Kızım, ilköğretim okulu beşinci sınıfı bitirince kendi isteği ile kapanmıştı. Artık mükellef olduğunu biliyor ve küçücük rûhu, Allâh’ın emrini yerine getirmek istiyordu. Okulu Beşiktaş’ta idi. Yaz dönemi hep örtülü gezip, iyice alıştı. Huzurlu olduğunu her hâlinden anlıyordum. Eylül ayında okulların açılması ile kızımın neşesi kaçmaya, huzuru kaybolmaya başladı. Bazı öğretmenleri, hattâ dersine bile girmeyen öğretmenleri:
“-Senin bu hâlde burada ne işin var? Kim senin başını örttürüyor?! Ya başını açarsın ya da def olup gidersin!..” gibi küçücük çocuğa tehdit dolu cümleler söyleyerek huzursuz etmişlerdi.
Okul bahçesine girmeden, zaten kapıda başını açıyordu. En büyük tâcizi, bir hanım öğretmeni yapmıştı. En çok hanım öğretmenlerinden sıkıntı çekti kızım… Sokak ortasında bir cumartesi günü, kızımı görüp herkesin içinde başörtüsünü çekip çıkarmış, hakaret etmişti bir hanım öğretmeni de…
Eve bir geldi, rengi sararmış, hem de korkmuş. Pazartesi günü okula gitmek istemedi. Sınıf öğretmeni ile konuşmak için okula gittim. Çok ters ve rahatsız edici bakışların arasında kaldığımız öğretmenler odasından çıkıp avluda konuştuk.
“-Bu karar, kızımın kararıdır. Saygı duyulsun. Zaten okul içinde bütün kurallara uyuyor. Okul dışında mâruz kaldığı bütün tâcizler, sözlü saldırılar için suç duyurusunda bulunur, Millî Eğitim Müdürlüğü’ne kadar şikâyet ederim. Sizden, bu hususta o rahatsız eden hanım ile konuşmanızı ricâ ederim, zira son derece teyakkuz hâlindeyim, sabrım zorlanmasın.”
Nihayet Millî Eğitim Müdürlüğü’ne şikâyet etmek zorunda bırakmışlardı beni. Tâcizler bitti, bu kez çok farklı bir durum ile karşılaştık. Zâlim öğretmenleri yazılılarda, sözlülerde, sınıf içinde olur olmaz sebeplerden çocuğum ile uğraşmaya, notlarını düşürmeye başladılar. Gençlik eğlenceyi seviyordu ve kızım, örtüsünün gönlüne kazandırdığı hâl ile daha dikkatli ve edepli olmaya çalıştıkça, arkadaş çevresi azaldı.
Hicret edip kızımı farklı bir okula almayı çok düşündüm. Fakat bu tip öğretmenlerin kızımı huzursuz edip korkutup okuldan kaçırdıkları için memnun olmalarını istemedim. Bu bir ilkti ve benim kızımla başlayan bu yeni durum, bazı kız öğrencileri ve annelerini de yüreklendirmişti. O dönem, üç arkadaş birbirinden güç alıp kapandılar. Ama çok üzüldüler.
Şimdilerde okul bahçesinde açtıktan sonra hiçbir öğretmen karışmıyormuş, çocuklara hakaret edilmiyormuş. Alışmışlar bu tür öğrencilere okul idâresi de, öğretmenler de…
Bazen düşünürüm; ya kızım dayanamasa idi, hem başını açsa, hem de içine zâlimlerin yerleştirdiği korku ile dînî vazifelerini yerine getirmekten kaçınsa idi!.. Çünkü bu da ihtimal dâhilinde idi. Onun daha huzurlu olacağı bir okula gitsem, gencecik rûhu örselenmeyecekti. Ama o örselenmek, kızımı güçlendirdi. Yedinci sınıfta iken kızımla birlikte dışarı çıkmıştık, bir yayınevinde ikimiz de farklı kitapları incelerken yanına yaklaşan üç kadın:
“-Evlâdım, çok gençsin. Başını zorla örttürüyorlarsa, bize müracaat edebilirsin, biz ailenle mücadele eder gerekeni yapar, seni kurtarırız!..” diyorlardı.
Ben kızımın tepkisini merak edip olayı uzaktan seyrettim. Cevabı gönlüme göre olmuştu:
“-Ne münâsebet, siz ne hakla bana böyle bir soru sorarsınız?! Bu örtü, zorlamayla örtülebilecek bir şey midir ki, ben zorla örtebileyim. Hem siz bana bu tip soruları sorma hakkını nereden alıyorsunuz da beni sorguya çekebiliyorsunuz, size bu yetkiyi kim verdi?”
Ben kızımın yanına yaklaştığımda üçü birden çekip gitmişlerdi. Ama:
“-Âilen zorluyorsa, hemen bizim vakfımıza gel, biz gerekeni yaparız!..” demeleri, beni dehşete düşürdü.
Ne yapacaklardı acaba; kızımın beynini yıkayıp, âile içine bir huzursuzluk verip bizden ayıracaklar mıydı? Çünkü şu an vazife yaptığım yerde bir vakıf, genç bir kızı, sırf namaz kıldırmaya zorluyorlar diye âilesine düşman edip kendi öğrenci yurtlarına aldılar. Hürriyet (!) adı altında çocuklarımızın inancıyla oynayan zâlimler pek çok!.. Dindar, ama çok fazla bilgisi olmayan âilelerin çocuklarının peşine düşen, hasis avcılar pek çok…
Son üç yıl çok zor geçti. Anadolu Lisesi ya da Fen Lisesi’ne gitmek isteyen kızım, o üç yılın verdiği sıkıntılar neticesinde, önceleri İmam Hatip Lisesi’ne gitmeyi aklından bile geçirmezken, kızımın gönlüne Rabbim bir ilham verdi ve ruhunun en güzel inşasını yapacak, harika bir Anadolu İmam Hatip Lisesi’ni kazandı. Şimdi kendi vatanında, kendi topraklarında gibi… Son derece sosyal, eskisi gibi gülen, neşeli bir genç hanım oldu. Kendisi gibi düşünen, bilgili insanlarla bir arada olmak, hem kendisini güvende hissetmesine, hem de inancını hür bir şekilde yaşamasına vesîle oldu. Üç yıl sonra kızımın hicreti, onun köklerini güçlendirdi. Fikrî melekeleri gelişmiş, ne istediğini bilen bir gençliğin önüne kim geçebilir ki?
* * *
Liseye gidiyordu genç ve babasının tefecilik yapmaya başladığını öğrenmişti. Birkaç kez babası ile konuşmak istese de çok sert tepki almış ve şiddet görmüştü. Okulda öğretmenleri ile konuştu ve kendisi için bir yurt ayarlanmasını ricâ etti. Durum çok nazikti ve okul yönetimi, anne ile görüşmek istedi. Anne şunları söylüyordu:
“-Eşimin gözünü para hırsı kapladı, para gelsin de helâl-haram fark etmez, diyor. Ben oğlumu çok iyi anlıyorum, eğer yardımcı olursanız ve onu bir öğrenci yurduna yerleştirirseniz memnun olurum, ben oğlumun bu kararından râzıyım.”
Delikanlı, öğrenci yurduna hicret etti. Şimdilerde üniversiteyi bitirdi ve helâl bir kazancı var. Babası ile de görüşüyor, ama onun hiçbir nakdî yardımını istemiyor. Hicreti, onun için mübârek oldu.
* * *
Elit kesimin oturduğu bir apartmandan daire aldıkları gün, komşunun ev almaktan çok daha önemli olduğunu bilmiyorlardı. Apartman sâkinleri, dindar çocuklara apartmanı zehir ettiler. Üst kat komşuları inadına istisnasız her çamaşır serdiklerinde halı silkeler, balkon yıkar, beyaz çamaşırlarını mahvederdi. Apartman yöneticisi, şikâyetleri hep kulak ardı ediyordu. Apartman sâkinlerinden bazı gençler, âilenin genç kızını sıkıştırıp:
“-Sizi burada istemiyoruz, defolun!..” diye taciz etmişlerdi.
Âile, genç kızın başına gelen bu olaydan sonra apartmandan hicret etti. Her ne kadar resmî makamlara şikâyet etseler dahî, bir ömür geçirecekleri evlerinin huzurlu bir ortamda olması, hepsinin ruh sağlığı için çok önemli idi.
* * *
Harbiye’de lüks bir ayakkabı mağazasında tezgahtardı genç ve patronu aslâ namaz kılmasına, cumaya dahî gitmesine izin vermiyordu. Gönlü kabz hâlinde, vicdânen huzursuzdu. Maaşı ne kadar yüksek olursa olsun, işinden hicret etti genç… Belki maaşı daha düşüktü, ama gönlü huzurlu idi. Ve kimse onun dînî vecibelerini elinden alamıyordu artık.
* * *
Hâdise, Güneydoğu Anadolu’da oluyordu. Teröristler, bir gece vakti âilenin kapısını çalmış, anne-babanın bütün feryatları arasında oğullarını alıp götürmüşlerdi. Yan köylerde kızların da zorla evlerinden alınıp terör örgütüne götürüldüklerini duyuyorlardı. Dipçikle başına darbe alan baba, o gece karar verdi, satabildikleri her şeylerini satıp hicret edeceklerdi. Hicret ettiler de, diğer evlâtlarını kaybetmemek, çok sevdikleri vatanlarına ihânet etmemek için… Hicretleri mübârek oldu. Kardeşlerinin öldürüldüğünü öğrendi kızlar… Cenâzeleri kendilerine verilmişti. Cenâzede olay çıkarmak isteyen örgüt üyelerine, vatan sevgisi ile dopdolu kız kardeşleri haykırıyordu:
“-Cesaretiniz varsa açın yüzlerinizi!.. Neden saklanıyorsunuz? Çekip gidin buradan, bizi bu kez kardeşimizle baş başa bırakın, onun katili sizlersiniz. Biz sizden değiliz ve sizi aramızda görmek istemiyoruz.”
Yüzleri kapalı, şaşkın örgüt üyeleri dağıldı. Anne, yıllar sonra evlâdının cesedine sarıldı. İstanbul’da câmi cemaatimden olan bir hanımın âilesiydi, bütün bunları yaşayan, bizler sadece şâhit olduk.
* * *
Yengemin âilesi, Yugoslavya’dan yıllar evvel Türkiye’ye hicret etmişler. Yapılan işkencelerden, tecâvüzlerden kaçıp gecenin sessizliğinde bütün varlarını yoklarını bırakıp, yemyeşil dağlara, Drina Nehri’ne vedâ ederek gelmişler. Hasret hiç bitmemiş belki, ama insanca yaşayabilecekleri topraklara kavuşmuşlar. Akrabalarımızdan birinin eşi de Bulgaristan’daki zulümler sebebi ile sülâlecek hicret edenlerden…
* * *
Bizim âilemiz de Yavuz Sultan Selim ile birlikte Mısır’a yerleşen Türk âilelerden Sipâhîoğulları iken Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın İngilizlerin yardımı ile Mısır’ı ele geçirmesinden sonra, yıllar evvel, hicret etmek zorunda kalmışlar. Osmanlı, Balkanlar’da büyük bir mücâdele verdiği için gerekli yardımı yapamamış.
* * *
Esasında her gün, her an hicret ediyoruz. An oluyor hicretimiz, dedikodu eden bir insanın yanından uzaklaşmak, an oluyor namaz kılmamıza engel olan bir patronun emrinde çalışmayı terk etmekle oluyor. Zâlim ve müstekbirlerin yanında mustaz’af (zavallı, çaresiz) durumda isek, hemen yegâne vekilimiz ve yardımcımız olan Allâh’ın geniş arzında sâlihlerin yanına, günâh işlemeye dâvet edenin yanından Allâh’a kaçıyoruz. Hicrette hep Allâh’a kaçıyoruz. Ruh ve beden huzurunu tehlikede bırakan, iç dengemizi, kulluğumuzu bozmak için oluşturulan bütün ortamlardan, insanlardan, hâllerden, fiillerden Allâh’a kaçıyoruz. Zâriyat Sûresi, 50. Âyetin; “Allâh’a kaçın.” emrine itaat ediyoruz.
Kötülüğü görünce düzeltmek için, elimizle, dilimizle mücâdele edemiyorsak ve bu mücâdele esnasında kaybettiklerimiz, kazandıklarımızın yanında çok az ise, hemen uzaklaşıyoruz. Bile bile güçsüzüm, âcizim diye zâlimin yanında bulunmanın, büyük zulüm olduğunu biliyoruz. Ya da benim uzaklaşmak için imkânım yok diye zayıflığımızı beyân ederek kötülüğün içinde debelenip durduğumuz zaman büyük bir ikaz ile sarsılıyoruz:
Nisâ Sûresi, 97. âyet-i kerîmede yüce Rabbimiz buyuruyor:
“Melekler, kendilerine zulmettikleri bir durumda bulunurken canlarını aldıkları kimselere: «Siz ne iş yapmaktaydınız?» diyecekler. Onlar: «Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüzdük.» diye cevap verecekler. Melekler: «Allâh’ın arzı geniş değil miydi, oraya hicret etseydiniz ya!..» diyecekler. İşte bunların barınakları cehennemdir. Ona gidiş de ne kötü şeydir!..”
Hicret etmeyen, zulme râzı olanın mâzeretini, Cenâb-ı Hak dinlemiyor ve cezalandırıyor.
Hicretimiz bazen maddeten, bazen mânen oluyor. Günahlardan sürekli olarak uzak bulunma, nefsin ve şeytanın ayartmalarına kanmama, kötülüklerden kaçma ve sürekli olarak son nefesimize kadar Allâh’a kaçma mücâdelesidir mânevî hicret. Kötülüğün, günâhın içinde kalıp, hicret edemeyen rûhlar köreliyor. Rûhumuz, çamur olan nefsinden ve şeytandan, kendi özü olan Allâh’a kaçıyor mânevî hicrette… Kötülüklerden tam olarak selâmette kalmanın aslâ mümkün olmadığı bu dünyada, huzurlu bir limana ihtiyaç var. O da Allâh’a kaçabilmek. Seccâdeye, secde mahalline kaçabilmek, en büyük hicretlerden…
Fıtratı bozulan, insanlıktan nasibi kalmayan zâlimlerin, müstekbirlerin karşısında en büyük kıyâmdır hicret!.. Çünkü her ne kadar zayıf, güçsüz olursak olalım, müslüman olmamız bizi güçlü kılar ve müslüman azîzdir. Azîz olma şerefine ermiş bir müslümanın, insanlığını kaybeden bir grubun içinde bulunması, zamanla o müslümanın insânî özelliklerini bozacak, kendisi de onlara benzemeye başlayacak ya da zâlimin yanında bulunmaya devam etmekle zâlimi güçlü kılacak!.. Bütün bunlara fırsat vermemek için, zayıf olanın kıyâmıdır hicret. Allâh’ın karşısında olan bütün güçlere bir başkaldırıdır. Şanlı bir mücâdeledir.
Zayıflık ya da güçlülük kullara göre, yani izâfî bir kavramdır. “Muhakkak ki, vekil de, yardımcı da Allah’tır.” âyeti mûcibince, böylesi bir kudretin yardımına rağmen kişinin zayıflığını öne sürmesi, olsa olsa bir îman zaafıdır.
Peygamber Efendimiz, bir hadîsinde sarih olarak şöyle buyurmaktadır:
“Her kim, dini uğruna bir yerden kaçarsa, gittiği bir karış yer de olsa, cennete girmeye hak kazanır. Babası İbrahim’in ve Peygamberi Muhammed’in yoldaşı olur.”
Kasas Sûresi, beşinci âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, müjde veriyor muhâcirlere:
“Biz yeryüzünde ezilenleri, imamlar yapalım, rehber ve öncü kılalım istiyoruz!..”
Hicret, böylesi güçlenip, önderler olmamıza vesile oluyor. Peygamber Efendimiz’in hicreti, Hz. İbrahim’in hicreti, Hz. Mûsa’nın hicreti öyle olmadı mı?
Nisâ Sûresi, 98. âyet-i kerîmede hicret edememe izni, sadece âciz kadın, çocuk ve yaşlılara veriliyor ve:
“Ancak hicret için yol bulamayan erkekler, kadın ve çocuklar müstesnâ.” buyruluyor.
Nisâ Sûresi, 100. âyet-i kerîme ise, hicretin bereketli neticelerini çok güzel ifade ediyor:
“Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allâh’a ve Peygamber’e hicret kastı ile evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun ecri, Allâh’a düşer. Allah gafurdur, rahîmdir.”
Hicret hâtıraları anlatmakla bitmez!.. Sevinerek eğlenerek vatan terk edilmez. Boğazlarda düğümler, yüreklerde zehir vardır. Hiçbir şey yapamayınca, zulme “Dur!” diyemeyince yapılacak tek şey, o diyarları terk etmektir. Yapılan iş, kolay değildir. Malınızı, mülkünüzü, vatanınızı, îtibarınızı, her şeyinizi terk edersiniz. Bir kuru canınız, eş ve evlatlarınız… Yepyeni yerler, yepyeni insanlar… Bu gün yeni bir gündür, diğer günlere benzemeyen…
YORUMLAR