Nasip Vadisinde &Quot;Söz" İmtihanı

Çevresini boydan boya selvi ağaçlarının kapladığı bu huzurlu vadinin ziyaretçileri çok olurdu. Yalnız ziyaretçiler, ne vadinin ortasından akan billur su, ne yemyeşil ve temiz çimlerin, ne de masmavi duru güzelliğiyle gülümseyen semanın hatırına gelirlerdi buraya... Bu vadinin misafirleri, vadinin güneşi saydıkları bir gönül mürşidini ziyaret için aşarlardı onca uzun yolu… Bir tutam duâyı ömürlerine katık yapmaya, gül yüzünün nûrundan nasiplenmeye niyet ederek gelirlerdi.

Tatmayan ne bilsin balın lezzetini? Üstadın sohbetine katılmayan, feyzinden nasipdâr olmayan ehl-i cehâlet:

“-O köyde bir iş var, gidenler hazine buluyor olmalı!” diye bir dedikodu yayıp, vadiye olan rağbetin sebebini maddî çıkarlara bağladılar.

Hâl böyle olunca; maddî veya mânevî nasibini arayan insanlar, akın akın bu vadiye gelmeye başladılar. Zamanla ismi “Nasip Vadisi” adını alan vadinin nezâheti yıprandı. Bu kozmopolit ortamda, üstad, ehlini tenâkuz, münâkaşa ve ihtilaftan korumak için yakınlarını ince eleklerden süzerek seçiyordu. Daha önce ne köy halkında, ne de komşularında kötü bir huyla tanışmamış olan âilesi ise, dedikoduların alıp başını gittiği bu karışık hengamda cennet bahçesini andıran evlerinde, âdeta zırhtan bir fanusun içindelerdi. Ancak evin büyük kızı Hatice serpilip güzelleşmiş, artık bu fanustan ayrılıp kendi yuvasını kurma yaşına gelmişti. Her ne kadar evinde huzur ve sükûnetin refah gölgesinde yaşasa da, o da yaşı gelen her genç kız gibi kendi düzenini kurmak, çocuk sahibi olmak ve en önemlisi fıtratının verdiği bir içgüdüyle birine “ait” olmak istiyordu.

Ne Hatice hicap perdesini aşıp bu hâcetini dile getirebiliyor, ne de Nasip Vadisi’nin genç delikanlıları ahlâkıyla meşhur bu hanımefendiye tâlip olmaya cesaret edebiliyorlardı. Hatice’nin diline getiremediği derdini, gönül gözüyle teşhis eden babası, köye haber saldı:

“-Ahlâkına güvenen, kızıma tâlip olarak ziyaretime buyursun.”

Kısa sürede bütün vadi halkına yayılan haber için gençler çeşitli hazırlıklara başladılar. Kimi oruç tutup nefsini terbiye ile arınma yolunu seçmiş, kimi teheccüdlere kalkıp nûr banyosuyla yıkanmaya koyulmuştu. Kozmopolit dedik ya! Kimi de saç-sakal tıraşı olup çeşitli diyetler yaparak fiziklerine yatırım yaptılar.

Nihayet Hatice’nin ilk tâlibi, üstâdı ziyarete geldi. Bu tâlip, üstâdın nâmını duyan komşu köyün genç reisiydi. Giyim-kuşamı ve makamı ile heybetli, iç âlemi ise herkesten gizliydi. Onun tâlip olarak gittiğini duyan ahâli çoktan Hatice’den ümidini kesmişti.

O akşam birinci tâlip, tam söze başlayacakken kapının tokmağı hızla vuruldu. Kapıyı açmak için müsaade isteyen talebesini üstad eliyle durdurarak:

“-Dur bakalım! Kapıyı misafirimiz açsın.” dedi.

Köy reisi olan birinci tâlibin kapı açma işi, gururuna ağır gelse de, bir taraftan da içinden; “Şimdiden beni ev halkından görmeye başladı!” diye gizli bir sevinç duydu. Kapıyı açtığında üstü başı perişan, heybesi söküklerle kaplı, üzerinde yol izleri olan garip bir kimseyle karşılaştı:

“-Duydum ki burası bir gönül erinin evidir. Yoldan gelen bu garibe yardım etmezler mi kendisi?”

Öfkeden damarları belli olan birinci tâlip:

“-Bugünü mü buldun be adam! Git, sana verecek ekmeğimiz yok bizim! Burası gönül doyurur, karın değil!” diyerek kapıyı yüzüne sertçe kapattı.

Odaya döndüğünde başını öne eğmiş derviş, usulca yerinden kalktı:

“-Buraya kadar zahmet ettin evlâdım. Nasibini başka yerde ara!” dedi, bulutlar inmiş bakışlarını birinci tâlibin gözlerine değdirerek… Bakışlarının tesirinden gönlündeki gurur buzlarının eridiğini hisseden adam, hüzünle çıktı evden…

Ertesi akşam köyde esnaf olan bir adam geldi Hatice’ye tâlip olarak… Yine tam söze başlayacakken kapı çaldı. Üstat kapıyı açmak üzere yine tâlibi gönderdi. Dünkü hâdiseyi duyan adam, temkinli gitti kapıyı açmaya... Bir taraftan da içinden; “Burası küçük yer, olaylar hemen yayılır. Ne şanslı adamım be! Kibar konuşup imtihanı geçeceğim. Biraz tatlı dille adamı başımdan gönderirim. Şimdi onu içeri davet etsem, bütün ilgi odağı dilenci adam olur. Bizim mevzu uzamasın.” diye geçirdi. Kapıyı açtığında dilenci, aynı sözleri ona da söyledi;

“-Duydum ki burası bir gönül erinin evidir. Yoldan gelen bu garibe yardım etmezler mi kendisi?”

“-Doğru duymuşsun yolcu kardeş. Sana yardım etmeyi çok isterdik, ama evde hiç yemek yok. Bugün git, yarın gel!” diyerek adamı geçiştirmek için usûlca kapıyı kapattı. Odaya döndüğünde üstâd, onu da nezâketle evden uğurladı.

Üçüncü gün köyün meşhur berberi geldi, üçüncü tâlip olarak…

O da tam konuya girecekken kapı çaldı. İlk iki günde olanları duyan berber, kendisini tecrübeli hissederek üstâdın izniyle kapıyı açmaya gitti. Kapıyı açtığında dilenci ile karşılaştı:

“-Duydum ki burası bir gönül erinin evidir. Yoldan gelen bu garibe yardım etmezler mi kendisi?” dedi.

Berber, samimiyet dolu bir görüntüyle karşısındaki yolcuyu kucakladı:

“-Tam yerine geldin kardeşim. Buyur içeri gel. Sana güzel bir çorba içirir, taze de ekmek yediririz. Burası hem gönülleri, hem de karınları doyurur. Hoş geldin güzel dost!” diyerek gösterişli bir şovla o fakiri içeri aldı. Bakışlarıyla içeri giren misafire “Hoş geldin!” diyen üstâd, üçüncü tâlibi de reddederek evden gönderdi.

Üç tâlibin reddedilmesinden sonra uzun süre kimse üstâdın kapısını çalmaya cesaret edemedi. Tâ ki, üstâdın nâmını duyup, köyler aşarak gelen genç öğretmene kadar… Asıl maksadı, üstâdın duâsını almak olan bu öğretmen, üstâdın kızı için gelen tâlipleri de misafir olarak kabul ettiğini duyunca, mübârek bir zâta damat olmak heyecanıyla o akşam Hatice’yi istemeye gitti.

Diğer tâliplerin geçtiği imtihandan habersiz, “O mübarek âileye lâyık olabilir miyim?” mahcûbiyetiyle çaldı kapıyı… Kapı açıldı, tevâzu ile eve girip oturdu. Tam konuya girecekken kapı çaldı. Üstad kapıyı açması için dördüncü tâlip olan öğretmeni gönderdi. Kapıyı açtığında dilenciyle karşılaşan öğretmenin yüreği acıyla sızladı. Dilenci:

“-Duydum ki burası bir gönül erinin evidir. Yoldan gelen bu garibe yardım etmezler mi kendisi?” dedi. Öğretmen:

“-Ey garip yolcu! Sana yardım etmeyi çok isterdim. Ancak ben de burada misafirim. Bahsettiğin zât içeridedir. Ona danışıp sana döneceğim. Burada beni bekle!” diyerek içeri girdi.

Oturduğu yerde tebessümle ona bakan üstad, ayağa kalkıp kucağını dördüncü tâlip olan öğretmene açtı:

“-Bundan sonra Hatice’m, sana emanettir!”

“-Ama… Ama…” diye taaccüple ne söyleyeceğini bilemeyen öğretmeni yanına buyur etti. Ev ahâlisi de olanları perdenin arkasından dinliyordu. Üstad konuşmaya başladı:

“-Söz, kişinin özünü gösterir. Ağzından ne dökülüyorsa, o senin içinde olanın habercisidir. Buyrulduğu gibi; «Her kap, içinde olanı sızdırır.» Kişi, en çok da seviye olarak kendisinden aşağıda olduğunu düşündüğü insanlarla konuşmasında belli eder karakterini…

Birinci tâlip; kaba, kibirli, sinirli üslûbuyla karakterini gösterdi. İkinci tâlip; sözünü süsledi, güzel söyledi, ancak yalan söyledi. Üçüncü tâlip ise, fazla cüretkâr davrandı. Mal ve ev kendisinin olmadığı hâlde gözümüze girip, maksadına hâsıl olmak için aşırı harekette, sahibi olmadığı malın vaadinde bulundu. Ona güvenemezdim.

Ama bu evlâdımın ise aklına gelen ilk şey, istişâre oldu. İstişâreyi, kendine harita bilenin yolu kolay olur. Onunla yolda yürüyen hayat arkadaşının da yolu güzelleşir. İstişâre; Peygamber Efendimiz’in başlıca sünnetlerindendir. Ve sözü güzel söyleyip kalp incitmemek; insânî vasıfların en güzellerindendir. Sen buradaki imtihandan haberin olmadığı hâlde, özündeki güzelliği sözünle bize ispat ettin. Ömrün güzel bir söz kadar akıcı ve kalıcı olsun evlâdım!”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle