Yedi yaşlarında kadardım. Elektriklerimiz kesilmiş, karanlıkta kalakalmıştık. Allah’tan duvarda gaz lambamız vardı ve “Şimdi büyüklerimiz yakar, bizi aydınlatır!” diye düşünürdük. O arada karanlığın ürpertisinden biz çocuklar, birbirimize yaklaşmış, birbirimizden destek almaya çalışıyorduk. Neden gerekti bilmem, babaannem:
“-Kabir buradan daha karanlık, birazdan gaz lambamız yanar aydınlanırız, ya kabirde ne yapacağız?” deyiverdi. “Aklınızı başınıza alın da bizi üzmeyin. Değilse kabir sadece karanlık değil, söz dinlemediğiniz için yılan-çıyan hepsi size azap edecekler.”
Daha küçücüğüz, mükellef bile değiliz; şimdi bu korkutma ile bizden ne yapmamız isteniyordu ki... Bundan birkaç yıl sonra babam vefat edince babaannemin sözü bilinçaltıma nasıl yerleşmişse, günlerce kabir ve ölüm korkusundan kendimi kurtaramamıştım. Hâlâ da üzerimde tesiri vardır.
Bütün çocuklar, sessiz çığlıkları ile bizlere haykırırlar, ama biz duyamayız:
“-Sevdir bana, beni korkutma!.. Sevgimin gücüne güven, korkumdan sen de kork.”
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:
“Allâh’ı kullarına sevdirin ki; Allah da sizi sevsin.” (Süyûtî el-Câmiu’s-Sağîr, 1/251)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eğitim metodu korkutma değil, sevdirmedir.
* * *
Alman eğitimci olan Dr. Salzman’ın “Yengeç Kitap” olarak bilinen “Çocukları Kötü Yetiştirmenin Yolları” isimli kitabında, “Çocukları Dinsiz Yapmanın Yolları” isimli bir alt başlık vardır. Şunlar söylenir:
“Zorla duâ ezberletin, ezberleyemediği zaman cezalandırın.”
“Yaramazlık yaptığı zaman Allâh’ın onu cehennemde yakacağını söyleyerek korkutun.
“Din adamlarını, dindar akrabalarınızı ve komşularınızı çekiştirin, yaptıkları hataları sayarak gözden düşürün.”
Salzman, çocuklarına söz geçiremeyen beceriksiz bir annenin hikâyesini şöyle anlatır:
“Bu ahmak kadın, çocuklarını üç şeyle korkutarak sindirmeye çalışırdı: Öcü, baba ve Allah… Çocukları yatmaya zorlamak için: «Yatın çabuk, kapatın gözlerinizi, yoksa öcüler gelir sizi yer.» derdi. Yaramazlık yaptıkları zaman: «Allah annesini üzen çocukları cehenneminde yakar.» diye korkuturdu. Bir suç işleyen veya yalan söyleyen çocuğu tehdit eder: «Baban akşam gelsin ,görürsün sen; temiz bir dayak ye de aklın başına gelsin!» derdi.”
* * *
Dört-beş yaşlarında “Ben namaz kılmayacağım!” diyen oğlunu, baba:
“-Allah namaz kılmayanları cehennemde yakar!.” diyerek korkutmaya kalkar. Bunun üzerine çocuk:
“-Ben de onu yakarım.” diye bağırır.
Babası çocuğunun içinde kötü duygular olduğu endişesi ile önce hocaya götürmeyi düşünür, ama komşusu pedagog Ali Çankırılı ile karşılaşınca ayaküstü sorar. Pedegog:
“-Hocaya filan götürmenize gerek yok, çocuk haklı… Küçük çocukları cehenneminde yakan Allâh’ı hangi çocuk sever ve içinden gelerek namaz kılar? Çocuğu cehennemle korkutmaya ve Allah’tan soğutmaya ne hakkınız var? Çocuklara cehennemin kapalı olduğunu bilmiyor musunuz? Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki: «Büluğa erinceye kadar çocuktan ve akıl hastasından kalem kaldırılmıştır.» Çocuğu cehennemle korkutarak hem Allâh’a, hem çocuğa haksızlık ediyorsun. Çocuğun tepkisi gerçek Allâh’a değil, senin uydurduğun Allâh’a. Bu vebalin altından nasıl kalkacaksın?”
* * *
İslâm’ın temel prensibi, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın!..” esasıdır.
“O zaman Kur’ân’da mevcut azap âyetleri nelerdir?” diye bir soru akla geliveriyor. Nüzûl sırasına göre inen sûre ve âyet-i kerîmelere bakıldığı zaman azapla, cehennemle ilgili âyetlerin genellikle “Mekke müşriklerinin elebaşları, memleketin eşrafından olup, Efendimize ve inananlara işkence eden, düşmanlıkta haddi aşan, hakaret eden, İslâm’a düşmanlıkta ileri gidenlere bir meydan okuma” şeklinde olduğu görülür.
Bu âyetlerin bize bakan yönü ise; uyarı niteliğinde olup Velid bin Muğîre’lerin, Ebû Cehil’lerin, Firavun’ların, Nemrut’ların âkıbetini bilemez de biz de onlar gibi olursak, zulümde ileri gidersek âkıbetimiz aynı olur, demektir. Bu âyetler, insanlık için yol gösterici olma vasfındadır. Bunu bilir, sorumluluklarımızı yerine getirmeye gayret ederiz. Uyarıyı dikkate alır, hayatımıza çeki düzen veririz.
Korku ve uyarı içerikli âyetler, akıllı olup da büluğ (ergenlik) yaşına girmiş kimseler için büyük bir önem arz eder. Artık mükellef olan mü’minin hangi davranışı yaparsa başına ne geleceği, Kur’ânî üslup ve Peygamber Efendimiz’in metodu ile en doğru ağızdan öğretilmelidir ki; kişi, dikkatli olup sorumluluk sahibi olsun ve dünya-âhiret saâdetine ersin, toplum da huzur ile inkişaf etsin…
Esasında korku, fıtramızda mevcuttur. Hayatta kalabilmek, varlığımızı devam ettirebilmek içinhayat mücadelesi veririz. Hayatımızı tehlikeye sokan şeylerden korkar, uzak dururuz. Hazret-i Mevlânâ, “Mesnevî”sinde bu hususu pek güzel izah eder:
“Cenâb-ı Hak, korkuyu, bu âleme direk yapmıştır. Herkes korku yüzünden bir işe sarılmıştır. Allâh’a hamd ü senalar olsun ki, korkuyu yeryüzüne mimar yaptı. Yeryüzünü onunla düzene koydu.
Değirmen beygiri de koşar durur. Onun maksadı, ancak sopa yemekten kurtulmak içindir. Böylece her kazanç sahibi dünyayı ıslah etmek için değil, kendisi için çalışır. Bunların hepsi de iyiden kötüden korkar dururlar; fakat hiç kimse yoktur ki, kendi kendisinden korksun.”
Korku, hayatta kalmak, acı çekmemek için önemli bir histir. Fakat insan her hâlükârda ve devamlı bir korku içinde yaşamaya başlarsa, girişimcilik biter. “Ayrılırım!” korkusu ile evlenmekten korkmak, “Çocuğum özürlü olur!” korkusu ile çocuk yapmamak, “Borcumu ödeyemem!” korkusu ile iş yeri açmamak; insanların yerinde saymasına, ilerlemenin önünün kapanmasına sebep olur. Hazret-i Pîr, Mesnevîsinde kuruntu ve korkular ile amel etmenin tevekkülsüzlük olduğunu, kişinin âkıbetinin gaybî olup ümit dalına tutulmanın daha akıllıca olduğunu bildirir.
“Ticaret malını bir gemiye yüklerken, bu işi Allâh’a tevekkül ederek yaparsın. Sen bu ikisinden hangisi olacağını, yani “Yolculukta boğulup gidecek misin? Yoksa kurtularak gideceğin yere varacak mısın?” bilemezsin. Böyle kuruntularla hiçbir iş yapamazsın, ticaret edemezsin. Çünkü bu iki husus, gayb âlemindendir. İkisi de gizlidir.
Korkan, nâzik, şişe canlı olan tâcir, ne kâr edebilir, ne de ziyan… Hattâ ziyâde eder, kazançtan mahrum kalır. Ancak gönlünde aşk ateşi bulunan kimse nûra kavuşur. Çünkü bütün işler ümitle, ihtimal ile başarılır. Sen de din işini daha üstün tut, onu seç de kurtul.”
* * *
“Havf” yani korku, “recâ” yani ümit; hayatın devamında iki önemli unsur... Hayatın bütünü bu iki duygu arasında gelip geçiyor. Bunun böyle olmasının sebebi de bir saat sonrasını bırakın, bir saniye sonrası hakkında bile bir bilgimizin bulunmaması, bu bilgilerin gaybe ait olmasından…
Gerçekten koca bir bilinmezin içindeyiz. Âkıbetimize dair tam bir bilgimiz yok!. Sadece korku ve ümitlerimiz hayatımızı şekillendiriyor. Bütün bunların sebebi, kul olmamız... Âciziz; hiçbir şeyin sahibi değiliz… Böyle durumlarda, ümit bulunmaz bir kıymet taşıyor.
Korku ihtimali, düşüncemize çöreklenip, ümit yollarını tıkayınca, bir adım bile ilerleyemeyiz. Affedilme ümidimiz, tevbe etmemizi kolaylaştırır. Böylece kendimizi ıslah edebiliriz.
Korkular, korkunç şeyler... Akıl tutulmasına, donup kalmaya, hayatta hiçbir şeye güvenmeyip, kulluğun tadını çıkarmaya dahî engel. Dozunda olursa hayat kurtarıyor belki, ama yürek zarına yerleşirse, insan bir kez öleceği halde, korkan binlerce kez ölüyor.
* * *
Geçmişte vaazlarda cehennemle halk çok korkutulurdu. İnsanlar gerçekten korkarlar, ses dahî etmeden bilir bilmez uygulamaya geçerlerdi. Bu, mukallidin îmanı idi ve mukallidin îmanı korku ve ümittir. Zaman her şeyi değiştirdiği gibi, korkutarak öğretme ve eğitme sistemini de değiştirdi. Şimdi kimseyi korkutarak bir şeyler yaptıramayız. Evladımızı bile… Sorgular, hesap sorar, hafif bir korkutma ile karşılaşınca dinden-diyânetten uzaklaşır. Katlanmaz. Katlanmak istemez. İnsanlar, korku ile öğrenmeyi de reddeder. Zaten korkan insanın aklı aslâ çalışmadığı için onun bir şeyler öğrenmesini beklemek boşuna çabadır.
İlkokulda iken yaramazlıktan başka bir şey yapmayan, ders çalışmayan, huzur bozan bir sınıf arkadaşımız vardı. O gün de derslerini yapmadan gelince öğretmen çakmakla ısıttığı toplu iğneyi parmaklarına batırıp soru soruyordu:
“-7 çarpı 9!..”
Bağırıyordu, bir de tam bir dehşet anı idi… Çocuk feryat edip ağlamaktan başka bir şey yapmıyordu. Çünkü aklı, korkunun şiddetinden kaybolmuştu. Öğretmeni önceden severdim, ama o günden sonra sınıfta bir “korku imparatorluğu” kurulmuştu ve kimse nasıl bir müdahaleye mâruz kalacağını bilemediği için artık çalışmama ihtimalini bile düşünemiyorduk. Çalışıyorduk, ama mutsuz çocuklardık. İnsanlar, her zaman ve zeminde sevmeyi, sevilmeyi ister. Sevgiyi kaybetmekten korkarlar.
Akrabamızın gelini, kayınpederinin korkusundan evden çıkarken başını örter, mahalleden uzaklaşınca açarmış. Kayınpederi bu durumdan haberdar olunca kahrolup:
“-Benden korku ile örtünmenin ne sana, ne bana bir faydası olur!.. Allah için, Allah emrettiği için örtünmüyorsan, bırak örtünmeyi açık gez!.” deyince bir süre açık gezip daha sonra kendi isteği ile kapanmış.
Baskı, korkutma nereye kadar işe yarayabilir ki? Bir mafya filmi seyretmiştim. Mafya babası, herkesin kendisine saygı gösterdiği, bir sözü iki edilmeyen, bazı gençlerin de gücüne hayran oldukları bir kişi idi ve gencin birisi:
“-Ben de büyüyünce senin gibi olacağım. Ne dersem insanlar yapacaklar!..” deyince, o mafya babası:
“-Ben kendisinden korkulan biriyim. Korkan öldürür. Keşke insanlar benden korkmadan sevebilselerdi. Ama bizim meslekte bu mümkün değil. Seven yaşatır, korkan öldürür. Sevginin gücünü kimse yıkamaz!..” diye en samimi duygularını dile getirmişti.
* * *
Mesnevî’nin başka beyitlerinde ise:
“Yûnus Sûresi’nde[1] Hakk’ın “lâ tehaf”, yani “korkma” hitabını duydun ya; artık ne denizden kork, ne de dalgalardan ürk!.. Mademki Allah sana bir korku vermiştir, o korkuyu sen «Korkma» emri bil de, korkma… Madem ki sana tabak gönderdi ekmek de gönderir.
Korku, korkmayan kişinindir. Yani «Hikmetin başı, Allah korkusudur.» nüktesini bilmeyen kişi içindir. Gam, gussa, keder, Cenâb-ı Hak kapısında dönüp dolaşmayan ve oraya sığınmayan bahtsızların nasibidir.”
“Sen iyilerden misin, kötülerden misin? Bu ikisinden hangisisin? Yani ezelde kötü mü yazıldık, iyi mi yazıldık? Bunu bilmiyorsun. Bunu anlayıncaya kadar, görünceye kadar çalış, çabala!..”
* * *
Dünya-âhiret dengesi, korku ile ümit arasında yaşamaya bağlı olmakla birlikte Hazret-i Mevlânâ, güzel bir bakış açısı getirir: Gerçekten korkması gerekenler; hiçbir azap âyetinden korkmayan, Allah Teâlâ’nın âdil ve hesap sorucu olduğunu bilip de âhirette yaptıklarından hesaba çekileceğinin korkusunu taşımayanlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in müjdesi de böyle değil midir?!
“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de… Onlar, îman edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)
Taklîdî îman sahibi olan kişiler, araştırıp öğrenerek hakikî îmâna ulaşamadıkları için günahkârdırlar. Hazret-i Mevlânâ, bu kimseler için:
“Mukallidin imanı korku ile ümittir.” buyurur ve devam eder:
“İnsanların boyunları çalışıp çabalamaktan ipek gibi incelse bile, gene insanı her çeşit sanata çağıran ümittir, ihtimaldir. Sabahleyin dükkâna giden, bir rızık ümidi ile, bir şey elde etmek ihtimali ile koşar, gider. Ey mukallid, belki senin rızkın yoktur. Belki mahrumiyet alın yazındır. Öyle olduğu halde neden dükkâna gidiyorsun? Neden çalışma gücünü kaybetmiyorsun?!”
* * *
Ne gördü ise onu uygular, ona inanırlar. Korkuluyorsa korkar, ümit ediliyorsa ümit ederler. Hakiki Allah dostu olanlar ise, taklitten uzakta Allah Teâlâ ile birlikte olduğu için ne korku, ne de hüzün taşırlar. Onların korkuları, cehenneme atılmak, ümitleri cennete girmek değil; onların derdi, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini kaybetmektir!..
Bu, ne büyük îman ve ne büyük lezzettir!.. Tıpkı Râbiyatü’l-Adeviyye’nin duâsındaki gibi:
“İlâhî! Eğer ben Sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam, beni cehennem ateşinde yak!.. Eğer cennet ümidiyle Sana kullukta bulunuyorsam, beni ondan mahrum et!.. Eğer Sana olan sevgimden dolayı Sana ibadet ediyorsam o zaman Senin ezelî cemâlinden beni mahrum etme!..”
Bu duâ hürmetine yâ Rab, bizleri de o güzîde zümreden eyle! Âmin…
[1] “Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de… Onlar, îman edip takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)
YORUMLAR