İnanç Konusunda
İslâm Dini, inanç, ibadet ve ahlâk konularında kadınlar ve erkekler arasında bir fark gözetmez. İnanılması gereken bütün esaslar; kısaca “îmanın şartları” diye bildiğimiz “Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna îman”da kadın ve erkek arasında fark yoktur. Aslında bu temel îman esasları açısından ilk yaratılan insan ile kıyamete kadar gelecek bütün insanlar arasında da bir fark yoktur. Hepsi, ana esasları itibariyle bu zikredilenlere îman etmekle mükelleftir.
Dolayısıyla mü’min bir hanımın, her şeyden önce bu akîde esaslarını en sahih bir şekilde öğrenmesi, kalbiyle tasdîk, dili ile ikrar etmesi şarttır. İnanç noktasındaki şüphe ve tereddütler, bir an önce giderilmeli ve “Ehl-i Sünnet Îtikadı” sağlamlaştırılmalıdır.
Ehl-i Sünnet Îtikadı demek, Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimize indirdiği, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve Ashâb-ı Kiramın bizzat yaşayıp tebliğ ettiği dinin en saf hâlidir. Dînî meselelerin delillerini, Kur’ân-ı Kerim (Kitap), Sünnet, İcmâ-yı ümmet ve kıyas-ı fukahâ sıralamasıyla kaynaklara müracaat edip çözmeye çalışan Peygamber Efendimizin ve ashâb-ı kiramın yolu demektir. Bu düşünce ve yaşayış modeli dışındaki yollar, “Ehl-i Bid’at” olarak vasıflandırılır. Bid’at ise, dinde bir aslı olmayıp insanların kendi düşünce, hevâ ve hevesleri ile sonradan çıkardıkları söz ve davranışlardır.
Tekrar başa dönecek olursak, mü’min erkek ve hanım, inancını, Kitap ve Sünnet ile ana hatları belirlenmiş ve sınırları çizilmiş bir şekle döndürmediği müddetçe, inanç dünyasında ciddî problemler var demektir.
Îman esasları, dinin özü ve bel kemiğidir. Eğer inanç noktasında kayma veya sapmalar varsa, ibadetlerin çokluğu insana fayda sağlamaz. Meselâ Allâh’ın varlığına ve birliğine îman noktasında ya da peygamberlik inancı noktasında yanlış inançlara kapılan bir kimse, gece gündüz namaz kılsa, her gün oruç tutmuş olsa, yapmış olduğu bu ibadetlerin hayrını göremez. Onun birinci vazifesi, itikadını tashih etmesi, inanç konusundaki eksik ve hatalarını telâfi etmesidir. Bu basamak geçildikten sonra, ibadet esasları gelir.
İbâdetler
Aslında ibadet, yani kulluk, “Allâh’ın rızâsı gözetilerek yapılan her türlü sâlih amel”dir. Allah rızası dışında bir gaye için yapılan en kıymetli ibadetler bile makbul değilken, Allâh’ın rızası gözetilerek yola çıkılan ama aslında yasaklanmış (haram) fiiller de “ibadet” sayılmaz. Bu konuyu biraz açalım.
Peygamber Efendimiz, “gösteriş için” cihada katılan, insanlara infak ve ihsanda bulunan ve ilim öğrenip öğreten kimselerin âhiretteki mahcubiyet ve başlarına gelecek felaketleri haber vermiştir.[1] Ayrıca pek çok hadîs-i şerifte namaz, oruç vb. ibadetlerde “ihlaslı” olmayı tavsiye etmiş, aksi hâlde bu ibadetlerin sayıca çok olmasının bir işe yaramayacağı, bir paçavra gibi sahibinin yüzüne fırlatılacağı ifade edilmiştir.
Aynı şekilde niyet tamamen “Allah rızâsı” olsa da, Allâh’ın yasakladığı söz ve davranışlarla ibadet edilip Allâh’a yaklaşılmaz. Meselâ bir insan câmi yaptırmak için kumar oynasa, piyango çekilişine katılsa veya açıkça haram kılınan bir başka günahı işlese, niyeti iyi olmasına rağmen o niyete ulaşma yolu yanlış olduğu için yaptığı iş bâtıldır. İbadet yerine geçmez, hatta bile bile günaha daldığı için bundan azab bile görür.
O hâlde ibadetlerde en önemli şart, niyetin “Allah rızâsına kilitlenmesi”, ama bu gayeye ulaşmak için de dinin meşrû kıldığı çerçeve dışına çıkılmamasıdır.
Bu genel çerçeve içinde kalmak şartıyla ibadetler, çok ve çeşitlidir. Herkesin mizacına göre, Allâh’a ulaşabileceği bir yol vardır. Peygamber Efendimiz, pek çok kere İslâm’ın ana esaslarını çizerken “Kelime-i Şehâdet, günde beş vakit namaz kılmak, Ramazan orucunu tutmak, zengin olanların yılda bir defa zekâtlarını vermesi, imkân bulanların da ömürlerinde bir defa olsun hacca gitmesi”ni saymıştır.[2] Bu ibâdetleri, nafile namaz ve oruçlarla takviye etmek, farz olan zekâtın dışında sadaka, infak ve ihsanlarda bulunmak, nafile hac ve umreler yapmak da ibadetler arasındadır.
Bir kimsenin anne ve babasının meşrû emirlerine itaat etmesi, onların gönüllerini alacak söz ve davranışlarda bulunması, akrabaları ile münâsebetlerini kesmemesi, sıla-i rahme devam etmesi, zikir ve tefekkürle meşgul olması, Kur’ân-ı Kerim ve salavât okuması, Allâh’ın dinini öğrenmeye gayret göstermesi, iyiliği emredip kötülüğü yasaklaması, cihad ve tebliğ faaliyetlerine katılması, geride insanların istifade edeceği “sadaka-i câriye” eserleri bırakması, sâlih ve sâliha nesiller yetiştirilmek üzere için gayret göstermesi, tebessüm ve güzel sözlerle insanların gönüllerini alması, yardıma muhtaç olan bütün varlıklara malıyla canıyla yardım etmesi ve her türlü haram ve yasaklardan sakınması sayılabilecek belli başlı “ibadet”lerdendir.
Peygamber Efendimiz, çölde bir kuyudan zorlukla su çekip susuz bir köpeğe su veren bir günahkâr kadının affolunduğunu[3] ve evinde baktığı kediye eziyet edip onu ölüme terk eden dindar bir hanımın[4] da bu sebeple cehenneme atılacağını haber vermesi, “iyilik ve kötülüklerin küçüğü-büyüğü olmadığını” göstermektedir. Bazen önemsenmeyen, küçük kabul edilen bir iyilik insanı cennete ulaştırırken, bazen de basit görülen bir günah insanın ebedî azaba çarptırılmasına sebep olabilmektedir.
Âlimlerimiz, “Tevbe ile büyük günah, tekrar ile küçük günah kalmaz.” demişlerdir. Yani bir insan, dinimizin haram kıldığı büyük günahlardan birini işlemiş olabilir. Ama samimi bir pişmanlıkla tevbe ederse, bu günah affedilebilir. Aynı şekilde “nasıl olsa küçük günah” diyerek ısrar ve tekrar edilen günahlar da artık küçük günah olmaktan çıkar. O hâlde günahı küçük görmemeli, kimse karşı işlendiğine dikkat etmelidir.
İbadetler konusunda dikkat edilecek bir husus da ibadetlerin sayıca çok olmasından ziyade, ihlâslı ve devamlı sûrette işlenmesidir. Peygamber Efendimiz, “amellerin en faziletlisi ve onu Allah katında en çok kabul göreninin, az da olsa devamlı yapılanı”[5] olduğunu beyan buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerifte, “Gücünüz yettiği nispette ibadet etmeniz size yeter. Allâh’a yemin ederim ki, siz bıkıp usanmadıkça yorulmadıkça, Allah usanmaz.”[6] buyurarak insanların nasıl itidal üzere hareket etmeleri gerektiğini göstermiştir. Zaman zaman kendisine her gün oruç tutmak, bütün geceleri sabahlara kadar ibadet etmek, eş ve âilesini terk ederek ibadet hayatı yaşamak üzere müracaat edip izin isteyenlere kendisini örnek göstermiş ve:
“Allâh’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı (en müttakî) olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.”[7] buyurmuştur.
O hâlde mü’min erkek ve hanımlar, denge insanı olmalıdırlar. Zamanın, şartların ve insanların o günkü ihtiyaçlarına göre yapılması gereken öncelikli hayır ve hasenâtları tesbit edip himmetini buna tahsis ederler. Bazen ferdî, bazen ise cemiyetin ihtiyaçlarını karşılayacak hizmet ve ibadetlere ehemmiyet verirler.
Güzel Ahlâk
İslâm’ın getirdiği esaslar içinde en önemli hususlardan birisi de güzel ahlâktır. Peygamber Efendimiz, “güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini”[8] haber vermiştir. Müslümanlar, Peygamberimizin öğrettiği, gökteki yıldızlar misali ashâb-ı kiramın da hayatlarına aktardığı güzel haslet ve özellikleri yaşamak ve yaşatmak için azamî gayret gösterir.
Peygamber Efendimiz, “İnsan güzel ahlâk ile gündüzleri hep oruç tutan, geceleri kalkıp namaz kılan kimselerin derecesini elde eder.”[9] buyurmak sûretiyle güzel ahlâkın önemine işaret etmiştir.
“Hayâ, imandandır.”[10] buyuran Peygamber Efendimiz, îmanın güzel ahlâkın kaynağı olduğunu ifade etmiş ve inanç ile davranışlar arasındaki kopmaz bağa dikkat çekmiştir. Gerçekten küpte ne varsa, dışarıya o sızar. Bir insanın kalbinde merhamet yoksa, ondan insan ve hayvanlara karşı merhametin eserini görmek mümkün olmaz. Bu mânâda îman, bütün güzel ahlâk ve davranışların menşei ve başlangıç noktasıdır. Îmansızlık ise, her türlü nankörlük ve kötü duygunun filizlenip yeşereceği bir bataklıktır.
Eğer bir kimse mü’min olduğunu söylediği hâlde, “insanların kendisinden emin olamadığı” davranışlar gösteriyorsa, kalbini bir kez daha yoklamalıdır. Çünkü “müslüman elinden ve dilinden, Müslümanların emin olduğu kimsedir.”[11] “Mü’min, kendisi için istediği şeyi mü’min kardeşleri için de ister.”[12] Onun îman dâvâsı, kuru bir iddia değildir. Her sözü, her davranışı, edeb, hayâ, iffet, nezâket ve nezahati, ondaki îmanı işaret eder.
Müslüman, Peygamber Efendimizin haber verdiği “âhiret müflisi”[13] olmamak için insanlarla münâsebetlerinde “kul hakkı” yüklenmemeye dikkat eder. Çünkü âhirette geçer akçe, sadece bu dünyada kazandığımız sevaplardır. Eğer kul hakkı ile öbür dünyaya göçersek, muhataplarımız haklarını talep ettiklerinde kendilerine verebileceğimiz tek şey kazandığımız sevaplardır. Bunlar bitince ise, karşı tarafın günahlarını yüklenmeye başlarız ki, Allah korusun, işte o zaman tam mânâsıyla “iflas” etmiş oluruz.
Müslüman, müslümanın dertleriyle dertlenir, onların sevinçleri ile sevinir. Bu yönüyle, bir vücudun organları gibi birbirinin dert ve eleminden haberdar olur, sıkıntılarını paylaşır.
Peygamber Efendimiz, insanın önce eliyle, sonra diliyle, sonra da kalbiyle kötülüklere buğz etmesini öğretmiş, kalbiyle buğz etmenin îmanın en alt derecesi olduğu haber vermiştir. Bu konuda bir başka hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Doğuda bir adam öldürülür ve batıdaki bir adam da buna rızâ gösterirse, o da öldürülenin kanına ortak olmuş olur.”[14]
Müslüman, hayırlarda öncü, kötülüklerde ise en büyük fren vazifesi görür. Etrafındaki insanları iyiye, güzele sevk ederken kötülük ve günahtan uzaklaştırmaya çalışır. Peygamber Efendimiz, mü’minin bu vasfını şöyle medhetmektedir:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar, hayra kilittirler. Allâh’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu! Allâh’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!”[15]
Bütün bu saydıklarımız gösteriyor ki, mü’min erkek ve hanımlar, îman, ibadet ve ahlâk konusunda dünyadaki insanlar arasında hemen seçilirler. Onların pek çok güzel fârik vasfı vardır. Rabbimiz, rızâsı uğruna bir hayat sürüp bunun dünyadaki bedelini ödemiş bulunan mü’min erkek ve kadınlara şu müjdeyi vermektedir:
“Bunun üzerine Rableri, onların duâlarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler. Andolsun, ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfât, Allah tarafındandır. Allah, karşılığın güzeli O’nun katındadır.” (Âl-i İmrân, 195)
“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 72)
Bu rıza ve kurtuluşun nasıl olacağı konusunda da Peygamber Efendimiz şu açıklamayı yapmıştır:
“Allah Teâlâ, cennet ehline:
«-Râzı oldunuz mu?» diye sorar. Onlar:
«-Nasıl râzı olmayalım ki! Yarattıklarından kimseye vermediğin şeyleri bize verdin.» derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
«-Size bundan daha üstün olanını vereceğim.» buyurur. Onlar:
«-Bundan daha üstünü nedir ki?» diye sorarlar. Allah Teâlâ:
«-Rızâ ve hoşnutluğumu size vereceğim ve artık size gazap etmeyeceğim.» buyurur.”[16]
Cenâb-ı Hak, cümlemizi, rızâsına nâil olan bahtiyar kulları arasına dâhil eylesin. Âmin.
[1] Müslim, İmâre, 152.
[2] Buhârî, Îman, 1, 2; Müslim, Îman, 19-22.
[3] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 155; Başka rivâyetler için: Buhârî, Müsâkât, 9; Müslim, Selâm 153; Ebû Davud, Cihad, 44; İbn-i Mâce, Edeb, 8.
[4] Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selâm 151,152; Birr, 134.
[5] Buharî, Rikak, 18.
[6] Buhârî, Îman, 32.
[7] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4.
[8] Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, X, 192.
[9] Ebû Davud, Edeb, 7.
[10] Buhârî, İman, 3; Müslim, Îman, 58.
[11] Buhârî, Îman, 4-5.
[12] Bkz: Buhârî, Îman, 7; Müslim, Îman 71-72.
[13] Müslim, Birr, 59.
[14] Irakî, Muğnî, IV, 241.
[15] İbn-i Mâce, Mukaddime, 19.
[16] Buhârî, Rikak, 51; Müslim, Cennet, 9; Tirmizî, Cennet, 18; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 88
YORUMLAR