Müslüman Kadın Olarak Dindar mıyız Muhafazakar mı?

Sosyolojinin ilgi alanlarından biri de toplumun ve fertlerin geçirdiği değişimleri, onların sebeplerin, nasıl ve niçin olduğunu araştırmak ve bu sorulara cevap aramaktır. Fertler arası ilişkileri belirleyen kurallar yazılı olmasa da insan hayatına istikamet verecek vasıftadır. 

Yazılı kurallar, daha çok devlet iradesinin toplumsal mutabakatla ortaya koyduğu, bir mânâda herkesin -kabul etsin veya etmesin- uymak zorunda olduğu kurallardır. Asıl olan toplumun geçmişinden gelen, değerler silsilesini oluşturan ve bir cemiyet vasfı kazandıran, gerek örfî, gerekse dînî temelleri olan kurallar olmasıdır.

Sosyolojinin daha çok ilgi çerçevesine giren de bahsi geçen temellere dayanan uygulamaların, tarih içinde geçirdiği değişim süreçleridir.

“Müslüman kadın” olarak tarif edilen karakter ve şahsiyet yapısını ele aldığımız zaman; daha “çok yakın” diyebileceğimiz bir tarihte, meselâ Türkiye’nin son 30-40 yılında “Müslüman kadın imajının” büyük bir değişim geçirdiği muhakkaktır. Modernleşme sürecinin hızlanmasının, teknolojik âlet ve iletiş imkânların artmasının bunda inkâr edilemeyecek bir tesiri olduğu da tartışılamaz. Ancak bu değişim ve dönüşüm, hep iyi yönde mi olmuştur? İşte tartışılması, konuşulması gereken asıl soru budur? Ya da soruyu daha genel olarak şöyle tekrar edebiliriz: Değişim kaçınılmaz bir hakikat ise, bize ne vermiştir, bizden ne götürmüştür?

Bir diğer konuşulacak husus da, bu 30-40 yıllık süreç içinde, dînî hayat olarak hassasiyetleri bulunan kimselerin ekonomik ve siyâsî önderler olarak toplumla beraber geçirdiği değişimdir. Toplumun önünde kabul edilen, onları fikrî olarak veya icraatları ile etkileyen bu kesim; toplumdaki değişimden pay mı almıştır yoksa bu hızlı değişimi yönlendiren, ona tesir eden öncü bir rol mü edinmiştir?

Her hâlükârda toplum olarak geçirdiğimiz bu süreç, bizi daha çok dindarlaştırmış ve muhafazakâr bir yapıya mı dönüştürmüştür yoksa dinden daha uzak ve dünyaya daha meyilli bir hâle mi?

Bundan yüz yıl önce bu topraklarda gayr-ı müslim unsurlar bile tesettüre girmişlerdi. Tesettür, tabiî dindarlığın dışa yansıyan şekli… Âile yapısını, kadının kimlik ve şahsiyetini kolaylıkla belli eden bir unsur. Yoksa yüz yıl önce bütün tesettürlü hanımlar ve onların âileleri dört dörtlük dindar kimliğe sahiptir, demek zor. Ancak yine de insana bir ölçü veriyor. Toplumun ön kabullerini, hayata ve âileye bakış tarzının ipuçlarını veriyor.

Bir de günümüze bakalım. Sokakta ne gibi tesettür örnekleri var? Toplumun kaçta kaçı, İslâm’ın emrettiği ölçülerde tesettür emrinin gereğini yapıyor? Başını örten kimselerden ne kadarı, İslâm’ın “tesettür” emrini bir hayat tarzı olarak anlamış ve uyguluyor?

Bunda tek başına müslüman fertleri ya da kadınları suçlamak da doğru değil! Dünyanın ve ülkemizin geçirdiği iki-üç yüzyıllık savrulma dönemi, Batı’nın bütün değerleriyle İslâm Dünyası’na hâkim olma, onu sömürgeleştirme ve başkalaştırma dönemidir. Kendi köklerinden besleneceği bir alan kalmaması için, Müslüman toplumlara her yönden büyük bir tazyik (baskı) uygulanmıştır. Bir taraftan siyâsî, askerî, diğer taraftan ekonomik ve sosyal cendere altına alınan İslâm Dünyası, “kültürel bir bombardıman”ın ve askerî bir hegemonyanın artçı sarsıntılarından kurtulamamıştır.

Neticede kendi kültürüne, kendi tarih ve medeniyetine, kısacası kendisine “yabancı” bir müslüman toplum hedeflenmiştir. Bugün gelinen noktada, Müslümanlar bu “yabancılık”tan kurtulmaya, kendi kimlik ve şahsiyetini tesbit etmeye çalışmaktadır.

Elbette onun üzerinde otorite kurmak isteyen Batı zihniyeti, hem bu olup bitenden memnun değildir, hem de kaybettiği alanlarda yeni birtakım araçlar kullanarak hâkimiyetini perçinlemek istemektedir. Kültürel ve sosyolojik olarak devam eden bu savaş, İslâm Dünyası’nın hemen her ülkesinde hâlen yaşandığı gibi, ülkemiz de bundan bîgâne kalamamıştır.

Müslüman erkek ve kadınlar, bir taraftan “kendi” olmaya çalışırken, bir taraftan da “ötekileştirilip dışlanmalarına” karşı çıkmış ve “merkez”e doğru derin ve sürekli bir yürüyüş başlatmıştır.

Daha önce dindar kimliği yüzünden dışlanan, toplumun yönetimine yaklaştırılmayan geniş kitleler, artık daha çok söz sahibi olmaya başlamış ve “kendi değerlerinden bir kısmını kaybetmek pahasına”, “Ben de buradayım!” demiştir. Gerçekten bu süreçte, dindar câmia, belki bundan elli yıl önce “dokunulmaz bir kaide” olarak benimsediği, kendi kimlik ve şahsiyetinin en belirleyici özelliklerinden bazılarını “kurban” etmiştir. Bu bir mecburiyet ve fedâkârlık mıdır, yoksa kavramların içinin boşalması ve kayboluş mudur, bu da ayrı bir tartışma konusu…

Günümüze geldiğimizde hem fizikî hem de psikolojik mânâda “mağduriyet” ve “mazlumiyet” kelimelerinin hafifliğinden kurtulup ciddî bir özeleştiri yapmamız gerekiyor.  Bugüne kadar “öteki” olarak görülen kesimin, artık “öteki” olmadığı, ekonomik sermayenin iyi-kötü kuvvet bulduğu, siyâsî anlamda büyük gelişmelerin olduğu bir Türkiye’de dînî hayat açısından git gide bir zayıflamanın olduğunu itiraf etmek, üzüntü verici bir durumdur.

Önceki yıllarda müslümanlar, çağın her türlü tezviratına karşı daha mukavemetli ve daha şuurlu iken, şimdi çağın getirdiği, hatta dayattığı her türlü hastalıklı gelişmenin karşısında hemen mağlup olabiliyor, “kendi” kalmakta zorlanabiliyor. Ya da gönüllü olarak bu gayr-i İslâmî gelişmeleri, kolayca hayatına tatbik edebiliyor. Daha acısı, bunu da normal, hatta gerekli görüyor.

Özellikle Batı kültürünün ilk hedefi olan kadınlar üzerinden ahlâkî ve dinî yozlaşma kaygı verici durumda… Lüksün, israfın, dünyevîleşmenin ve bunlara bağlı olarak bencilleşmenin arttığı, vicdan sahibi olan herkesin gördüğü bir gerçek haline geldi.

Oysa bu ülkede yıllarca dînî hayatın daha özgür olması için mücadele veren, âdeta bir sahabe şuuru ve hassasiyeti ile hareket edip Allâh’ın rızâsına talip olan insanlar “yıldız” gibi parlamaktaydı. Sayıları az, ancak kalite ve hassasiyetleri yüksekti. Bugün ise, üniversitelerde, hatta belki ortaokul ve liselerde başörtülü pek çok kişi olduğu hâlde, dindarlık ve takvâ hassasiyeti olan kimselerin sayısı, maalesef çok düştü.

Maalesef dün, başörtüsü ile meydanlarda “cihad şuuru” ile varlık gösteren o kutlu nesillerin yerine, başörtüsünü sadece bir “moda aracı” olarak gören, hatta defilelerde boy gösteren müslüman kesimin temsilcileri ortaya çıktı. Bu zihni boşalmış ve bozulmuş tipler, ne kadar müslüman kadını temsil edebilir? Tesettür, vitrinlik ve moda ihtiyaçlarını tatmin eden bir “süs” kıyafeti midir? Tesettür, insanın zenginliğini, güzelliğini ve albenisini teşhir eden, onu olduğundan daha “şık” gösteren bir kıyafet tarzı mıdır? Tesettür, sadece başını veya vücudunu herhangi bir şeyle örtmek midir? Bütün bu sorular, bugün biraz havada kalmaktadır?

Bizim bugün en temel dertlerimizden birisi, hak ve bâtıl arasındaki çizgilerin bilinçli olarak silinmesidir. “Ne Hakk’ın emri, ne bâtılın sınırına girer?” belli değildir. Bunda dinler arasındaki “diyaloğu” gündeme getiren ve pek çok barikatın aşılmasına sebep olan kimselerin de büyük payı vardır. İslâm, hep “farklı” ve “güzel” olanı tercih etmişken, “ortak bir yol tutturmak uğruna” her şeyimizden fedâ etmiş olmanın elbette acı bir faturası olacaktır.

Çok manidardır; dün davası için her şeyini ortaya koyan, “Kardeşimin derdi benim derdimdir, onun acısı benim acımdır.” diyerek ümmet şuuru ile hareket eden “mücahitler” yıllar içinde -istisnalar bir tarafa-  “sadece kendi menfaatini düşünen ve daha fazla kazanma gayretinde olan” müteahhidlere dönüştü.

Gelin, bu Ramazan ikliminde tekrar gönüllerimize dönelim. Erkek olsun, kadın olsun; İslâm’an uzaklaşan yönlerimizi törpüleyelim. Dini, sadece Allâh’a has kılıp, hayat boyunca sadece O’nun rızâsını hedefleyelim. Aksi hâlde uzaklarda aradığımız kıyamet, koptu kopacak!..

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle