Efendim, bize âilenizden, yetiştiğiniz çevreden ve İslâm’ın yaşanmasının zor olduğu yıllardan biraz bahsedebilir misiniz?
Eûzübillâhi mineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
İnşâallah sohbetimiz, hayırlara vesîle olur. Öncelikle size teşekkür ederek başlamak istiyorum; bize kıymet verip yaşımıza hürmeten, diğer kıymetli arkadaşlarımın yanında çalışmalarınızda yer verdiğiniz için… Bizde bir şey yok, eğer bir şey varsa da bunu nasip eden Rabbimizdir.
Allah ve Rasûlullah sevgisini, kalbimize nakşeden de âilemizdir. Allah, anneciğimden de, babacığımdan da râzı olsun. Bizi dünyanın en zengin insanı olarak yetiştirdiler. Çünkü bize en büyük ve kaybolmayacak serveti sevdirdiler; İslâm’la ilgili güzellikleri yaşayıp bizi de teşvik ettiler. Câmi edebi, Kur’ân sevgisi, Kur’ân dinlemek saâdeti… Yine hâfız olmam için çok kıymetli bir hocahanımla beni tanıştırmaları, işte bunlar benim en büyük servetim... Demek ki, İslâm’ın getirdiği güzellikler, genlerle de taşınabiliyor. Allah ikisinden de râzı olsun; bizi, Kur’ân servetinin içinde yetiştirmişler. Ne kadar şükretsek azdır!. Rabbim, bizi hakikî ümmet ve Allah ve Rasûlü’nün yolundan gidenlerin yolunda olmayı nasip etsin.
Babacığım çok halîm-selîm bir hâfızdı. Anneciğim ise, tam bir Kur’ân öğretmeniydi. Her konuda didaktik bir yapısı vardı, öğretmeyi çok severdi. Girdiği toplumda mâlâyâniye (dünyaya ve âhirete faydası olmayan boş şeylere) müsaade etmez; hayır söyler ve hayır konuşulmasını hatırlatırdı. Hani derler ya, “Köyden indim şehre, şaşırdım birdenbire!..” diye… O sıralarda toplumda şuurlu olarak oluşturulan din boşluğunun yerini doldurmak üzere, “kadınlar matineleri”… vs. şeklinde, kadınları dinlerinden ve âile saadetlerinden koparan tuzaklar hazırlanmış bulunmasına rağmen annem, bunların hiçbirine meyletmemişti. Kendisi meyletmediği gibi, bu yollara meylettirecek kimselerle arkadaşlık kurmamış, bize de bilhassa çocukluk ve gençlik dönemlerimizde arkadaş seçimi hususunda çok tembihatta bulunmuşlardı. Onun en kıymetli arkadaşı, Kur’ân’dı ve hemen her zaman Kur’ân öğrettiği birçok talebesi vardı. Ben de Kur’ân okumayı, annemden öğrendim.
Ebeveynimin üç sene çocukları olmamış, ben ilk çocuklarıyım. Bu yüzden beni yetiştirmeye özen göstermişler. Gerçi bu ihtimam çok uzun sürmemiş; ikinci kız kardeşimle aramızda ondört ay fark vardır. Bir o kadar sonra da üçüncü kardeşimiz dünyaya gelmiş. Bu yüzden anneciğim:
“-Benim çocuklarım kırklı, kırkbirli, kırküçlü…” derdi.
Babacığım da güzel konuşmaya pek îtinâ gösterirdi. Akşamları evlâtlarını dizinin dibine oturtur ve peygamberler kıssalarını anlatırdı. Babacığım, Osmanlının son üç padişahının zamanını görmüş ve bize latife eder:
“-Ben üç padişah gördüm!” derdi.
Annem de, babam da Osmanlıca’yı güzel okurlardı. Hattâ annem Osmanlıca “Ahmediyye”yi okur ve bize şerh ederdi. Onun kendine has makamlı bir okuyuşu vardı, biz de o okuyuşu taklit ederdik. Şiir zevkini, bu eserleri dinlerken aldık diyebilirim. Bazen oturur âilecek tefe’ül yapardık. Annem tatlı tatlı okurdu bize... Bazen duraksayınca:
“-Sonra ne olmuş, sonra ne olmuş?!” derdik.
Annem, hâzâ hanımefendiydi. Ne öğrendiysek onlardan öğrendik. Onlar öyle anne-baba idiler ki, hiç televizyona ihtiyaç olmazdı. Babacığım, bizi yatsı namazına alıştırırken uzun günlerde:
“-Sizin yatsı namazı vaktiniz geldi.” der, “Hemen kılın namazınızı, yatın diye tenbih ederdi. Hâlbuki vakit daha girmemişti. Ama biz çocuk olduğumuz için uyukluyorduk muhtemelen…
Babam, Mehmed Âkif’in “Safahat”ını Osmanlıca’dan okurdu. O, üzerine notlar alınmış “Safahat”ı, hâtıra olarak hâlâ saklarım. Mâlumunuz, Safahat’ta “Hasta” diye bir şiir vardır. Babacığım onu okurken biz ağlardık. Şiirdeki çocuğun okumak isterken Vakıf Gurebâ Hastahânesi’nde vefat etmesi, bizim de yüreğimizi dağlardı.
Bazen de komik şiirlerden okurdu. Meselâ, iki kızına aldığı oyuncak hotozlu bebeği küçüğün kıymet bilmeyip kırdıktan sonra ablasınınkini aldığını, hattâ ilk isterken:
“-Bebeğini verir misin?” diye kibarca istediğini, sonra da sahiplenip:
“-Bebeğimi ver!..” demesini, çok komik bir dille anlatışı vardır, Mehmed Akifimiz’in... Allah rahmet eylesin.
İşte bütün bunlar, bizim çocukluk atmosferimizi dolduran güzelliklerdir. O kadar yokluk, zorluk dönemlerine rağmen biz çok mutluyduk. Evimiz, Beyazıt Câmii’ne çok yakındı ve annem bizi sıklıkla Beyazıt Câmii’ndeki vaaz ve sohbetlere götürürdü. O zaman her ikindi namazından sonra kıymetli hocaefendilerin sohbetleri olurdu. Hepimiz de küçük çocuk olmamıza rağmen o mânevî havadan nasiplenmemizi arzu ederdi herhalde… Bu sırada en küçük kardeşimiz yedi-sekiz aylıktı, ben de üç yaşlarındaydım. O zaman o hocaefendilerin isimlerini bile bilmezdim. Hattâ devrin en kıymetli âlimleri olduğundan da habersizdim. Ama oradan aldığım feyzin lezzeti sebebiyle büyüyünce de hep bu sohbetlere devam ettim. Hattâ ilkokul yıllarımda, okuldan çıkınca eve uğramadan camiye giderek “Bir hazırlık var mı?” diye bakar; varsa, anneme hemen haber verirdim.
Hanımlar, Sultan Mahfili’nin orada otururdu. Erkekler de diğer tarafta... Büyüdükçe hocaların isimlerini de öğrendim, kıymetlerini de anladım. Meselâ Hacı Cemal Öğüt Hocaefendi gelirdi. Fâzıl Efendi, Mesnevî’den okur, şerh ederdi. Çok güzel farsça okurdu. Bembeyaz sakallı, mübârek bir zâttı. Çolak Mehmet Efendi gelirdi, çok güzel konuları, anlayışlara göre tatlı tatlı anlatırdı. Ve sohbetinin sonunda da:
“-Şimdi biraz da namazdan bahsedelim. Namaz, mü’min için çok önemlidir.” der ve “Sehiv secdesi nasıl ve ne zaman yapılır? Namazın farzları ve vâcipleri nelerdir? Abdest nasıl alınır?” diye ilmihâl konularından bahsederdi. Sadece namaz değil, insanların ibadetlerini ifsattan (bozulmaktan) kurtaracak kadar fıkhî hususlara değinirdi. Bazen Sünnet-i Seniyye’ye ittibânın ehemmiyetine değinirdi. Düşünün, bunlar rûhu besleyen şeyler... Ama mevzû ne olursa olsun, yüreklere dokunurdu.
Sohbetlerde hafta içi cemaat pek fazla olmazdı. 15-20 kadın, bir o kadar da erkek cemaat olurdu. Ama hafta sonları çok kalabalık olurdu. Üniversiteli talebeler de çok iştirak ederlerdi. O zaman da Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocaefendi gelirdi. Ortaokula gittiğim yıllarda bu derslerden rûhum iyice lezzet almaya alışmıştı. Abdurrahman Güzelyazıcı Hoca’nın edebî konuşmasına hayran kalırdım. Hasan Akkuş, mukabele okurdu. Hatta ilk Arapça yazmayı da Hasan Akkuş Hocaefendi’den öğrenmiştik. Ezber yaptığımız sûreyi mutlaka defterlerimize yazdırırdı. Bu metodla harekeler, harfler ve medler zihnimize iyice yerleşirdi.
Hasan Hoca, Nur-i Osmaniye’de ilk resmî hâfız yetiştiren hocadır. Hattâ hâfız hocam olan Bedriye Yakamercan Hocam ile tanışmama vesile de Hasan Hoca’mdır. Bedriye Hocahanım ve başka hocalar, Hasan Hoca’dan ihtisas eğitimi görürlerdi. Çocukluğumdaki en büyük hazlardan birisi de Beyazıt Câmii’ndeki mevlidhanlardan, Mevlid-i Şerîf dinlemekti. Mevlid okunacağı zaman, kürsüler güzel saten örtülerle süslenirdi. İlkokul üçüncü sınıftayken eve girmeden camiye gider, bakardım kürsü süslenmiş mi diye… Eğer süslenmişse sevinçle eve gelir, anneme haber verirdim. Annemin mühim bir işi varsa, kendim gider; mutlaka Mevlid-i Şerîfi dinlerdim.
Bir gün gittim, hanımlarda bir telâş var.
“-Saadettin Kaynak geldi.” diyorlar.
Herkes sus pus dinliyor. Sonra öğrendim, onun çok kıymetli bir bestekâr olduğunu... Ben de sese çok hassas bir insanım; taklit yeteneğim de bu yüzden çok kuvvetlidir. Hangi hoca olsa, onun gibi okuyup taklit ediyordum. Daha on iki yaşındayken Kartal’da halamlar otururdu. Onları ziyarete gitmiştik. Ben Osmanlıca Mevlid’lerden okuyordum. O zamanlar Irak’tan misafirler gelmişti. Onlara da Mevlid okudum; ama makamı, tamamen Beyazıt’ta dinlediğim hocaları taklîden… Mest oldular; beni “Fındık Hoca” diye sevmişlerdi. Allah bu yeteneğimi, Kur’ân’ın yolunda kullanmayı nasip etti, elhamdülillah!
Diyeceğim, bu câmi kültürü, çocuk rûhu üzerinde çok etkili… Fakat bugün maalesef bunlar kayboldu. Çocukluğumda iki oyunum vardı: Birisi mevlidhân olup mevlid okumak, diğeri de öğretmencilik oynamaktı.
Hâfızlığa nasıl adım attınız?
Bedriye Yakamercan Hocahanımla annem, camide tanıştı. Hattâ annemin câmide sessizce de olsa konuşmasına pek şaşırmıştım. Çünkü annem camiye girerken:
“-Niyet ettim îtikâfa!..” der ve hiç konuşmazdı. Hattâ sohbet dinlemeye gelenler, anneme bir şey sorduklarında da konuşmayınca:
“-Herhalde bu hanım dilsiz!..” derlerdi.
Annem, bize:
“-Câmide ve ilim meclislerinde konuşulmaz!..” diye telkinde bulunurdu.
Bedriye Hoca’ya beni talebe vermek istediğini söylemiş olmalı ki, hocam beni yanına çağırıp okuyuşumu dinledi ve çok beğendi. Hemen:
“-Mâşâallâh, çok güzel okuyorsun. Ben hemen seni hâfızlığa başlatayım.” dedi.
Okuyuşumu beğenmesi ve beni hâfız yapmak istemesi, beni çok mutlu etmişti. Bu sırada İstanbul Kız Lisesi’nin orta kısmına yeni kayıt olmuştum. Henüz okullar açılmamıştı. Ben o yaz hâfızlığa başlamıştım. Yaz kursunda herkes Kur’ân öğrenirken yalnız ben hâfızlığa başlamıştım, elhamdülillah!.. Hocam, kendi rahlesinin yanına bir küçük rahle koydu. Ben onun kalfası olacaktım. Artık dersimin hâricinde, cüz okuyanları ben çalıştırıyordum. Çok güzel gidiyordu. Etraftan akrabalarım, hâfızlığa başladığımı duyunca:
“-Okulu bırakmasın; şöyle olur, böyle olur!..” derken beni okula gönderdiler, maalesef!.. Hocam da çok üzüldü, hattâ:
“-Ben Kastamonu’da çok hâfız yetiştirmiştim, fakat sen benim İstanbul’daki ilk hâfızım olacaktın!” dedi. Sonra babacığımla da hâfızlığımı tamamladım. Ama hocamdan nasibim o kadarmış. Ben de üzüldüm, ama kader... Fakat hocamla hiç irtibatım kopmadı. Erenköy’e taşınınca bile önemli toplantılarda, cemiyetlerde beni yanına aldırırdı. Tabiî, hiç okula gitmeden hıfzımı hocamda bitirsem olacakmış, ama okula gitmem gerekiyormuş. Okul da beni edebî yönden geliştirdi; usûlünü öğretti, şiirlerimi ve yazılarımı yazdım işte...
Hocam, Topbaş âilelerinin çocuklarının hocası olmuştur. Hattâ onların kızlarını yetiştirmek için hocama Erenköy’den ev almışlardı. Hocam, çok dikkatli Kur’ân okurdu. Düzgün Kur’ân okumayanları hâfızlığa başlatmazdı.
“-Önce okuyuş güzel olacak, sonra hâfızlık!..” derdi.
Meselâ bazı toplantılarda aşır okurlardı; hocam, harf, med veya tecvid hatası yapılsa hemen yüzünü ekşitir ve üzülürdü. Ama ses çıkarıp okuyanları mahcup etmezdi. Hocam, beni dördüncü sınıftayken Mûsâ Topbaş Efendi’nin kardeşi kıymetli Müşerref Çelebi Hanım Efendi’nin evinde okunan mukâbelelere götürürdü; ben de aşr-ı şerîf okurdum. Hattâ “Hatme hâceler”e bile götürürlerdi yanında beni… Fakat ben o meclislerin kıymetini tabiî çok sonraları öğrendim.
Çocukluğumda hep Türkçe ezân duyardık; tabiî biz Arapçasını hiç duymamıştık. Tâ ki Adnan Menderes’in tekrar Arapça okutmaya başlamasıyla gerçek ezânı duyduk. Bu yüzden Menderes’e biz, “Hazret-i Menderes” derdik.
Liseyi bitirince üniversiteye devam ettiniz, herhalde?
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne başladım. Ancak başörtüsü ile girişimizde problem çıkınca, okulu bıraktım. Ben başını açanlardan olmadım, elhamdülillah! İstanbul Kız Lisesi’ne giderken okulumuz, “kız okulu” olduğu için hocalarımız hep hanımdı. Şimdi başını açıp gitmeye fetvâ verenler var, ama bence doğru değil!.. Allâh’ın emirleri kıyamete kadar bâkîdir. Tâviz vermemek lâzım... Kimse kimsenin yerine hesap vermeyecek, öyle değil mi? Tek başörtüsü problemi değil, erkek-kız bir arada… Biz alışmamışız!.. Hem Rabbimiz ihtilâtı da yasak kılmış. Ben üniversite ortamının bana ve dinime uygun olmadığını görür görmez bıraktım zaten...
Lisedeyken bile arkadaşlarımla beraber okula gitmez; yalnız gitmeyi tercih ederdim. Çünkü âniden bir tanıdık erkek, yanlarına gelip konuşurlardı. Bu, benim âilemden aldığım terbiyeye uymuyordu. Bir vasıtaya binince de kimseye bakmayayım diye hemen oturur oturmaz bir kitap açar, okur veya okur gibi yapardım. Her zaman derim, “O zamanlar ölseydik güzel ölecektik!” diye… Çünkü âyet-hadis, ne öğrenirsek hemen hayatımıza tatbik ederdik. Tam bir teslîmiyet hâli vardı, Allah affetsin, sonradan gevşedik işte...
Üniversiteyi okumayınca, yaşımı büyütüp vekil öğretmenlik yaptım. Hep din derslerine girdim. Çocukluk hayallerimden biri olan öğretmenliği, aşkla yaptım. Evlilik vesilesiyle ayrılırken öğrencilerime ağlaya ağlaya bir şiir yazmıştım. Allah sonra bu öğretmenlik aşkını da Kur’ân öğretmenliğinde nasip etti, elhamdülillah!
Cenâb-ı Hak, size verdiği imkânların hepsini Kur’ân yolunda kullanmanız için âdeta yollarınızı açmış.
Gerçekten öyle olmuş.
Evlenmeniz hangi vesîle ile oldu?
Hâfızlığı bitirdim diye hiç kenara bırakmadım. Devamlı anneme okuyorum. Annem dinliyor, beraber mukâbele okuyoruz. Lisedeyken bile sürekli mukâbeleye ve ahbaplarımızın ricâsı ile de mevlid okumaya devam ettim. Neredeyse devamsızlıktan sınıfta kalacaktım. Topbaşların hâfızlık cemiyetleri olduğu zaman hocam çağırır; Kur’ânlar ve ilâhîler okurdum. Feride Topbaş Ablacığım benim okuyuşumu çok beğenir, özellikle okuturdu. Allah kendisinden râzı olsun, çok zarif birisi idi. Yine böyle bir Mevlid’e gittim.
“-Falan bir yerde müftü bir oğlumuz var, tam bu kızımıza münâsip!..” diye konuşuluyor.
Ben de yirmili yaşlardayım. Sonra aracılar vesîlesiyle bizi görüştürdüler. Kendisi Karadeniz’de vazifeli hâfız, Arapçası çok kuvvetli bir hocaefendi... Görüşmemiz esnasında:
“-Bir yıl orada kalacağız, sonra İstanbul’a geliriz!” dedi.
Tabiî, öyle olmadı. Yeni evlenince aramızda konuşmuş; aramızda bir problem olursa, bizim hakemimiz Kur’ân olacak demiştik. Evlilikle beraber gurbet hayatım başlamış oldu. “Gurbette Yedi Yıl” isimli şiirimde yazdığım gibi, yedi yıl sürdü bu gurbet hayatı... Gittiğim köyde elektrik-su yoktu. Eve, suyu her gün köy çeşmesinden Efendi taşırdı. Beni hiç dışarı çıkarmazdı.
“-Biz hocayız, takvâlı olmamız lâzım!..” derdi.
Bir gün pikniğe götürecek oldu, çeyizimde termos vardı. Heveslendim, çay yaptım. Hazırlandık çıktık... “Karşı Tepe” denilen bir yer vardı, orada kadınlar-erkekler tarlada çalışıyor. Onları görünce:
“-Aa, bak bize bakıyorlar. «Hoca hanımıyla geziyor!» derler.” dedi ve piknik yapmadan eve döndük. Orada ömrüm evde geçti diyebilirim. Olsun, Allâh’a çok şükür, Efendimin sayesinde takvâlı bir hayat yaşama imkânı buldum. Az önce dedim ya, o zaman ölsek, takvâlı ölecektik diye… O yıllarda iki evlâdımız oldu: Oğlum Faik ve kızım Reyhan... Daha sonra Adapazarı’na taşındık, orada üçüncü çocuğum Fâtih dünyaya geldi. Daha sonra da İstanbul’a taşındık artık… Elhamdülillah, gurbetimiz de böylece bitmiş oldu. Gurbetin bana çok faydası oldu, çok kitap okudum. İstanbul’dayken, hemen hemen her gün misafirimiz olurdu, çok kıymetli hocalar, efendimin arkadaşı idi. Dört çocuğum olmasına rağmen onlara hizmet etmekten huzur duyardım.
Her cumartesi bizim evde İlahiyat asistanlarına, Edebiyat Fakültesi asistanlarına Ali Yakup Hoca gelir, ders verirdi. Evimizin büyük bir salonu vardı, oraya dolardı talebeler… “Edebü’d-Dünyâ ve’d-Din” adlı bir kitaptan tâlim edilirdi. Ben de kırma kapının arkasındaki küçük odadan dinler ve notlar alırdım. Bizim efendi, çok cömertti. Ama ilim ehline daha da cömertti. Ali Yakup Hoca:
“-Bu adam delicesine cömert!.. Ben kimsenin evinde böyle yemem, senin ikramın başka...” derdi.
Çocuklarım böyle atmosferde yetiştiler, elhamdülillah! Oğullarım, benim hazırladığım ikramları içeri servis yaparlardı.
Kaç yıl Kur’ân hizmetinde bulundunuz?
Uzun yıllar fahrî olarak hizmetimiz oldu. İlk önce kendi çocuklarıma Kur’ân-ı Kerîm’i güzel okumayı öğrettim, bize anneciğimin öğrettiği gibi... Çocukların ilk muallimleri, anne- babaları olmalı… Kur’ân Kursu vazifem, otuzlu yaşlarda başladı. “Fâtih Câmii’ni Koruma Derneği”nin İmam Hatip Lisesi’ni dışarıdan bitiren çocuklara açtığı bir kurs varmış. Benim bundan haberim yoktu. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin, arkadaşım Gülden Bayo, bir gün:
“-Burada her dersi veriyoruz: Fen, matematik… vs. Çocuklar Kur’ân’da dökülüyor. Sen de gelsen, onlara Kur’ân hocası olsan?” diye sordu. Ben de “Tamam!” dedim ve başladım. Sonra sınavlarda bütün öğrenciler geçti. Biz de İmam-Hatip imtihanlarını o zaman verdik.
Daha sonra Karagümrük Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’ndan istediler. Süleymaniye Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’na gittim. Orada da Kur’ân derslerine girdim. Arkadaşım Fevziye Nuroğlu ile beraber derneğimiz daha yeni kurulmuşken, Ihlamur Kur’ân Kursu’nda hâfızlık çalışan kızlarımıza ilâhî, dernekteki küçük çocuklara mehter mûsikîleri çalıştırırdım. Özel günlerde mehter gösterileri yapılır, bu çocuklarımız da öğrettiklerimizi meşkederlerdi. Fetih günleri çok coşkulu olurdu.
Mahmud Bayram Hoca, o zaman Tûbâ Kur’ân Kursu’ndaydı. Benim Suâdiye’deki hocalara Kur’ân dersi vermemi istedi, bizi imtihan etti.
“-Siz hanımlar içinde nâdir bulunan Kur’ân ehlindensiniz!..” diye iltifat buyurdular. Sonra, “Bu kadar düzgün kaç imam okuyor acaba?” deyip benim Süleymaniye’de “asıl hoca” olarak kalmamı istediler.
Gerçekten nice hâfızlar yetişiyor, görüyorum; Sûre-i Fatır diyor, Faatır diyemiyor. Bunları görünce üzülüyorum gerçekten... Şuurlu hâfız olmak, nasibimiz olsun inşâallâh!.. Bunları kendimi övmek için söylemiyorum; tahdîs-i nîmet kabîlinden söylüyorum. Rabbimin bu lütf u keremine ne kadar şükretsem azdır.
Süleymaniye’deyken “Ankara’da imtihan açılmış, oraya gidelim!” dediler. Oğlum Fatih ile birlikte gitmiştik, o zaman lise ikiye gidiyordu. Hâlâ Efendi’nin o sınava nasıl gönderdiğine şaşırıyorum. Herhalde Kur’ân hizmeti olduğu için olsa gerek… Yoksa kat’iyyen memurluğa izin verecek birisi değildi. Muhafazakârlığın ötesinde takvâyı hayatının şiârı edinen birisiydi. Sınava altı kişi girdik. Beş arkadaş, Mahmut Bayram’ın talebesi olduğu için:
“-Onları özel olarak başkan imtihan edecek!..” dediler.
O zaman Tayyar Altıkulaç vardı. İmtihandan evvel hanımlar:
“-Mâzeretli olan varsa okumasın!..” dediler. Buna rağmen mazeretli okuyanlar oldu ve onlar kazanamadı. Sonra sıra bana geldi, okudum.
“-Hocahanım, siz şimdiye kadar neredeydiniz?”
“-Çocuklarım küçüktü, onlarla meşgul oldum. Fahrî olarak da elimden geldiğince hizmet ediyordum!..” dedim.
O sıralar sadece fahrî Kur’ân hizmetim yok, hâlbuki… Dernekte hizmetimiz var, “Şadırvan” dergisini çıkarıyoruz. O dergiyi yayına hazırlamadan da ben sorumluyum. İki müsteâr isimle, bir de kendi ismimle “üç yazı” hazırlıyorum. O hizmetleri yapacak aşkı, vecdi veren, bunları düşündüren, sevdiren Allâh’a sayısız hamd ü senâlar olsun. Amellerimizi zayi olmaktan muhafaza buyursun!.. Âmin.
Sonra bana döndü ve:
“-Siz hemen vazifeye başlayın!..” diyerek bizi tayinleri ayarlayan Şükrü Bey diye birisine yönlendirdi.
“-Ben tâlimat verdim, gerekeni yapacak!” dedi. Gittik, çok sert bir adam… Tabiî, sonra tanıdım ne mübârek bir kimse olduğunu… Bize bir seminere geldiğinde kendinden bahsederken hassasiyetlerini anlatmıştı. Bu hassâsiyetler, bugün bile önemli… Meselâ:
“-Bir kere bile izin kullanmadım. Diyânet’in imkânları ile hacca gitmedim. Hacca gidince bile ücretimi cebimden ödedim!..” demişti.
Kul hakkına çok hassastı. Şimdi de böyle çalışanlar olsa, kimse bizi tutamaz!..
“-Siz nerede çalışıyorsunuz?” diye sordu. Ben de “Fâtih Camii Koruma Yaşatma Derneği”nde!..” dedim.
“-Sizi Tûbâ’dan istemişler, ama ben sizi oraya vermeyeceğim!” dedi. “Fâtih Câmii’nin yanındaki Çırçır Kız Kur’ân Kursu’na göndereceğim, ardından da kadronu göndereceğim!..”
Bu kurs, o zaman ilk açılıyor. Allah Teâlâ, bana Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri’nin yanında özel bir Kur’ân kursu açtı. Bu nimetin şükrü nasıl edâ edilir, nasıl şükredilir bilemiyorum?! Âh, hakkını verebildim mi acaba?! Yâ Rabbi, eksiklerimi, kusurlarımı affeyle!
Yazın bile çoğu zaman izin kullanmazdım. Orayı o kadar çok severdim ki, oradan hiç ayrılmak istemezdim. Talebelerime de:
“-Burada olduğum zamanlar, kendimi sanki Fâtih Sultan’ın sarayında gibi hissediyorum!.. Yavrularım, biz Fâtih’in bu asırda ona en yakın çocuklarıyız!..” derdim.
Çünkü penceremizden bakınca mübâreğin türbesi gözükürdü. Bunları anlatırken çok heyecanlanıyorum, o günlere gidiyorum sanki… 27 sene öğretmenlik yaptıktan sonra altmışbeş yaşındayken yaş haddinden dolayı emekli oldum. Aslında Kur’ân hizmetinden emekli olunmaz; ben de Kur’ân’dan emekli olmayı hiç düşünmüyorum.
Hayatımda bu vesileyle pek çok güzellikler yaşadım. Benim gâyem, sadece Kur’ân öğretmekten ibâret değildi! Ahlâkı güzel olan bir nesil yetiştirmeyi istiyordum. Bu yüzden Kur’ân hizmetine de, öğretmenliğe de âşık bir hoca olarak; Kur’an kurslarında bir metod oluşturmaya gayret ettim. Çocuklara ufkunu açacak ödevler verirdim. Yazılı yapardım. Not verirdim. Otobüs tutup onları gezilere götürürdüm. Câmilere götürür, onlara câmileri tanıtırdım. İstanbul’da doğmuş, büyümüş, ilk defa Süleymaniye’ye gelen talebelerimiz vardı. Yûşâ -aleyhisselâm-’ın kabrine pikniğe götürürdüm. Tiyatro yazar, yönetir, bunları kitlelere oynardık. Meselâ Hazret-i Ebû Hanîfe’nin, bir umre veya hac vesilesiyle Rasûlullah’a ziyarete gidip de O’nu ziyaret etmeden Medine dışında bekleyişini, ancak Efendimiz dâvet ettiğinde Medîne’ye girişini yazıp sergiledik. Hattâ üç defa kapalı gişe oynadık. O zamanki kursların hiçbirinde bu metod yoktu. Ben özlediğim öğretmenliği, Kur’ân yolunda yaşadım, elhamdülillah!
Talebelerime câmileri gezdirirken beni çok üzen bazı hâdiseler de yaşadım. Bunu hâssaten anlatmak istiyorum ki, belki bu yazıyı okuyan kardeşlerim, aynı hataları tekrar etmez. Koskoca ulu câmileri ziyarete gideriz. Kapının önü süpürülmüş; eski süpürge ve teneke faraş, girişin kenarına bırakılmış. Bu nâhoş manzara, eseri daha girişte bitiriyor işte!.. Hemen görevlileri bulur:
“-Kardeşim, ben Kur’ân Kursu hocasıyım; şu süpürge ve faraşın burada olması hiç İslâm estetiğine uyuyor mu? Buraya gelen gayr-i müslimler, «Bu Müslümanlar, ne kadar kaba insanlar!» demezler mi? Herkes evini süpürür, ama süpürgeyi, faraşı kapının önüne, baş köşeye bırakmaz!.. Siz de bunu alın, gizli bir yere koyun. Sizin şu süpürgeniz sayesinde şu güzel eser bitiyor, Mimar Sinan sıfırlanıyor!.” diye ikaz ederdim.
İşte Kur’ân kursunda vazifeliyken de bu gibi hususlara çok dikkat ederdim; buruşuk bayrak astırmaz, yıkar, ütüler öyle asardım. Masa örtüleri, perdeler de aynı şekilde… O zamanlar türbeler çok bakımsızdı. İçim giderdi. Elhamdülillah, Allah Teâlâ, devletimizden râzı olsun; şimdi nasıl bakım yapılıyor türbelerimize, câmilerimize… Hepsi de ay gibi parladı.
Kur’ân hizmetinde bulunan kardeşlerimiz, özellikle bu İslâm nezâketine ehemmiyet vermeliler, değil mi?
Mutlaka… Bu yüzden talebelerime daha ilk derste İslâm’ın nezâketini anlatırdım. Evvelâ şu üç şeye dikkat edeceksiniz: Kur’ân okumayı öğrenince her şey bitmiyor. Burada yetişip çıkınca sizin hâlinizi görenler, İslâm’a özenmeli!.. Bu yüzden şu üç kelimeyi ağzınızdan düşürmeyeceksiniz!.. Bunlar, “Lütfen”, “Teşekkür ederim”, “Özür dilerim.” Bunlar bizim eksikliklerimiz… Dinimizde bir kusur yok!.. Birisinden bir şey isterken lütfen diyeceksiniz. İnsanlara teşekkürü öğrenip Hakk’a şükredeceksiniz. Hatanızın farkına varıp özür dileyeceksiniz.” derdim.
O zamanlar bazı cemaat mensupları, hanımlara sohbetlerde şu propagandayı yapardı:
“-Bakkala ekmek almaya gittiğinizde, sert bir üslupla, kalın bir sesle, «Ekmek ver!» deyin, erkekler sizden korksun!..”
Tamam, kırıtarak, cilveli olmasın, ama bu şekilde olunca da güzel dinimizin vitrinini bozuyorsunuz!.. Yani bunun orta yolu da nezâkettir. Yine:
“-Birbirinize «Kız!» diye seslenmeyin! «Arkadaşım, kardeşim!» deyin. Sokaklarda sesli ve dişleriniz görünecek şekilde gülmeyin. Genç kızlar, sokaklarda sakız çiğnemez, dondurma yemez. Bunlar, âdâb-ı muâşeret, yani görgü kurallarıdır!..” der, onlara düzgün konuşmayı da öğretirdim. Meselâ:
“-Tecvid öğrenmeye geldik!” derlerdi.
Onları ödevlerle geliştirirdim. Bir kızım, verdiğim ödevini okuldaki din kültürü hocasına sormuş, o da çok şaşırmış:
“-Biz okulda bile böyle kaliteli ödevler vermiyoruz, sen nasıl bir kursa gidiyorsun?” demiş.
Talebelerime çok değer verdim. Onlara sık sık:
“-Şu üç şey olmadan her şey kuru kalır; bunlar sevgi, bilgi, ilgi!..” derdim.
Sevgi olmadan hiçbir şey olmaz, ama o da tek başına yeterli değildir. Meselâ bir öğretmenin sevgisi var, ama bilgisi, ilgisi yok! Alsa, talebesini öpse, «Seni seviyorum!» dese, nereye kadar?! Şimdi herkes hep “Aşkım, aşkım!” diyor ya, kuru sevgi ile iş bitmiyor. Sevgi olur, ama dozajında olursa güzel olur. Bilgisi de varsa, ne güzel? Fakat ilgisi yoksa, yani bu işi severek yapmıyorsa, bu çok fena işte… Böylelerini de gördük!
“-Nasılsın, öğrencilerin nasıl?” deyince öğretmen ümitsiz bir şekilde:
“-Bunlardan adam olmaz!” diyor. Bunu diyen ilkokul öğretmeni!.. Böyle öğretmenlik olur mu? Öğretmen, talebesinden ümit keserse, ona hiçbir şey veremez. Talebeyi yetiştirecek, adam edecek kimse, öğretmenidir. Yoksa bizim önümüze niye gelsinler?! Allah onları bize ikram etmiş. Demek ki, tek bilgi de yetmiyor. Mutlaka sevgi, bilgi, ilgi… Üçünün bir arada olması lâzım... Mesleğimize âşık olmamız lâzım. Ben Allâh’ın lütfu ile mesleğime âşıktım.
Şimdi mezunları topluyoruz, bazen…
“-Hocam, biz sizden iki dünyada lâzım olacak her şeyi öğrenmişiz. Şimdi şimdi farkına varıyoruz!..” diyorlar.
Bir de üç idealim vardı; onları görmeden rûhumu teslim etmeyeyim diye duâ ederdim. Birincisi, her müessesede namaz kılınacak, temiz huzurlu bir yer… Ama bu en büyük birimden en küçük dükkânına kadar... İkincisi bilbordlarda, ancak bütün dünyadaki bilbordlarda Peygamber Efendimizin hadisleri olsun; onları okuyup hidâyetlere gelenler bulunsun isterdim. Çünkü Sevgili Peygamberimizin hadîs-i şerîfleri, bütün insanlığın doğruları ile aynı… Ayrıca içinde gönüllere dokunan hikmet ve esrâr var.
Bir gün Fatih’te bir arkadaşımı bekliyorum. Saçları açık, bugünün tâbiriyle “bakımlı” bir hanım geçiyor. Ben kendilerine:
“-Selâmün Aleyküm!” dedim.
Kadıncağız çok şaşırdı.
“-Âaa, sizin Allâh’ınızla bizimkisi aynı mı ki selâm verdiniz?” dedi.
Ben de çok şaşırdım ve:
“-Özür dilerim, anlayamadım. Ne demek sizin Allâh’ınız, bizim Allâh’ımız?! Hepimizi yaratan, hepimizin bir tek Allâh’ı var!..” dedim. Kadın:
“-Şu yaşıma geldim, sizin gibi kapalı bir hanım, bana ilk defa selâm verdi. Sanki bizi Allah yaratmamış?! Böyle bir şey olabilir mi?” dedi. Ben de:
“-Hanımefendi, şimdiye kadar ne kadar ayıp etmişiz!.. Ben herkes adına sizden özür diliyorum. İnsanların kusursuz olması mümkün mü? Ben başımı örtüyorum, ama benim de mutlaka başka kusurlarım, günahlarım vardır. Allah hepimizi affetsin. Sizin başınız açık, onun hesabı ayrı, fakat siz de belki nice kulluk vazifelerinde bizden daha önde ve daha sevgili olabilirsiniz!.. Bunu Allah’tan başka kimse bilemez!..” dedim.
İşte diyalog buna denir. Yoksa Kur’ân’dan taviz ver, başörtüsünden, dinimizden tâviz ver; böyle diyalog olmaz!..
Siz Bugün Hüdâyî Vakfı’nın Kur’ân kurslarının eğitim usulünü yıllar evvelinden yapmışsınız.
Evet, onların kalitesini de biliyorum. Mâşâallahları var. Bir de Kur’ân hocalarına, sizin vesilenizle birkaç metodumdan bahsetmek isterim! Bendeniz tecvid öğretirken önce Allâh’ın isimlerini ve sûre adlarını yazdırır; tecvid kaidelerini, bunların üzerinden öğretmeye başlardım. Çünkü buralarda medler, kasırlar, harf-i târifler daha kolay fark edilir. Mâzeretli zamanlarında da ezberletirdim.
Bir de peygamber isimlerini yazdırırdım. En güzel med örnekleri, hattâ istisnâî medler orada var. Peygamber isimleri, sûre isimleri ve “el-Esmâü’l-Hüsnâ”yı öğrenince:
“-Çocuklar, siz Kur’ân’ın dörtte bir kelimesini, tecvidi ile mahreci ile öğrendiniz, bir de ezberlediniz!..” derdim.
Bir Kur’ân defterleri olur; hangi sûre, kaç âyet? Mekkî mi, Medenî mi? Yazdırır, bir de madde madde, akıllarında kalacak şekilde bu sûrelerde nelerden bahsedildiğini not ettirirdim. Böylece kuru kuru hâfız olmaz, ezberlediği sûreler hakkında kısa bilgi verecek seviyeye gelirlerdi. Bitirince de tefsir dersi alır, aliyyü’l-âlâ olur, inşâallâh!
Yine dünyaya gelseniz, tekrar hâfız olmak ister misiniz? Kur’ân-ı Kerîm’in mutlaka her sûresini seviyorsunuzdur, ama okuyunca sizi çok duygulandıran, husûsî bir sûre veya âyet var mı?
Bir daha dünyaya gelsem, yine hafız olmak ve yine Kur’ân’la meşgul olmak isterim. Bunun bereketini, dünyada saymakla bitiremezsiniz; âhireti zaten sonsuz ikram, inşâallâh!.. İnsan, her şeyden usanır, bıkar, ama Kur’ân öyle değil!.. Okuyup okuyup doymamayı, doymayıp doymayıp tekrar tekrar okumayı nasip etsin, Rabbimiz… Keşke bütün sevgi duygusunu, Allah ve Rasûlü’ne teksîf etsem; diğerleri boş ve geçici… Kur’ân’ın her âyetine âşığım; ama “cihad âyetleri”ne ve “ey îman edenler!” diyerek başlayan âyetlere çok daha fazla âşığım. Bu zümreye verilen ecirlerin anlatılması beni coşturuyor, okumaya doyamıyorum. Ve en büyük arzum da ömrümü şehitlikle noktalamak, inşâallâh…
Ümitsiz olmamak lâzım… Ama öyle bir hayat yaşıyoruz ki, kazandıklarını kaybetme durumu var, zorlukları var. “Allâh’ım ömrümü şehitlikle noktalamayı nasip et de bazı noktalarda, Sen’in meccânen kazandırdığın kullarından olayım.” diyorum duâlarımda... Hani Kur’ân’da buyuruluyor ya:
“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır! Bu lütuf, Allah’tandır. Bilen olarak Allah yeter!..” (en-Nisâ, 69-70)
İşte o zümreye dâhil olmak, en büyük arzumuz… Duâ edin de Allah bizi o zümreden etsin. Yoksa bir eseri olan insan değilim. Ama inşâallâh talebelerimden duâ alırım diye ümid ediyorum. Zaten Allâh’ı bilmek, her şeyi bilmektir. Allâh’ı bilmedikten sonra, neyi bilirsen bil, hiç kıymeti yok!.. Allâh’ı bilmenin yolu da Rasûlullah sevgisinden geçiyor. Allah Teâlâ, bizi Rasûlü’nün yolundan ayırmasın.”
Kendi hâfızlığım için de mükemmel bir hâfız olduğumu iddiâ etmiyorum. Ama birisi bir aşır okusa, nereden okuduğunu anlayacak ve devam edecek kadar bir hâfızlığımız var, elhamdülillah… Kur’ân’ımı da çok seviyorum; Rabbim ondan ayırmasın beni… Meselâ normalde sesim bozuktur, ama Kur’ân okurken sesim hemen düzelir. Bir de mevlid veya ilâhî okurken hiç bozuk olmaz, Allâh’ın hâfız kuluna ikrâmı işte...
Hâfız olmak isteyenler ve çocuklarının hâfız olmasını isteyen ebeveynler nelere dikkat etmelidirler?
Hâfız adayında öncelikle Kur’ân sevgisi olması lâzım... Bunun için teşvik çok önemli… Babacığım, hâfızlık yapanlara, cebinden kuruyemiş, çikolata çıkarır, verirdi hep... Hattâ kardeşlerimin de hâfızlığa özenmesi için:
“-Siz soğan yeseniz, ablanız baklava yiyecek!..” derdi.
Daha sonra da tecvidi ve mahreci ile düzgün bir okuyuşa sahip olmalı… Bunun için hâfızlığa başlamadan evvel, yüzüne “otuz üç”lemenin çok faydası var. Otuz üçlemek, her sayfanın peşpeşe otuz üç kere okunması ile yapılan hatim demektir. Ebeveynler de hâfız olmasını istediği evlâtlarını, öncelikle Kur’ân ahlâkı ile yetiştirmeye gayret etmeliler. Onların programlarına ve tatillerine göre, kendilerini ayarlamalılar. Hâfızlığa çalışan iki kardeş talebem vardı. Talebelerimin anneleri, dört sene boyunca onlarla birlikte gelip gitti, ne bir düğün, ne bir gezme… Hayatlarının merkezine hâfızlığı oturttular. Ama o yavruların hıfzı çok kuvvetli oldu. Biz de hâfızlarımıza teşvik mahiyetinde, “özel düğün gibi” cemiyetler tertip ederdik. Kendi talebelerimin cemiyetine hep hocamı da dâvet ederdim. İlk hâfızımın cemiyetine de iştirâk etmişlerdi.
Bir kursta veya hocada değil de babamda hâfızlığımı tamamladığım için bana bir cemiyet yapılmadı, ama elhamdülillah, çok hâfız yetiştirmek nasip oldu.
Hâfız olmak kadar, hâliyle, kâliyle hâfızlığı korumak da çok önemli, değil mi?
Çok önemli… “Hâliyle korumak nasıl olur?” derseniz, bir hâfıze hanım, dış görünüşünde de Kur’ân zerafeti ile süslenmiş olmalı!.. Başka bir süse ihtiyaç duymamalı!.. Şimdi görüyorum, “Hâfızım.” diyor, yüzü makyajdan görünmüyor!.. İddialı giyimlerden kaçınıp İslâm’ın belirlediği ölçülerle giyinmeli ki, hakikî hâfız olsun. Bu, çirkin giyinsin demek değil! En güzeli giyinsin, ama ölçüyü kaçırmadan… Meselâ hanımlar arasında süslenilebilir, fakat ben bir hâfızın, hanımların meclisinde bile Kur’ân vakarını koruması gerektiği kanaatindeyim. Konuşması da, davranışları da îtidal üzere olmalıdır. Âmiyâne hareketlerden kaçınmalıdır.
Bir de şu var; “Ben bu hataların hepsini işledim, bittim, mahvoldum.” diye düşünülmemeli… Çok merhametli bir Rabbimiz var; tevbe edip özlerine yönelsinler, derim. Müslüman hanımların, eşarp markasını göstererek dolaşmalarını anlayamıyorum. İster yabancı, ister yerli markalar olsun; reklam panosu gibi dolaşmanın mantığını bir türlü anlayamıyorum. Biz reklam için mi örtünüyoruz, yoksa Allâh’ın emri olduğu için mi?
Hacda da ince beyaz örtüler örtüyor hanımlar… Cehalet her yerde zor… Hanımlar, hacda beyaz örtecek diye bir emir yok; ama tesettürümüzün ince olmaması hususunda açık emirler var.
Dr. Gülsen Hanım, Fevziye Hanım ve Meliha Yalçıntaş Hanımlarla dernek kurma fikri nereden ortaya çıktı? Sizin hanımlar olarak açtığınız bu dernek, “surda bir gedik açma” mesabesindeydi, değil mi?
Gerçekten ifade ettiğiniz gibi, bu hizmet, hanımların açtığı bir hayır gediğiydi. “Hani bir avuçtuk biz!..” diye söylenir ya… Benzetmek gibi olmasın, onlar mübarek ashâb için söylenmiş… Fakat gerçekten biz de hizmete başladığımızda bir avuçtuk, kardeşlerimizle birlikte… Ancak Rabbimiz “bir”lerimizi “bin” yaptı; bizim derneğimizden sonra bizi model alıp nice hayır ve hizmette gayret eden dernekler açıldı, elhamdülillah!.. O zamanlar o kadar ihlâslı ve gayretliydik ki… Şimdi tembelleştik, Allah affetsin!.. Çoluk çocuğumuzla yaptık, o günlerde hizmetlerimizi… Çocuklar kimi zaman sırtımda, kimi zaman ayağımda sallarken yazılarımı ve şiirlerimi yazardım. Rabbimizin lütfu… Emânet olan o yavrularımızdan da hesaba çekileceğiz; bakalım hakkını verebilmişiz mi diye.
Kurulma hikâyesi de şöyle başladı: Bir gün Fevziyeciğimin evini arıyorum. Kucağımda çocuk, sıcakta kan ter içinde kaldım. Gittim, bütün dâvâ arkadaşlarım orada… Çok güzel bir ortam… Herkes hizmet için neler yapabileceğimizi söylüyordu. Benim de aklıma şu düşünce geldi:
“-Üniversite okumak için örgülü saçlarla masum bir şekilde İstanbul’a gelip ne olduğunu şaşıran, masumiyetlerini, dinlerini kaybeden genç kızlarımız var. Onların çoğu memleketlerindeyken namaz kılıyorlar, fakat buraya gelince arkadaş tesirinde kalıp Müslümanlıklarını unutuyorlar. Biz öyle bir hizmet yapalım ki, bu gençlerimize Müslümanlıklarını, dâvâlarını ve ecdatlarını unutturmayalım. Burada okumanın getirdiği en önemli şartın, modernlik; daha doğrusu Allâh’ın emirlerini hiçe saymak olduğunu öğreniyorlar. Kimisi bunu bile bile yapıyor, kimisi farkında olmadan… Belki içlerinde sızılar duyarak, açılmayı bırakın, pek çok kıymetli mukaddeslerini kaybetme pahasına bunu yaşıyorlar. Bunlar için bir şey yapabilir miyiz?!” dedim.
Diğer arkadaşlarımın da tasdiki ile ilk adım atılmış oldu. Önceden derneğimiz Haseki’de kurulmuştu. İlk olarak fakirlere yardımla başladı. Sonra tahsil yapan gençlerimize burs ve yardımcı kurslar verildi. Kızlarımıza rehberlik yaptık, elhamdülillah! Bu dernek, ilk oldu. Bizden örnek alıp nice dernekler kuruldu. Üç ayda bir “Şadırvan Dergisi”ni çıkarıyorduk. Matbaa kısmı hâriç, her şeyini biz hanımlar yapıyorduk.
Hizmetin içinde bu kadar yoğunken âilenizin hukukuna dikkat edebildiniz mi? Âile-hizmet dengesi nasıl kurulmalıdır?
Âile hukukumuza riâyet ettiğimi düşünüyorum, ama yine de Efendi’ye sormak lâzım... Bana İslâm Dini ne ifade ediyor diye sorsalar, “ölçü ve denge” derim. Sevmekte, ibâdette, kardeşlikte ölçülü olmamız istendiği gibi, hizmette de ölçüyü kaçırmamak lâzım!.. Nedir ölçüsü? Bir tarafı yaparken diğer tarafı ihmal etmeden yapmak… İslâm’da hiçbir şeyde ifrat ve tefrit yok!.. Müslüman vasatı bulacak.
Bir de şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, “Benim evim, çocuğum, yapmam gereken işim ve mesâim var. Topluma bir şey verecek durumda değilim!..” diyenler var. Ben bir model değilim, örnek olma mânâsında… Ancak hizmet etmeye heveslenenlerdenim. Bu dünyaya niye geldik? Mutlaka insanlar, Allâh’ın takdiriyle gelip yaşayacak ve sonra göçüp gidecek... Eser bırakabilmek çok güzel. Bunun, mutlaka gözle görünür somut bir şey olmasına da gerek yok. Toplumun yoğrulmasında, gençliğin yetişmesinde bize düşen bir görev olur da onu yapmazsak, şüphesiz ki mes’ûlüz... Gençliğimize de sizin vesilenizle bir mesaj iletmek isterim:
“Tarihlerini unutmasınlar!.. Ecdadımız, tarihimiz; dizilerden öğrenilmez!.. Onların ne kadar velî meşrepli insanlar olduğunu, ibadetli, kul hakkında titiz insanlar olduğunu öğrensinler ve onlar gibi hayatlarını bu uğurda hizmete adasınlar, inşâallâh!”
Üzerinizde tesiri olan kıymetli hanımlardan da kısaca bahsedebilir misiniz?
Aslında herkesten evvel, Dr. Hümeyra Öktem Abla’yı tanımıştım. O bizi hem maddî, hem de mânevî yönden tedavi eden bir doktordu. Hayatımda tesirinde kaldığım nâdir kimselerdendir, Hümeyra ablacığım… Nevi şahsına münhasır bir kıymetti. Öyle bir dost kazandıran Rabbime hamd ü senâlar olsun!.. Mevlide gittiğim yerlerde:
“-Konuşmanız aynı Dr. Hümeyra Öktem Abla’ya benziyor!..” derlerdi.
Bir gün hocam hastalanmıştı. Bana:
“-Kızım, Dr Hümeyra’yı ara!..” demişti.
O zaman sesini telefonda duymuştum, gerçekten konuşması bana benziyordu. Hocam orada bahsetti. Herkesi umreye götürüyormuş. İçimden hem doktor, hem de herkesi Beytullâh’a götürüyor diye düşünmüştüm. Daha tanışmadan gözümde büyüdü. Babacığım vefat edince, mide ağrılarım arttı. Sonra Dr. Hümeyra Hanım’a muâyeneye gittik anneciğimle… Herkes muâyene oldu, en son bize sıra geldi. Baktım başörtülü, uzun doktor gömlekli, mütevazi bir hanım… Hiç doktor havasında değil! Benim ismimi okuyunca “Mukaddes Çıtlak” diye:
“-Ben İslâm Mecmuâsı’ndan sizi okuyordum; acaba bu zarif gönüllü kızımız kim diye merak ediyordum.” dedi, geldi yanıma oturdu.
Filmlerime baktı. Sonra da:
“-Ee, tabiî, bu kadar hassas gönüllü insanların midesi böyle olur!..” dedi.
Öyle başladı dostluğumuz… Artık ondan sonra sık sık görüşmeye başladık. Üçüncü çocuğuma hâmile olunca, “Ablacığım, hepsi de küçük… Ne yapacağım?” dediğimde:
“-Olsun olsun, ümmete ihtiyaç var. Beraber büyütürüz!..” dedi.
Şimdi Beytullah’ta… Allah ona uzun ömürler versin. Bir de Hocam vardı, ondan bahsetmiştik zaten…
Gülsen Hanım’ı da İslâm Mecmuâsı’ndaki bir şiirinde fark etmiştim. Âsaf Ataseven “Sende bizim yoldasın!” diye bir şiirden bahsetmişti. Daha önceden lisede de aynı dönemdeydik. Biz de mecmuâyı takip ederek birbirimizden haberdar olurduk. O günün interneti de bizim mecmuaydı âdeta… O sıralar Adapazarı’ndaydık. Fatihçiğim küçük daha…
Necip Fâzıl’ın “Sakarya Türküsü” şiirinde bahsettiği dâvâ, bizim dâvâmızdı. Âsım’ın Nesli de sanki bizim nesildi. Ârif Nihat Asya’nın “Müslümanlarla yoğrulan yurdumu, Müslümansız bırakma Allâh’ım!” dediği dizeye bayılıyorum; Rabbim, mahrum bırakmasın, inşâallâh! Günümüz şâirlerinden Abdurrahim Karakoç’un “Kör dünyanın göbeğine hak yol İslâm yazacağız!” şiiri… Aman Allâh’ım nasıl anlatmış, dâvâ şuurunu… Bu dâvâ şuurunu da İslam Mecmuâsı sayesinde gösteriyorduk. Gençler olarak, birbirimizi bu dergideki yazılarımızdan ve şiirlerimizden tanırdık. İslâm Mecmuâsı ile benim şiirlerim ve yazılarım da duyulmaya başladı. Bu dergide çok kıymetli hocalar da yazardı. Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhî Bilmen, Mustafa Rumyunlar, Mustafa Necati Bursalı, Timurtaş Uçar, Muhsin İlyas Subaşı… “İslâm Ansiklopedisi”ni çıkaranların başında bulunan zât, o zamanın gençleriydi. Demek ki, akranız… Onlar da hep yazardı. Şimdi bakıyorum da bizim nesil boş değilmiş; hepimizde İslâm dâvâsına hizmet aşkı varmış. Allah hepsinden râzı olsun. Benden başka hepsi, adam oldular, İslâm’a hizmet ettiler.
Ben de İslâm Mecmuâsı’na abone oldum. Sonra gençler için özel sayfa ayırdılar; şiir, yazı müsabakaları düzenliyorlardı. Ben de lisedeyim, çok cevvaldim. Şiir ve yazı göndermeye başladım. Hatta gençlik sayfasının önsözünde, benim şiirlerim üzerine bir övgü yazmışlardı. “Mehmed Âkif gibi kızlarımız yetişiyor!..” diye tebrik mâhiyetinde yazı yazmışlardı. Bir şiir müsabakasında birinci, Mustafa Necati Bursalı oldu; bir puan farkla benim şiirim ikinci olmuştu. Bu, evli iken olmuştu. Çocukları ayağımda sallarken ilâhî yazar, ilâhî bestelerdim.
Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz.
Ben de çok teşekkür ederim. İnşâallâh, faydalı olabilmişizdir. Rabbim, dinine yardım edenlere yardımcı olsun. Bizleri de râzı olduğu, Kur’ân ve hizmet ehli müslümanlar arasına dâhil eylesin. Âmin.
YORUMLAR