Hepimiz birçok gerçek hayat hikâyesi okumuşuzdur. Acı ve hüzün verici olurlar genellikle bu hikâyeler... Zaten mutlu hayatlar, satırlara dökülmezler her nedense... Yazılanlar hep acı ve dramatik hayatlardır.
Yalnız gerçek olmaları daima derinden etkiler insanı… Anlatacağım hâdise, ne uzun bir hayat, ne de işlenmiş güzel bir hikâye… Sadece gencecik bir yüreğin, saf ve hâlis bir niyetle çıktığı veya çıkmak istediği güzel bir yol ve kudreti sonsuz olanda sırrı saklı olan, bize meçhul sebeplerden dolayı aramızdan ayrılışı...
Ayrılık… Hep hüzün vericidir. Her ayrılık, bir vuslata gebe olsa da, insanın içini kanatır genellikle... Hayatımızda birçok defa ayrılıklar yaşamışızdır ve her defasında içimizden bir şeylerin koptuğunu hissetmişizdir. Öyle ya, bir firaktan bir başka firâka kanatlanır gideriz. Zaten bu dünya, bir misafir gibi gelip konakladığımız, sonra yolumuza devam ettiğimiz bir mekân değil mi?
Bu satırlar, belki de bir ağustos ayının kavurucu günlerinden birinde kaleme alınmalıydı. Belki sıcağı sıcağına daha yerinde olurdu. Ama olmadı işte. Kış günlerinin dondurucu soğuğunda belki içimize mânevî bir sıcaklık verir düşüncesiyle bu günlere saklandı. Kim bilir?! Kim bilir yüreklerde saklı bir hayır duâ vardır dilimize dökülecek... Ve bir “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’’ hatırlatması olacaktır, tekrar “tefekkür-i mevt” adına.
Bakü’de hizmet ettiğim yıllarda, yüzlerce öğrencimizle aynı mekânı, aynı havayı teneffüs etmenin oluşturduğu kardeşlik ortamını derinden yaşadık. Okulumuza gelen her öğrencimize, hayata ait çok önemli tecrübeler veriyor, onları bir anne adayı olarak topluma hazırlıyorduk. Azerbaycan’ın muhtelif illerinden eğitim almak için gelen bu kardeşlerimizin yürek çırpınışları, o kadar saf ve o kadar temizdi ki, onların bu samimî duygularını hâlâ iliklerime kadar hissediyorum. Onların samimiyetleri, iştiyakları ve azimleri, hakikaten takdire şâyândı.
Bizim tek bir derdimiz vardı, o da şuydu: Bu kardeşlerimiz ideal bir insan, ideal bir anne, ideal bir eş ve en önemlisi ideal bir mü’mine olsunlar. Bunun için hocalarımız, şahsen veya kollektif olarak ellerinden hangi fedakârlık geliyorsa onu esirgemiyorlardı. Talebelerimiz de eğitim aldıkları yıllar içerisinde kendilerini en güzel şekilde yetiştirmeye gayret gösteriyorlardı.
Türkiye’ye döndükten sonra da Azerbaycan’daki öğrencilerimizin her gün gönderdikleri onlarca telefon mesajından orada tesis ettiğimiz kardeşlik hukukunun ne kadar içten ve muhabbete dayalı olduğunu gördükçe Rabbime sonsuz şükürler ediyorum.
Bunca yıl içerisinde çok farklı karakter ve kabiliyette öğrenci ile karşılaştım. Şüphesiz her birinin ayrı bir hayat mücadelesi, ayrı bir hayat hikâyesi vardı. Bu gencecik yürekler pırıl pırıldı. Her birisi nâzenin bir kuş gibi âile yuvalarından uçup kendilerini en az âileleri kadar sıcak bir yuvada bulmuşlardı.
Neticede her biri ayrı memleketten ve ayrı âilelerden geliyor ve Azerbaycan gibi daha henüz yirmi yıl önce bağımsızlığına kavuşmuş genç bir ülkenin evlatlarıydı. Yakın dönemde büyük acılar yaşamışlardı. Ve o acıların bir kısmını hâlâ yaşıyorlardı. Karabağ bölgesinde, hâlâ işgal altında şehirler vardı ve Hocalı’nın, Yirmi Ocak Faciası’nın izleri henüz silinmemişti. O yüzden öğrencilerimiz arasında şehid kızları da vardı, Karabağ’da savaşmış gazi kızları da.
Ama onların içinde birisi vardı ki, gözlerindeki, ışıltı ve yüzündeki heyecan hiç gözümün önünden gitmiyor. Okula ilk olarak, annesi ve babası ile birlikte gelmişti. Azerbaycan’ın Saatli denilen bir şehrinden geliyorlardı. Kursumuzda okumayı, hâfızlık yapmayı istiyordu. Hâfız olup, kendi köylerindeki çocukları okutacakmış. Öyle diyordu, Müşerref. İlk defa bir kurs ortamına girecekti. İlk defa belki de anne-babasından ayrılacaktı. Ama Müşerref’in pır pır eden yüreği, öylesine heyecanlıydı ki, kursta okumak için can atıyordu.
Müşerref’in bu heyecanı karşısında çok duygulanmıştık. Bu kadar saf ve temiz duygularla, dünyalık hiç bir karşılık beklemeden sergilediği ihlâs ve coşkusu hepimizi bir kere daha yüreklendirmişti.
Kursumuzda her yıl, bir sonraki eğitim dönemine alacağımız öğrencilerin seçimini yapmak için yaz kursları düzenliyorduk. Bu yaz kurslarında hem normal eğitimini almak isteyen öğrencilerimizi hem de hâfızlık yapmak isteyen öğrencilerimizi seçmek için bir aylık bir ön eğitime tâbî tutuyorduk.
Yaz okulunun bitmesine birkaç gün kalmıştı. Bütün öğrencilerimizi imtihan heyecanı sarmıştı. Müşerrefi de… Nihayet öğrencilerimiz için imtihan günü gelip çattı. Öğretmenlerimizden oluşturduğumuz komisyonlar imtihanları yaptı ve sonuçları bir liste hâlinde îlan panosuna astık.
Herkesten ziyade ben Müşerref’in durumunu merak ediyordum. Doğrusu bu kadar iştiyaklı bir öğrencinin bu imtihanı geçmesini yürekten arzu ediyordum.
Odamda iken, kapı çaldı. Müşerref’ti kapıdaki... Heyecandan nutku tutulmuştu âdeta.
“-Hocam!..” dedi: “İmtihandan geçmişem. Hâfizliğe kabul olmuşam. İnşâallâh mektep açılanda görüşerik. Hakkınızı halâl edin!..”
Müşerref’in kazandığına çok sevindim.
“-İnşâallâh.” dedim. “Okul açıldığında gelirsin. Başlarsın.”
Müşerref, bir kuş gibi uçuyordu âdeta… Onu bu kadar sevindiren, imtihanı kazanmasından ziyâde hâfızlık yapacak olması idi. Şimdi bunu annesi, babası ve arkadaşları ile paylaşacaktı. Sevincine sevinç katacaktı. Zaten mânevî pâyesine paha biçilmez bir makam için bu kadar sevinmeye değmez miydi? Kıyamette herkesin mahşer yerine binbir eziyetle gideceği bir anda, yıldızlar gibi uçarak gidecek olan hâfızlar kervanına katılmak için gösterilen bir çaba için sevinilmez miydi? Ama onun sevinci bir başkaydı.
Ve Müşerref’le vedâlaştık. Bir ay sonra kursumuzda buluşmak üzere...
Aradan bir hafta geçmişti.
O gün Müşerref, kurstan Saatli’ye gitmek için ayrıldığında kendi köylerinden bir arkadaşı ile otogardan bir minibüse binmişler. Saatli’ye yaklaştıklarında elim bir trafik kazâsı olmuş. Arkadan başka bir araba, Müşerref’in bindiği minibüse çarpmış. İlginçtir ki, minibüste diğer yolculara herhangi bir şey olmazken, Müşerref kazâmahallinde rahmet-i Rahman’a kavuşmuş.
Kazânın akabinde Müşerref’in anne ve babasını kursumuza dâvet ettik. Henüz kursumuza bile başlamamış olan bir talebemizin bu kadar kısa bir zamanda bütün öğrenci ve öğretmenlerimizin gönlünde yer etmesi, onun ebeveynine gösterilen ilgiden belli oluyordu.
Anne ve babasının yüreği yaralıydı. Onların acısını hafifletecek ne olabilirdi ki? Sadece bir şey: Müşerref’in böyle kutlu bir arzu içerisinde Rabbine kavuşmuş olması… Onları da, bizi de tesellî edecek tek şey, Müşerref’in hâfızlık gibi kutlu bir yolda, gencecik yaşta Hakk’ın rahmetine kavuşması. Bu vesileyle bir daha Yüce Rabbim’den onu rızasına nâil etmesini ve cemâliyle müşerref kılmasını niyaz ediyorum.
YORUMLAR