Şehrin tantanasından uzak, mütevazi Perçin köyüne geldiğimizde; Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ile, gökyüzünde bir ışık gösterisini seyrederek saatler geçireceğimizi bilmiyorduk.
Bir âile yakınımıza yaptığımız ziyaretten maksadımız, sıla-i rahim ile gönül almaktı. Saatler gece yarısına doğru ilerlerken, ev sahibi telefondaki mesajlarını kontrol ettiğinde:
“-Bu gece meteor yağmuru varmış. Şu an, bunu izlemek için ideal bir yerdeyiz!” deyince çocuklar da uyku saatini erteleyip merakla bu şirin köy evinin sokak lambasından uzak köşesine geçtiler.
Tertemiz dağ havasını ciğerlerimize çekerken, yere serilen hasırlara uzandığımızda, üşümemek için üzerimize battaniye örtmüştük. Gök kubbenin altında nefeslerimizi tutmuş beklerken, görüş alanımızın bir ucundan diğerine, arkasında izler bırakarak akmaya başlayan göktaşlarını gören çocuklarımız heyecanlanıp:
“-Yıldız kayıyor!” diyerek sevinç çığlıkları atmaya başlamışlardı.
Peş peşe kayan yıldızları parmakları ile işaret ediyor, birbirlerini:
“-Gördün mü, bak! Gördün mü?” diye dürtüyor, bir yandan da bizleri sual yağmuruna tutarak meraklarını gidermeye çalışıyorlardı.
İlk defa yaptığımız bu ziyarette, yüz küsur yılda bir görülen meteor yağmuruna[1] denk gelmiştik ve bu seyir için en uygun yerdeydik. Zaten muhteşem görünen gökyüzü, şimdi karşımızda ışık patlamaları ile süslenmiş, âdetâ bu seyrin bize özel hazırlandığını fısıldıyordu. Bu inkâr edilemez bir hakikatti; zira pek çok mahlûkâtın bulunduğu bir köy yerindeydik, ancak bizden başka bu manzarayı bekleyen, ona dönüp bakan ve onunla heyecanlanan yoktu!
Hayran bakışlarını gökyüzünden bir an ayıramayan bizler; 133 yılda bir, yörüngesi dünyanın yörüngesi ile kesişen bir yıldızın arkasında bıraktığı enkaz yığınının, ortadan kaldırılması neticesi karşımıza çıkan bu tablonun; aslında ürkütücü ve tehlikeli bir hâdise olduğunun ne kadar farkındaydık?
Zira atmosfere girdiğinde yanarak ortaya seyirlik bir manzara çıkaran bu hâdise; gerçekte tepemize yağan bir yığın taştan ibaretti ve herhangi bir koruyucu kalkanla çevrilmemiş olduğumuz takdirde bir saniye bile yeryüzünde canlı kalabilmemizin mümkün değildi! Hâl böyle iken hem başımıza taş yağmasından emniyette kılınmamız için pek çok tedbir alınmıştı, hem de bu hâdise, göz ve gönül zevkimizi okşayacak şekilde idrâkimize muhteşem şekilde takdim edilmişti!
Yaşadığımız gezegen, hem kendi etrafında hem güneşin etrafında; güneş sistemi samanyolu galaksinin içinde dönmekte; galaksimiz de içindeki milyarlarca yıldız, sistem ve gezegenlerle birlikte ayrıca yüksek hızla hareket etmekteydi. Ancak bizler bunu hissetmiyorduk bile... Üstelik, bu dönüşler olmasaydı, ne bizler için, ne gezegenimiz için, ne de uçsuz bucaksız bu âlemler için hayat mümkün olmayacaktı.
Bütün bu sistemler, bizler yeryüzüne gönderilmeden, 13.8 milyar yıl önce hazırlanmış ve yaşamamız için uygun hâle getirilmişti. Kendimizden milyarlarca ışık yılı uzaklığındaki bir sistemin hareketi, büyüklüğü ve yaşı, bizim dünya dediğimiz mavi gezegende hayatta kalabilmemiz için özel olarak hesaplanmıştı. Devâsa bir sistemin içinde hızla hareket ettiğimizi, ne kadar çok sayıda gök cisminin burada yer aldığını ve kâinatın gözlemlenebilir yönünün sadece binde dörtlük kısmı[2] olduğunu düşündüğümüzde kesinlikle bir başıboşluğun veya tesadüfî herhangi bir varoluşun imkânsızlığını idrâk etmemiz zor değildi!
Yere serili hasır üzerine uzanmış bedenlerden uçsuz bucaksız göğü seyreden gözler, yıldızları işaret eden parmaklar, gecenin sessizliğinde Ağustos böceklerinin senfonisini işiten kulaklar, tertemiz havayı ciğerlerine çeken burunlar ve bunların çok ötesine uzanabilen bir tefekkür ufku ile en mükemmel şekilde ne için donatılmıştık?
Gökyüzündeki ihtişamın seyri ile kendimizden geçerken; bu sayılarla ifadelere sığmayan, giderek genişlemekte olan, çok ince hesaplarla tasarlanmış kâinatın içindeki yerimiz ne idi? Gece ve gündüz birbiri ardınca gelirken, mevsimler peş peşe birbirini takip ederken, her gün sonsuz azamet ve ilim sahibi bir kudret elinin fırçasıyla sürekli manzarası değişen, fütursuzca gözlerimizi çevirip baktığımız ve belki de maalesef çoğu kez tefekküründen gâfil kaldığımız yıldızlı gökler, aslında bize ne söylüyordu?
Sahi kimdik biz? Nereden gelmiştik ve yolculuğumuz nereye idi? Bu âlemler sadece seyredip heyecanlanalım, yiyip içip yatalım, günümüzü gün edelim diye mi bize takdim edilmişti? Milyarlarca yıl öncesinden teşrifimiz için hazırlanmış çok özel bir sergiye gönderilmiş misafirler olduğumuzu görmezden gelmek; hakikatte en büyük nankörlük değil miydi?
Yıldızları seyrederken hayran kalan bizler, onları gören gözlerimizi hiç seyretmiş miydik? Onları işaret eden parmaklarımıza bakıp üzerinde hiç tefekkür etmiş miydik?
Elimizin, ayağımızın, dilimizin, dudağımızın, burnumuzun, kulağımızın nereden gelip de en müstesna şekilde, en münasip yerlere; icrâ edecekleri vazifelere göre nasıl kondurulduğunu düşünmüş müydük?
Yüz sene önce yoktuk biz, şimdi etten kemikten kıyafet ile buradayız. Anne ve babalarımızdan taşınan, gözle görünmeyecek kadar küçük bir emanetten halk edildik. Karanlıkların ve suyun içinde haftalar geçirdik. Şekilden şekle, hâlden hâle sokulduk. Zerrelerin hayat bulması ile elimiz, kolumuz, kaşımız, gözümüz, kalbimiz, midemiz, bütün vücut sistemimiz ortaya çıktı.
İki kat durduğumuz sıkışık bir mekândan gün yüzüne çıktığımızda ne kadar da âcizdik. Annelerimizin şefkatli sinesinde sarmalanıp, ilâhî kudret mutfağında pişen tertemiz gıda ile aylarca beslendik. Bu sırada güneş bizim için doğdu, rüzgâr bizim için esti, yağmurlar bizim için yağdı, mevsimler birbirini bizim için kovaladı, toprak bağrından nice gıdayı bizim için çıkardı. Arzda ve semada seyirlik manzaralar bizim için tertiplendi. Ne kadar özel ve kıymetliydik!.. Şu kâinat içinde bizi, etrafımızdaki diğer mahlûkâttan ayıran ve değerli kılan ne idi?
Tıp fakültesinde okumak; çocukken en büyük hayalimdi. Zira insanın mükemmel işleyen vücut sistemine hayran, onu çözmeye meraklı idim. Fakültede okuduğum sıralarda, vücut sistemimizin hangi parçasını öğrenmeye çalışsam, bu kusursuz işleyiş karşısında acze düşer, onunla alâkalı bir hastalığa yakalandığımı zannederdim! Hatta kalbin var edilişini ve çalışma sistemini işlerken uzun zaman göğüs ağrısı çekmiş, kalbimle yatıp kalkmıştım. Böbrekleri işlerken de benzer şeyleri yaşamıştım.
Zaman içinde idrak ettik ki; insanın bedeninde öyle mükemmel ve benzersiz bir o kadar da sırlı bir sanat vardı ki; bu ne yıllarca satır okumakla çözülebilecek, ne de kuru akılla anlaşılabilecek bir şeydi! Ân geliyor, dersler-kitaplar ve anlatılanlar yetersiz kalıyor, bilinmezlikler çoğalıyor, yüce bir kudrete teslim olmadıkça akıl gerildikçe geriliyordu! Aslında bilinmeyen bir âlemden görünene, zerrece yansıyanları öğrenmeye çalışıyorduk ve herkes bunun farkındaydı! İlâhî kudretin varlığını nefsine kabul ettiremeyenler:
“-Çocuklar; bu mükemmelliği tabiat ana yaptı!” cümlesiyle acziyetlerini tescillerken, hamâkatlerini de sesli bir şekilde itiraf ediyorlardı! Hemen hemen her derste yaşadığımız bu “mizansene” alışmış görünsek de vicdanımız buna hep itiraz ediyordu!.. (Devam edecek)
[1] Perseid göktaşı yağmuruna sebep olan şey, 109/Swift-Tuttle kuyruklu yıldızıdır. Bu kuyruklu yıldız, her 133 yılda bir, Güneş etrafında bir tur atar. Bu sırada Güneş’e yakınlaşmasıyla geride bazı parçalarını bırakarak yörüngesi üzerinde bir enkaz yığını oluşturur. Dünya’nın yörüngesinin bu kuyruklu yıldızın yörüngesiyle kesişmesi neticesinde bu enkaz yığınının içerisinden geçeriz.
[2] Hesaplanabilir ışık yılı ile, kâinatın sadece % 0.4’lük kısmı gözlemlenebilmiştir. Onun %99.6’sı “dark matter” tâbir olunan, yani bilinmeyen yönüdür.
YORUMLAR