Eğitimcilik, Peygamberane Bir Meslektir
“İnsanları hayra çağırmak, yanlışlarını düzelterek bilmedikleri doğruları öğretmek, mâneviyatlarını takviye edip gönül âlemlerini Hakk’a yönlendirmek, onlara yapabilecek en büyük hizmettir. İnsanların hem bu dünyalarını hem de ebedî âlemlerini güzelleştiren bu hizmet, îman nîmetinden dolayı Hakk’a şükür vazifemizin de en güzel bir tezâhür şeklidir. Hakk’ın rızâsını kazandıran bereketli ve fazîletli bir amel-i sâlihtir.”
İşte böyle büyük bir hizmet ve kıymetli bir amel-i sâlih olan “insan yetiştirmek” hususunda muhterem Osman Nûri Topbaş Efendimizin “Sevilen Bir Eğitimcinin Vasıfları” konulu semineri çerçevesinde biz de kendisiyle bir mülâkât yaptık. İnşâallah dergimiz sayfalarında bu mülâkâtı peyderpey neşredeceğiz.
Rabbim, en güzel şekilde istifade etmeyi cümlemize nasip etsin. Âmîn.
Efendim, İslâm kültürü ne demektir? İslâm kültüründe eğitimin yeri ve ehemmiyeti nedir?
Her medeniyet, kendi insan tipini meydana getirir. İslâm medeniyet ve kültürü ise, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği fıtrî istîdâdın, “irfân” ile birleşmesiyle meydana gelmiştir. İrfân, zihnî bilgilerin kalbî bilgilerle mezcedilmesi demektir. Bu şekilde teşekkül etmiş olan İslâm medeniyeti, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük medeniyetidir.
Bu medeniyetin temeli, yirmi üç senede atıldı. Allah Teâlâ’nın indirdiği her âyet-i kerîmeyi, evveliyetle Peygamber Efendimiz hayatında yaşadı ve ashâb-ı kirâm da hayatında tatbik etmenin gayretinde oldu. Böylece bir nevî kuyunun dibindeki insanlar, Allâh’ın murâd ettiği nebevî ahlâk ile zirve şahsiyetler oldular.
Mahlûkat içinde eğitime en çok muhtaç olan, insandır. Hayatta en zirve sanat, insan yetiştirmektir. Bu sanatı icrâ eden en büyük sanatkârlar da peygamberlerdir.
Peygamberler câhiliye devirlerinde gelir, câhil toplumun içindeki kâbiliyetli şahsiyetleri yetiştirirler. Onları fazîletli, irfan ve ihsan sahibi bir mü’min hâline getirirler. Bu sebeple eğitimcilik, âdeta “Peygamberâne Bir Meslek”tir.
Cenâb-ı Hak, peygamberleri, “üç vazife” ile göndermiştir:
- Allâh’ın âyetlerinin tebliğ ve tatbik etmek. Yani ilâhî emir ve nehiyleri beyân edip uygulamak. O hâlde, sırf “Îman ettik!” demek yetmez. Bu iddianın îcabını hayatımıza tatbik ederek onu ispatlamak gerekir.
- Tezkiye, yani insanların iç dünyasını mânevî kirlerden ve gaflete dûçâr edecek hâllerden arındırmak. Böylece kulluk kıvam bulur. Allâh’ın cemâlî sıfatları o kulda tecellî etmeye başlar.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا
“Onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!” (eş-Şems, 9) âyeti mûcibince kalp temizlenip kıvam bulur.
Tabiî, kalp temizlenince o kalbe gayr-i İslâmî olan hiçbir şey giremez. Nefsânî arzular ve hevesler biter. Tefekkür artar, kişi git gide hikmete teşne hâle gelir.
Zâhirî ilmin kalpte hazmedilmesi zarurîdir. Bu da mü’minin ferdî gayretine bağlıdır. Yani takvâya…
Bunların neticesinde de;
- Kitap ve “hikmet”in tâlimi. Yani kalpler, ilâhî hakîkatlere ve sırlara âşinâ olur.
Kâinat; sır, hikmet ve rumuzlarla dolu büyük, muhteşem bir ilâhî laboratuvar... Kalpte Kitap ve hikmete karşı ufuklar açılır. Her bir yaprak, bir sanat harikası ve îcad bedîası olarak konuşan bir kitap hâline döner.
İşte sahâbîler, Allah tarafından bir âyet indirildiğinde o âyet üzerinde müzâkere ederlerdi. Kendilerinde olan zaaflarını bertaraf edip Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ulaşma gayreti içinde olurlardı. Hanımları da aynı şekilde idi. Akşam evlerinde beylerine:
“–Bugün Rasûlullâh’ın fem-i muhsininden hangi âyetleri duydun, öğrendin, bana onları anlat!” derlerdi.
Böylece Peygamberler, tatbik ettikleri terbiye sistemiyle, yüce bir fazîletler medeniyeti inşâ etmişlerdir.
İslâm kültür ve medeniyeti, Peygamber Efendimiz’in hayatında oluştu, şekillendi. Peki, ümmî bir peygamber olan Peygamber Efendimiz bu terbiyeye nasıl vâkıf oldu?
Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da “Rab”dır. Arapçada رَبَّ fiili; yetiştirmek, büyütmek, eğitmek ve terbiye etmek mânâlarına gelir.
Terbiyenin merkezi ve menşei Cenâb-ı Hak’tır. Terbiyede zirve, âbide peygamberler, onların da zirvesi Peygamber Efendimiz rʼdir. Bizler de meccânen, yani bir bedel ödemeden Oʼna ümmet olduk.
O’nun yegâne muallimi Cenâb-ı Hak idi. Nitekim Rasûlullah Efendimiz:
“Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de pek güzel kıldı.” buyuruyor. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)
Âyet-i kerîmede ise şöyle buyruluyor:
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“Ve Sen, elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4)
Peygamber Efendimiz r, bir beşerden ders almadı. Zaten o zamanın Mekke’sinde bir medrese, bir okul da yoktu. Aşiret kavgalarının olduğu en kurak bir câhiliye toplumu vardı. Fakat bugünkü psikoloji olsun, pedagoji olsun, sosyal-antropoloji olsun, insana hitap eden, insan rûhunu tahlil eden ne kadar ilim varsa, Allah Rasûlü r bunların hepsinde zirveyi teşkil etti. Zira o Ümmî Peygamberʼi zirveleştiren, Cenâb-ı Hak’tı. O’nun muallimi, Cenâb-ı Hak’tı.
Peygamber Efendimiz r, ilâhî bir reçetedir. Her derdin devâsını O’nda bulmak mümkündür. Huzurlu bir dünya, huzurlu bir kabir ve huzurlu bir âhiret hayatı istiyorsak, O merkeze dikkat etmek îcâb eder. Mühim olan, kalbin O ilâhî eczâhaneden kendisine uygun bir reçete alabilmesidir. Bu yüzden kişi kendisini muhâsebe edecek:
“–Şimdi yanımda Allah Rasûlü olsaydı, acaba benim hâlime tebessüm eder miydi?” diyerek, Rasûlullah r’i sürekli kalbinde taşıyacak. Her hususta Oʼnu örnek alacak. Meselâ tıbbî sahada:
İskenderiye Mukavkısı, Peygamber Efendimiz’e pek çok hediye ile birlikte bir de doktor göndermişti. Bir müddet geçtikten sonra Peygamber Efendimiz r o doktora:
“−Âilenin yanına dönebilirsin. Çünkü biz acıkmadıkça yemeyen bir kavmiz. Yediğimiz zaman da doyuncaya kadar yemeyiz.” buyurdu. (Halebî, İnsânu’l-Uyûn, III, 299)
Yani doktor yapacak bir iş bulamadığı için geri dönmek zorunda kaldı.
Bir de şuna dikkat edelim; Efendimiz r, krallar ve padişahların zıddına, kitleleri kendisine râm etmek için servet dağıtmadı. Kendisi de yarı aç, yarı tok yaşıyordu.
İnsanlar, şahsiyet ve karaktere hayrandır. Kitleler, öndekilere göre şekillenir. Asr-ı saâdet, Peygamber Efendimiz’e göre şekillendi, eğitimde zirveleşerek bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi. (Devam edecek)
YORUMLAR