.
Yine aynı devirde, Müslümanlar ordularıyla çevre ülkelere sefer düzenlemiş; kendi içlerindeki Yahudiler’in yanı sıra o devrin en büyük devletleri olan Bizans ve İran üzerine ordular göndermişlerdir. Bu hâdiselerin bir kısmı, Peygamber Efendimiz zamanında vukû bulmuş, bir kısmını da Peygamberimiz “çok kısa bir zamanda gerçekleşecek” buyurarak haber vermiştir.
Gerçekten Bizans, İran, Yemen vb. birçok büyük devlet, İslâm’ın hükmüne baş eğmiş ve kısa zamanda Müslümanlar, tıpkı Peygamber Efendimizin “gördüğü” ve “haber verdiği” üzere dünyaya hâkim olmuşlardır. Rabbimizin, İslâm’ın diğer dinlere galebe vaadi de bu şekilde gerçekleşmiştir.
Allâh’ın bu vaadinin mânevî olarak üstünlükle anlaşılması da mümkündür. Gerçekten İslâm Dini, bütün bâtıl dinlerin karşısında eriyip gittiği bir hakikat dinidir. Getirmiş olduğu deliller, insanın fıtratına uygunluğu, kendi içindeki bütünlük ve kolaylığı, insanların dünya ve âhiretine, beden ve rûhuna hitap edişi gibi birçok üstün vasfıyla, İslâm, bütün dinlere üstün gelmiştir.
Bu durum dün böyle olduğu gibi, bugün de, yarın da böyle olacaktır. Din, Allâh’ın dinidir. Dinini muzaffer kılacak olan da Rabbimizdir. Fakat bugün Müslümanlar, kendi zaaf, acziyet ve ihtilafları sebebiyle bu zafer ve fetih gününün tekrar gelişini geciktirmektedirler.
Peygamber Efendimizin gaybî mûcizelerinden birisi de şu hadîs-i şerîfte yer almaktadır:
Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anh-’tan rivayet edildiğine göre, bir gün kendisini ağlar bir hâlde görenler, neden ağladığını sormuşlar. O da “Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu duydum.” diyerek aşağıdaki hadîs-i şerîfi nakletmiş:
“İnsanlar bölük bölük Allâh’ın dinine giriyorlar. Bölük bölük de ondan çıkacaklar.” (Dârimî, Mukaddime, 14; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 343)
Tıpkı Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi, O’nun vefâtını müteâkip Arap Yarımadası’nda pek çok kabile, “irtidat etmeye” (dinden çıkmaya) başlamıştı. O gün onları tekrar dine çağıran, bu kötü akıntının önünde dimdik duran bir halife vardı: Hazret-i Ebûbekir-i Sıddîk… Bugün de insanlar, maalesef, akın akın hem dine giriyorlar ve farkında olmadan yine grup grup dinden çıkıyorlar. Kıyamet yaklaşıyor. Ancak bugün bu fesat hareketinin önünde duracak bir Ebûbekir (r.a.) yok, maalesef…
Rabbimiz, bizi, hidâyete ulaştırdıktan sonra, ayaklarımızı kaydırmasın. Bizi ve neslimizden gelenleri, rızâsı yolundan ayırmasın. Âmin.
YORUMLAR