Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî hazretlerinin şaheseri olan Mesnevî, öyle büyük bir eserdir ki; bilgi, tecrübe ve hâl îtibariyle başlangıç seviyelerindeki geniş halk kitlelerinden (avam), ilmî ve mânevî seviyesi zirvede olan “havass”a kadar bütün muhataplarını kendisine hayran bırakmıştır. Böyle bir eseri telif etmek kolay değildir; bu ayrı bir gönül sanatı ve ilâhî ikramdır.
Mesnevî’nin bu muvaffakiyetinde; en derin hakikatleri, tefekküre sevkeden nükteleri, mânevî sır ve neşveleri bile hikâye üslubuyla müşahhaslaştırarak insanların idrak seviyelerine indirmesinin yanısıra; bu ibretli hikâyelerde insanın değişmeyen iç dünyasını hakîmâne bir sûrette tahlil etmesinin de çok ehemmiyetli bir yeri vardır.
Bu iki esas sebebiyle Mesnevî, yazıldığı andan îtibaren günümüze kadar insanın iç dünyasını insana anlatan en kalıcı eserlerden biri hâline gelmiştir. Nitekim Osmanlı Devleti zamanında Mesnevî’ye ayrı bir değer verilmiş ve câmilerde halka yönelik “Mesnevi-i Şerîf Dersleri” okutulmuştur. Şüphesiz Osmanlı toplumunun mayasını oluşturan rûhâniyet, ihlas ve heyecanın temellerinde, teberrüken okunan bu derslerin mânevî havasını da minnetle yâd etmek lâzımdır.
Bu derslerden avâmın anladığı ile havassın anladığı arasında bir mâhiyet farkı değil, sadece keyfiyet, yani derecelenme farkı vardı. Mevlânâ, okuyucularına, avâmî bir hikâyenin içinde dahî çoğu kere birtakım semboller kullanarak en derin duygu ve düşüncelere kapı açan bir his ve fikir âlemi sunmaktadır. Mesnevî’deki böyle hikâyelerden biri de şudur:
“Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı. Kuş, kendini yakalayana dedi ki:
“-Ey efendi! Sen hayatında birçok sığır ve koyun yemişsindir; birçok deve de kurban etmişsindir! Sen onların etleriyle dahî doymadın, benim bedenimle mi doyacaksın?! Beni serbest bırak da, sana üç öğüt vereyim. Vereyim de, bil bakalım akıllı mıyım, aptal mıyım? O üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim, ikinci öğüdümü samanla karışık balçıktan yapılmış damının üstünde vereyim. Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söylerim. Sen, bu üç öğüt yüzünden mes’ûd olursun! Elinde iken vereceğim öğüt şudur:
“Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma!”
Kuş o değerli olan ilk öğüdü söyleyince, kendini yakalamış olan el gevşedi, âzâd oldu, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Orada ikinci öğüdünü söyledi:
“Bir de geçmiş gitmiş şeye gam çekme! Bir şey senden geçip gittikten sonra, onun hasretini çekme! Geçmişe acımak, geçmişe hasret duymak yanlış bir iştir; giden geri gelmez! Onu yâdetmek de boş şeydir!”
Ondan sonra dedi ki:
“-İçimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci, seni de, çocuklarını da devlete ve saadete kavuştururdu! Fakat, kısmetin değilmiş; dünyada eşi bulunmayan o inciyi kaçırdın!”
Bunun üzerine avcı feryâd u figân etmeye koyuldu. Kuş, avcının bu hareketi üzerine:
“-Sakın «Geçmiş bir şeye gam çekme!» demedim mi!?” dedi. “Mâdem ki inci elinden gitti, neden gam çekiyorsun? Sözümü anlamadın mı?! Yâhut sağır mısın? Sonra, bir de sana, «Olmayacak şeye sakın aldanma!» demedim mi!?” dedi. Ve devamla:
“-A arslanım; benim kendim üç dirhem gelmez bir serçe kuşu iken, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?”
Adam kendine geldi de:
“-Pekiyi!” dedi. “Haydi, o üçüncü öğüdü de söyle!”
“-Evet!” dedi kuş. “Öbür öğütleri tuttun da, üçüncüsünü sana bedâva söyleyeyim, öyle mi? Gaflet uykusuna dalmış bir bilgisize öğüt vermek, çorak bir yere tohum ekmektir! Yahud çölü sulamak gibidir. Ahmaklığın, bilgisizliğin yırttığı şeyi, artık hiçbir yama tutmaz! Ey öğütçü; oraya hikmet tohumu pek ekme!”
{
Bu hikâyede Hazret-i Mevlânâ, evveliyetle insanoğlunun hangi makam ve mevkîde olursa olsun nasihat ve telkine muhtaç olduğunu ve ona iştiyakı bulunduğunu ifade etmektedir.
Bununla beraber nasihattan gereği gibi istifade için aklı doğru olarak kullanmak icab eder. Nitekim hikâyemizdeki şahıs, kuştan dinlediği nasihatları aklı kullanmaktaki yetersizliği sebebiyle gerektiği gibi değerlendirememekte ve yeni duymuş olduğu nasihatten bile istifade edemeyerek yanlışa sürüklenmekten kurtulamamaktadır. Bunun sebebi, aklın tek başına doğruya ulaşmak için yetersiz kalmasıdır.
Esâsen Hazret-i Mevlânâ da nakledilen kıssada nasihatın ehemmiyeti ile birlikte onu değerlendirmeye medâr olacak aklın kifâyetsizliğine de işâret etmiş bulunmaktadır.
Akıl, İslâm’da fevkalâde bir sûrette tahsin edilmekte, yani güzel ve gerekli kabul edilmektedir. O derecede ki, din nazarında mesûliyetin evveliyetle iki ehemmiyetli şartı vardır. Bunlardan birincisi büluğa ermiş bulunmak; diğeri ise akıl sahibi olmaktır. Bunlardan birinin yokluğu hâlinde insan için mesûliyet mevzubahis değildir.
Mesûliyetin ön şartını teşkil eden akıl, şu ehemmiyetine rağmen vahiyle terbiye edilip noksanlıkları giderilmedikçe sahibinin selâmete ulaşmasını sağlayamamaktadır. Bütün dünyada beşeriyet tarihi boyunca, “akıllı” sayılan bir çok insan; akla, hikmete, umûmî menfaatlere ters düşen bir çok suç işlemiş ve cezalandırılmıştır. Sırf bu keyfiyet bile aklın, sahibini yanlış hareketlerden koruyup doğruya ulaştırmak husûsundaki kifayetsizliğini isbata kâfidir.
Ayrıca akıl, ilâhî bir mevhibe olarak bütün insanlarda aynı derecede bulunmadığı gibi, insanlar da sahib oldukları aklı, rûhâniyet ile takviye edip geliştirmek husûsunda farklılıklar arzetmektedirler. Kimileri ilim, terbiye, ibadet ve iradelerini takviye ile kalbî sünûhatlara nâil olmakta ve aklını hâdiseler karşısında dirâyet, basîret ve firâsetle kullanabilmekte; kimileri de onu nefsânî arzularına râm ederek, âdeta bir gül bahçesini dikenlerin istilâsına terk etmektedir.
Bu sebepledir ki, herkes nasihata, yani bir meseleyi değerlendirmekte daha dirayetli olanın îkazına muhtaçtır. Zira darb-ı meselde geçtiği üzere “Akıl, akıldan üstündür”. Bu ihtiyaç o kadar esaslı ve umûmî bir mâhiyet arzeder ki, Peygamber Efendimizin lisânından “Din nasihatten ibârettir.” (Buhârî, Îmân, 42) buyrulmuştur. Hadîs-i şerîfte zikredilen nasihatin iki mânâsı vardır: Biri samimiyet, diğeri hayra davettir. Öyleyse kul, dinini istikâmet üzere yaşayabilmek için ihlaslı olmaya ve insanları hayra davete devam etmelidir.
Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in engin muhtevâsı içindeki fikrî bir tenezzühle (gezintiyle) Cenâb-ı Hakk’ın beyânlarının pek çoğunun insanlığa karşı bir “nasihat” mâhiyetinde olduğu görülür. İslâm’ın gâyesini gerçekleştirmek için emrolunan vâsıta evveliyetle “tebliğ”; tebliğ ise, özü îtibariyle nasihatten başka bir şey değildir.
Tebliğ, İslâm’la müşerref olmayan kimselere yapıldığı gibi, kişi müslüman olduktan sonra da “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”e muhatab olarak yaşamaya devam eder. Zira insanoğlu, beşer olmak vasfıyla hiçbir zaman hatadan berî olamaz. Bu cihetle nasihat ve hatırlatma keyfiyetinin inkıtasız kıyâmete kadar devamı, İslâm’ın, müslümanlardan beklediği bir vazife ve hatta onlara yüklediği ehemmiyetli bir mükellefiyettir.
Bu vazifenin îfâsı husûsunda Cenâb-ı Hak, insanlara en mükemmel düstur ve usulleri de öğretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a gönderirken; ona karşı “kavl-i leyyin” ile, yani yumuşak sözle doğruları söylemesini emretmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“Ona yumuşak söz (kavl-i leyyin) söyleyin. Belki o, nasihat dinler veya Allâh’tan korkar.” (Tâhâ, 44)
İlmi, mutlak olan Cenâb-ı Hak, muhatabın imana gelmeyeceğini hiç şüphesiz bildiği hâlde, Rasûlü’ne, bu tebliğ ve nasihatlerde tercih edilecek en mükemmel ve verimli bir üslubu öğretmeyi murad etmiştir.
Böyle bir tebliğ üslûbunun birinci esası muhâtabın nefsâniyetini tahrik etmeden yumuşak bir üslûpla doğruların söylenmesinin, onun kabul şans ve ihtimalini arttıracağı hakikatidir.
Başka bir âyet-i kerîmede de böyle bir tebliğin genel üslûbu şu şekilde talim edilmiştir:
“(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et...” (en-Nahl, 125)
İslâmî tebliğ metodunun diğer ehemmiyetli esası ise hangi durumda olduklarına bakılmaksızın tebliğin bütün insanlara şümûllendirilmesi gereğidir. Kur’ân-ı Kerîm’in telkinleri ve Hazret-i Peygamber Efendimizin tebliğ metodu incelendiğinde telkin edilen şahıs tarafından kabul olunup olunmayacağına bakılmaksızın tebliğe devam edildiği görülür. Peşînen “Bu adama nasihat kâr etmez!” diyerek herhangi bir kimseyi îkaz etmekten vazgeçmek doğru değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cehil’e defâlarca tebliğde bulunmuştur. Ebû Cehil ise, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in apaçık nübüvvetini vicdânen kabul ettiği hâlde nefsâniyetinin galebesi ve kibri sebebiyle onu ikrâr edememiştir. Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu üstün davranışı, Ömer bin Hattâb, Ebû Süfyan, Hind ve Vahşî gibi başlangıçta İslâm düşmanı olan nice kimselerin hidâyetine vesîle olmuştur.
İşte bu bakış açısı, gerek İslâmî hizmetlerde ve gerekse bütün beşerî münâsebetlerde fiilî durumlar kadar muhtemel hâllerin de dikkate alınmasından doğan bir güzellik, yumuşaklık ve zarâfeti gerçekleştirme imkânı sağlar. İşte mutasavvıfların davranışlarında en olgun ve feyizli bir müessir olarak müşâhede edilen temel bakış açısı da budur.
Ancak îkaz, şahısların ve şartların durumuna göre farklılıklar arzedebilir. Zira bilindiği üzere hikmet, ehline verilir. Gerçekten Peygamber Efendimiz tebliğe başlamadan önce muhatabının anlayış, idrak ve şartlarının tam bir tesbitini yapar, âdeta şahsiyetini keşfeder, sonra da onun ihtiyacı için en lüzûmlu olan hususu dile getirirdi. Nitekim Peygamber Efendimizin örnek hayatında muhatabların anlayış seviyelerine göre ve nezaket çerçevesindeki tebliğ ve irşad faaliyetinin pek çok nümûnesini görmekteyiz.
Rivâyete göre, adı tam olarak bilinmeyen, yeni müslüman olduğu için de İslâm’ın edeb ve nezaketi hakkında yeterli bilgisi bulunmayan bir bedevî, Peygamber Efendimiz’i ziyarete gelmişti. Mescid-i Nebevî’nin bir köşesinde namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp duâ etmeye başladı:
“-Yâ Rabbî! Bana ve Muhammed’e merhamet et. İkimizden başka kimseye merhamet etme!..” dedi.
Orada oturmakta olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bedevînin bu garip duâsına tebessüm etti. Sonra ona dönerek:
“-Allah’ın geniş rahmetini, çok daralttın!..” buyurdu. Peygamber Efendimiz’in yanında biraz oturan bu bedevî, küçük abdesti gelince Mescid’in bir köşesine giderek abdest bozmaya başladı. Bedevînin hiç beklenmedik bu davranışı karşısında sahâbîler telâşa kapıldılar. Kimi oturduğu yerden:
“-Yapma, etme!” diye bağırarak, kimi öfkeye kapılıp bedevînin üzerine yürüyerek ona engel olmaya çalıştılar.
Duruma hemen müdâhale eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“-Bırakın, adam işini bitirsin!..” buyurduktan sonra, bedevînin küçük abdestini yaptığı yere büyük bir kovayla su dökmelerini söyledi. Sonra da ashâb-ı kirâmı:
“-Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil!..” buyurarak yatıştırdı.
Daha sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bedevîyi yanına çağırdı. Ona mescide abdest bozmanın, orayı kirletmenin doğru olmayacağını, bu mübârek yerlerin Allâh’ı zikretmek, namaz kılmak ve Kur’ân okumak için yapıldığını hatırlattı. (Bkz: Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80; Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Dâvûd, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112; İbni Mâce, Tahâret 78)
Enes -radıyallâhu anh- şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî, Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırkanın boynuna gelen kısmına baktım, bedevînin sertçe çekmesinden dolayı hırkanın kenarı boynuna oturmuştu. Daha sonra bedevî:
“-Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a ait mallardan bana da verilmesini söyle!..” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bedevîye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128.)
Talha bin Ubeydullah -radıyallâhu anh- da şöyle nakletmektedir:
Uzaktan sesini duyup ne dediğini anlayamadığımız saçı başı dağınık Necidli bir adam Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna geldi. Rasûlullâh’a yaklaştı. Bir de baktık ki, İslâm’ın ne olduğunu soruyor. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Bir gün bir gecede beş vakit namaz kılmaktır.” buyurdu. Adam:
“-Kılmam gereken başka namaz var mı?” dedi.
“-Hayır yok! Nâfile olarak kılarsan o başka!..” buyurdu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sözüne devam ederek:
“-Bir de Ramazan ayı orucunu tutmaktır.” buyurdu. Adam yine:
“-Tutmam gereken başka oruç var mı?” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“-Hayır yok. Nâfile olarak tutarsan o başka!..” buyurdu.
Râvî Talha -radıyallâhu anh- diyor ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- adama zekât vermeyi söyledi. Adam:
“-Vermem gereken başka sadaka var mı?” dedi.
“-Hayır yok. Nâfile olarak verirsen o başka…” buyurdu. Bu defa adam:
“-Bu söylediklerinden ne fazla, ne eksik yaparım!.” diyerek Rasûlullah’ın huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Eğer sözüne sahip çıkarsa, kurtuldu gitti!..” buyurdu. (Buhârî, Îmân 34, Savm 1, Şehâdât 26; Müslim, Îmân 8, 9.)
Peygamber Efendimizin muhatabının aklî seviyesine göre nasıl nasihatlerini değiştirdiği hakkında da şu hadîs-i şerîfleri zikretmeliyiz.
Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vâli olarak gönderdiği zaman Medine’nin dışına kadar uğurladı. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:
“−Ey Muaz ! Belki bu senemden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki, şu mescidime ve kabrime uğrarsın!” dedi.
Bu sözleri duyunca, Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Ağlama ey Muaz!...” buyurdu ve sonra yüzünü Medine’ye doğru çevirerek:
“-İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.” buyurdu. (İbn-i Hanbel, V, 235; Heysemî, IX, 22) Bu hadîs-i şerîfte zikredilen takvâyı, kalbin, Allah’tan uzaklaştıracak herşeyden korunması diye târif edebiliriz.
Ebû Amr Süfyân bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
“-Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. (Müslim, İmân 62)
Süfyân bin Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
“-Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kesinlikle yapmam gereken bir iş söyleyiniz.” dedim. Efendimiz:
“-Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru (Kitab ve Sünnet muhtevâsı içinde istikâmet üzere) ol!” buyurdu. Ben:
“-Ey Allah’ın Rasûlü! Hakkımda (zararını göreceğimden) en çok endişe ettiğin şey nedir?” dedim. Efendimiz, o güzel dilini eliyle tuttu ve:
“-İşte budur!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd 61; Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 12) Yani ağzından çıkan her sözü, enine boyuna düşünerek söyle!
Bu misallerde de görüldüğü üzere bizlere en güzel tebliğci örneği olan Peygamber Efendimiz; söylediği her sözü, muhatabın rûhî derinlik ve idrak seviyesini tesbit ederek, âdeta iç âlemlerini keşfederek tebliğ ve irşadda bulunmuştur. Bu cihetiyle tebliğde bulunmak bir sanattır ve ancak ehline âit bir keyfiyettir. Zîrâ yapılan tavsiye, yaşandığı nisbette tesîr eder. Bu sebeple herkesin nasîhatte bulunması doğru değildir. Buna liyâkatli olanların, yâni bu hususta nebevî üslûp ve ahlâka bürünmüş kimselerin nasîhat etmeye salâhiyetleri vardır. En son söylenecek şey, ilk anda söylenirse bazen aksi neticeler doğabilir. Bu da ancak ilim, firaset, hikmet, basiret, kemâl ve tecrübe ile mümkündür.
Bununla birlikte bu salâhiyete nâil olduğu hâlde bundan kaçınmanın mesûliyet ve hesâbı büyük olur. Bunun içindir ki, nasihati terk etmek, Asr Sûresi’nde bir hüsrân sebebi olarak beyân edilmektedir. Tabiî ki, nasîhat dinlememek de bu mânânın içerisindedir. Yâni bir hüsran sebebidir.
Nasihat veren kimse âdeta sanatkâr bir tamirci olmalıdır. Tamirciye eşyanın bozuğu gelir. Eşya bozulmamış olsa veya tamirciye getirilmese o, mesleğini icra edemez. Bu yüzden bozulan eşyalar tamirciye bir nîmet mesabesindedir. Tamircinin mahâreti, tamir ettiği eşya ile mîzan edilir. Aynı şekilde günahlarla zedelenmiş insanlar da nasihat ve irşadlarına muhtaç oldukları gönül erlerine müracaat ederler. Onları hakîr görmek, küçümsemek veya kapıdan kovmak bir tarafa, hakîkî tebliğ eri, şefkat dolu yüreği ve nârin elleriyle bu çaresiz güvercini ürkütmeden gönül sarayına alarak tedâvî etmelidir.
Tebliğcinin, muhâtabının rûhuna sirâyet edebilmek için bir damar arayıp bulması şarttır. Unutmamalıdır ki, günahkârların kirlerini arıtmakla meşgûliyet, kişiyi Allah’a yaklaştırır. Zira ihyâ olmasına vesîle olduğu insanların hayırlı amellerinden silsile hâlinde kendisine de sadaka-i câriye kapısı açılmış olur.
Eğer bu mânevî tedâvi vazifesinde muvaffak olamıyorsa hatayı muhâtabdan önce kendinde aramalıdır. Tamirci ehil değil, ham ise; yani daha kendinin tamire ihtiyacı varsa, önüne gelen eşyayı ancak ziyan eder.
Kısacası olgun mümin, hizmet ve tebliğ ehlidir. Fânî varlığından sıyrılmış bir hâlde kendisini hizmet kervânının en gerisinde kabul eden bir gönül neferidir. O, dertlilerin ve hastaların yanında, mâtemlilerin civârında, ümitsizlerin başucunda, muzdarip ve yalnız kalmışların dostluğundadır. O, nefsin girdablarında boğulmak üzere olanların imdadına koşan bir el, günah ve karanlık yollarını aydınlatan bir fener, yolunu kaybeden veya şaşıranlara yol gösteren bir kılavuzdur.
{
Mevlânâ Hazretleri’nin yukarıda nakledilmiş olan kıssada ifade etmek istediği hususlara şunları da ilâve edebiliriz:
Nasihat eden kimsenin her zaman muhatabından daha büyük olması da gerekmez. Söz, sahibinden mücerred olarak değerlendirilmelidir. Fakat insanlar kendilerinden daha küçük olanlardan vâkî bulunan îkaz ve irşâdı -umûmiyetle- nefsâniyet sebebiyle mâkul, yerinde ve kabûle şâyân görmezler.
Bir nasihata muhatab olanın, o nasihati anlasa da hakkıyla idrak etmesi ve hemen tatbikata geçirmesi her zaman mümkün değildir. Nitekim kuşu elinden kaçıran zât, dinlediği nasihat, olmayacak şeye inanmamak tarzında vâkî olmuş bulunmasına rağmen, kendisi üç dirhem çekmeyecek bir kuşun, karnında on dirhemlik bir incinin bulunabileceğine inanıp hayıflanmıştır. Hâlbuki ikinci nasihat ise elden kaçmış fırsatlara üzülmemek istikâmetindeydi. Bu demektir ki, kuşun muhâtabı olan kişi, her iki nasihatı da kabullenip davranışını o yolda kullanabilme dirâyetini gösterememiştir. Bütün bunlar aklın zaafiyetine aid yukarıda izah ettiğimiz görüşler çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Hikâyede, insanoğlunun belli başlı zaaflarından birine daha işaret edilmektedir. Kuşu elinden kaçıran kişi, gereksiz ve faydasız bir şekilde elem çekmektedir. Gönül bir misâfirhâneye benzer. Oraya uğrayan gamlar da, sevinç ve mutluluklar da birer misafir hükmündedir. Hiç biri dâimî ve kalıcı değildir. Bu yüzden hâdiseler karşısında aşırı sevinç de, aşırı hüzün de insanın îtidâlini gereksiz yere bozar.
Diğer taraftan geçmiş, geriye döndürülemeyeceğine nazaran, elindeki nîmetin kaçmış olması sebebiyle son pişmanlığın faydası yoktur. Olmuş bitmiş bir olayın değişmesi imkânsızdır. Çünkü her oluş, kader icabıdır. Geçmiş olaylardan şikâyet ve elem çekme yerine ders ve ibret almaya bakmalıdır. Geçmişle ancak bu sebeple ilgilenmek mâkuldür. Bu hakîkati büyük şâir Mehmed Âkif şöyle ifâde etmektedir:
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
«Tarih» i «tekerrür» diye tâ’rîf ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Gelecek ise meçhuldür. Ne olacağı bilinemeyeceğinden geleceğe âid mülâhazalarla elem çekmek yerine, akıl, kalb ve tecrübe ile tedbir almak, aynı zamanda dua ile de Allah Teâlâ’ya ilticâ etmek gerekir. Mutasavvıflar, bulunduğumuz ânı değerlendirmek üzerinde ciddi olarak dururlar ve bunun için, “Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem!” derler.
{
Allah’ım!.. Bu yüce dininin galebesi istikâmetinde bize de hizmet ömrü ihsan eyle! Cehâletimizden, gaflet ve basiretsizliğimizden kaynaklanan hatalarımızı setret!.. Bize hâdiselerin derûnî vechelerine muttalî olabilecek firâset ve basiret ihsan eyle! Bizi iman, ihlâs, takvâ, tebliğ ve hizmet nimetiyle rızıklandır!.. Bizi, mukaddes İslâm dininin bizden önceki tebliğcileri olan peygamberlere ve velîlere lâyık eyle! Âmin.
YORUMLAR