Bahara yakışan bir güzellik, ikindi vaktine yakışır bir letâfetle gün ışığı olup süzülürken kirpiklerimden, Üsküdar tepelerinden kokusu geldi Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin, selamı geldi, duâsı ve özlemi geldi inceden… İçimdeki deli derviş esip gitti coşkuyla. İçimdeki deli kıza baktım:
“–Ben böyle mübarek zâtların türbelerini ziyaretten çoğunlukla ictinâb ederim. Ya kabukta kalırsam? Ya dört duvarın soğukluğu içime işlerse? Ya kayıverirse gönül ayağım? Anlamazsam o bal rengi gözlerden süzüldüğünü güneşin?” demesini bekliyordum.
Hayır, bu kez pek rahat ve istekliydi küçük hanım! Gönlüme düşen “arzunun”, kılık değiştirmiş bir “dâvet”, bir “kabul” olduğunu düşündüm. Suhûlet vardı erenlerin işlerinde… Merak ve heyecanla titredi rûhum, acaba murâd-ı Hüdâyî ne idi?.. Cenâb-ı Hak ne öğretecekti bu ziyarette bize?
Boynuma bir hamâil takar gibi, her hayırlı işe niyet ettiğimiz gibi:
“Fenâ bulup hayat alam şu dem ki, aşk-ı yârimden.” mısrasını aldım gönlüme. Gülümsedi Bursa’nın nûr yüzlü kadısı:
“Muhabbet isteyen gelsin haber sorsun mezarımdan.”
Onun hikayesine girmekle mesrûr oldu kalbim. Varlık imtihanından, oradan oraya koşmaktan yorgun kalbim. Öyle ya, çoktan seçmeli bir imtihandı hayat. Bir şeyle çok şey arasında, bir şeyle başka bir şey arasında tercih yapmakla geçiyor ömür, farkında olarak ya da olmayarak… Kademe kademe, katmer katmer sorular; dönüp dönüp, evirip çevirip sorulanlar. Rahat yok akla, huzur yok kalbe. Acıyı seçtikçe, sabrı seçtikçe ateşe uzattıkça yeşeriyor cennetimiz. Bu âleme nisbet, bambaşka bir âlem seyrediyor aslımızda.
“Döne döne yanar pervâneler
Ateşe girerken şâhâneler.”
“Kendisi fenâ bulup sevdiğinin aşkından hayat alan” bir ağaç var Sultanahmet Camii’nin avlusunda. Onu görünce sarmaşık ağacı sanıyorsunuz. Oysa kuru, cansız, ulu bir ağaç o... Varlığına tümüyle hâkim olmuş, yemyeşil bir sarmaşık…
Aşk budur, demiş büyükler, “Kendinden boşal, hû ile dol!” demiş Mevlânâ. “Hoş bir sadâ” bırakmak için “bâkîde”, içinin tamamen boşalması lâzım; “ney” olanın, içinden ateş geçmesi lâzım ve fem-i muhsinden esecek bir nefes lâzım…
“Nesîm-i rûh-i Rahmân’dan nefes erdiyse ger câne
Baharistan olur âlem safâ-yı nev-baharımdan.”
(Rahmân’ın rûhunun (yanak/ruh) rüzgarından bir nefes cânıma değerse eğer, benim ilkbaharımın safâsından tüm âlem bir bahar ülkesi olur.)
Sabah rüzgarıdır gülleri açtıran. Sevgilinin yanağından esince rüzgar goncanın bağrına, uyanır, bahara çiçekler.
“Ilgıt ılgıt kokun gelir
Yar oturmuş yele karşı.”
Latif rüzgarlara bürünür de “Salavât” melekleri, Kur’ân’ı göğsüne bastırmış salât ü selâm ile seccâdeye yürüyenlerin gözyaşlarına sürüverir ay ışığını. Salavâtın nûru soğuktur, içimize dolan serinlik o Tûbâ’nın gölgesindendir. Allâh bir kuluna şafak atması gibi, tan yeri ağarması gibi rahmetler yağdırır da tebessüm etmez mi çiçekler?
Abdestli adımlanan toprak bereketlenmez mi? Bir avuç, yanına diğerini alıp, göğe açılır da inmez mi yağmurlar çisil çisil?.. Allâh’ın Rezzâk sıfatını da içine alır Rahman sıfatı, herkesi ve herşeyi ihtiyaç duyduğu ile rızıklandırır Rahmân. Karşılıksız, minnetsiz, sınırsız, nezaketle, güzellikle… Bir kulunun kalbine “bahar” üflese eğer, yine cevelân ediyor demektir kâinatta. Küçük âlem/Âlem-i suğra’nın varlığından taşan ilkbahar neşesi, coşkusu, safâsı; büyük âlem/âlem-i kübrâya vurur. Sevinç sârîdir çünkü, rahmet hayır ve bereket sârîdir. Kimde nûr var, o, kandilidir âlemin…
Hüdayî Hazretleri “ruh” kelimesini eski harflerle nasıl yazmış bilmiyorum. Bir noktayla değişiyor mâna, bilinen manasıyla bu beytini okuyunca nefis bir sanat ortaya çıkıyor. Tenâsüp ve telmih ile bakalım… Rahmân’ın rûhu, Rûhullâh olan Hazret-i İsâ’nın “o canlar bağışlayan” nefesinden bir nesîm ulaşırsa câna, bu, ilkbahardır ona. İsâ nefesli bir sultanın himmeti erişince “cân” olana (Yol’a yeni girmiş olana derler), diriliğe döner ondaki tüm ölümler. Buna “safâ” derler, hem temizlenir o deminki “yokluk”tan, hem yoksullaşır, varlığından; hem acıyla doğurur eğrilikleri, hem neşvesiyle dolar “yakın”laşmanın… Ve sûfî gittiği her yeri, bulunduğu her ili bahar ülkesine çevirir. Rûhunda İsâ’dan bir nefes, yüzünde gün ışığı, saçlarında kıvrım kıvrım gül rüzgarları…
Hüdâyî yokuşuna doğru yürürken bacaklarımın titremesini istedim. “Korktuğuna uğramasın”dı, içimdeki deli kız. “Hüdâyî yolu”na girer gibi girseydim sokağa, kesilseydi sesler, dinseydi bu dünya fırtınası, sağımda solumda dev dalgalar köpürürken yürüseydim cübbesini savurarak geçip gidenin ardından…
Taş merdivenleri adımladım yavaşça; hayır hayır, hâlâ çıt yok, hiçbir şey hissetmiyorum Rabbim! Gönül kulağım sağır, gönül gözüm kör! Buz gibi bir taş bina!.. Bu kadar mı nasibim?
Bu kumaşların, bu sandukanın, bu sarığın arkasından gülümseyecek misin yüreğime? Gözlerime yetecek kadar olsun bir pırıltı lutfedilmez mi acep? Bir fısıltı bâri yok mu Şeyhim?..
“Fenâ-ender-fenâ buldu vücûdum mülkü ser-tâ-ser
Görünen bir beden kaldı hemân ancak hisârımdan.”
Usulca kapı önüne geldi deli dervişim, tercüme etti bana hâli: Neyim varsa, baştan başa, yokluk içinde yokluğa karıştı. İçimi titreten ne varsa içimde, akıp gitti parmak uçlarımdan. O muhkem kaleden sadece bu beden, bu dış duvar kaldı. Döküp saçtım varlığımı, bu zayıf beden, bu solgun beniz kaldı geriye. Tüm korunaklarım, dayanaklarım, sığınaklarım yıkıldı, târ ü mâr oldu. “Aczi ve fakrı, en makul bir şefaatçi bilip…”
“Ey müezzin gel cenâzem üzre feryâd kıl
Öldüğümden yâri âgâh eyle rûhum şâd kıl.” demiş Aşkî, ne güzel demiş!
“Ey müezzin, gel cenazemin başında feryâd ederek sevgilimi öldüğümden haberdâr et ki, rûhum şâd olsun…”
Müjdeler olsun sultanım, ben öldüm! Ene yırtılmış, hüve görünüyor, bak! Bak, yaralarıma bak, ne kadar kırmızı! Sultanım, yüzümü yüzüne tuttum, bak, damarlarımda kan kalmamış, dökmüşüm uğruna, hâk-i pâyine” der gibi…
“Geçip dünya vü ukbayı erem vahdet sarayına
Fakire ger kerem olsa ganî perverdigârımdan”
“Cömert Rabbimden bu fakire bir bağış olsa, dünya ve âhireti geçip vahdet sarayına ersem.”
Gözümü dünya ve âhiret nimetlerinden ayırıp… Dünyadan geçmek için bir rahmet, âhiretten geçmek için bir rahmet, Vahdete ermek için bir rahmet… Fakirlik hâd safhada… Sana gelmek için sana muhtaç, “fakir” olan.
Dört mevsim geçiyor fakirlikte, beşinci mevsime ermek için. Dört beyit boyunca ardından yürüyüp geldim Hüdâyî Hazretleri’nin. Burası sınır, bu kapının arkası mahrem. Kapının arkasından duyduğum son söz, o muhteşem vuslatın, o güzel, o kıymetli kavuşmanın tâcı oldu:
“Cenâb-ı pâkine lâyık Hüdayî’nin nesi ola
Meğer kim armağan edem kemâl-i iftikârımdan”
“Senin tertemiz zâtına lâyık hiçbir şeyi yok Hüdayî’nin. Ancak fakirliğimin kemâlinden armağan edebilirim.”
Başa döndük, başladığımız yere, fakirliğe, fenâya, hiçliğe geldik yolun sonunda. Şaşkınım! Aynı yer, aynı nokta ama sözlerinden anlıyorsunuz ki, bunlar yola beraber çıktığınız insanlar değil! “el-Fakru fahrî”yi alıp şiirine katmış Hacı Bayram Veli Hazretleri, Fuzûlî “Fakîr-i pâdişâh âsâ gedâ-yı muhteşemsin” demiş, “Padişah gibi bir fakir, muhteşem bir köleyim!”
Kıyıya vurup geri çekilen dalgalar gibi gönlüme vurdu dalgaları Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin.
Erenlerin yaptığı hep bu değil mi zaten? Yüklerini kıyıya boşaltıp dönen dalgalar gibi gelip dönüyorlar denizlerine…
YORUMLAR