Öğrenciliğimizin üzerinden yıllar geçti, teknik imkanlarımız arttı, neredeyse bir hücrenin içindeki en minik bir noktaya kadar girmiş bulunuyoruz. Geldiğimiz noktada bir de bakıyoruz ki; karşımıza okunmayı bekleyen başka tafsilatlı bir kitap çıkmış. Nice ömür harcayarak tahsil etmemiz gereken ayrı bir âlemle karşılaşmışız. Yani aslında sadece acziyetimiz artmış! (Bunu, aylardır yaşadığımız pandemi sürecinde, sağlıkçı olsun olmasın herkes bir kez daha idrâk etti!)
Kasım ayında yayınlanacak derginin konu başlıklarında, “Mûcizelerle Dolu İnsan Vücudu” konusunu görünce; yıllardır yaza yaza bitiremediğimiz bir konuyu iki sayfaya sığdıramayacağımı anlamakla beraber, “Gerçek Mûcize Bizim Neremizde?” sorusunu da kendime sormadan edemedim!
Cansız atomların her an can bulduğu ve kendinden haberi olmadığı hâlde her an fotoğraf çekip beynime resimleri sıralayan “gözüm” mü? Uzandığı lokmadan haberi olmadığı hâlde onu alıp ağzıma atan “elim” mi? Orada ne benim ne kendisinin bilmediği işlemlere tâbî tutup bir dizi hazım faaliyeti başlatan, bu arada içindeki tatlarla alâkalı sayısız analiz yaparak bunların bir dosyasını çıkaran tükürük salgısı ile sürekli ıslatılan “dilim” mi? Onu atomlarına ayrıştırmadan önce bulamaç hâline getiren, taşı bile eritecek kudrette olduğu hâlde kendini eritmeyen “midem” mi? Kimyasal bir fabrikasyonla her atomu bir lokmadan ayrıştırıp bedenin ilgili yerlerine göndermek üzere hazır eden “bağırsaklarım” mı? Hayat kaynağı olan oksijenin yanı sıra, pek çok ilaç, hormon, vs. için taşıyıcı olan “kanım” ve “damarlarım” mı? Kanımı sisteme pompalayan, enerjisini sürekli pozitif olarak kendi içinde üreten “kalbim” mi? Kirlenen kanımı, atmosferden aldığı oksijenle değiştiren ve bu oksijenin macerası için hava ile alakalı her türlü eğitimini tamamlayıp ona göre kendini inşâ etmiş olan “akciğerlerim” mi? Bugüne kadar dört yüzden fazla vazifesi tespit edilmiş olan hayat merkezi “karaciğerim” mi? Bedenimi ayakta tutan ve onun hareketini sağlayan “kas-iskelet sistemim” mi? İşe yarar olanı bende tutan, zehirli olanları uzaklaştıran “boşaltım sistemim” mi? İç organlarımı korumaya alan, defalarca yıpransa da kendini onarıp estetik ve zevkli bir görünümle beni sarmalayan “derim” mi? Bunları tek tek kontrol edip hepsinden haberdar olan ve her birinden gelen bilgileri değerlendirerek sağlıklı bir hayatın idâmesi için aralarında gerekli irtibatı sağlayan “beynim” mi? İlâ âhir...
Hangisi daha mükemmel ve mûcizevî idi? Zâhirini tahsil etmekle, asırlar geçse de yine de yetersiz kalacağımızı bugün daha açık bir şekilde idrâk ettiğimiz; bâtınına dâir ise teslim olmaktan başka herhangi bir yol katedemediğimiz insanın mûcizesi; hakikatte neresindeydi?
Şöyle bir etrafıma baktım... Dünyayı kat kat sararak beni her an tehlikelerden koruyan “atmosfer”… Tepemde çökmeden duran, uçsuz bucaksız semâ ve oraya serpilmiş korkunç hızlarla dönen “yıldızlar”… Milyarlarca yıldır yana yana enerjisinden pek azını tüketmiş olan Güneş ve onun milyonlarca kilometre öteden yanaklarını kızartıp olgunlaştırdığı, ağaçların kollarına takılı meyveler… Toprağın bağrından çıkan, ince, ancak sapasağlam saplara asılmış sebzeler… Tuzlu deryalarda tuzsuz saklanmış balıklar… Etinden, yününden, sütünden istifade etmem için var edilmiş pek çok hayvan… Gözümü ve gönlümü okşayan, kokusuyla beni mest eden envâi çeşit çiçekler… Şakıması pek çok şâire ilham konusu olmuş bülbüller… Şurada emniyet içinde yaşayabilmem için çakılmış kazıklar olan dağlar… Havayı akciğerlerim için durmadan temizleyen yemyeşil ormanlar… Ayaklarımın altına yayılıp döşenmiş arz ve altında sürüp giden mâcera ve daha satıra sığmayan nicesi...
Hepsi de eşsiz görünüyor ve bana kendimi çok kıymetli hissettiriyordu. Daha dün gökyüzündeki ışıltılı gösteriye hayranlıkla şâhit olmuştum! Bunların hepsi benim için, hem de asırlar öncesinden hazırlanmış, meccânen ihsan edilmiş, emrime âmâde[1] kılınmıştı. Birçoğundan âciz görünmeme rağmen onlardan üstün bir mevkide olduğumu idrâk edebiliyordum. Bana bu üstünlüğü veren, bedenimdeki mûcizevî sanat mıydı?
İki hücrenin bir araya gelmesiyle vücut bulmuş tek bir hücrenin art arda bölünmeler geçirip çoğalmasıyla oluşmuş, trilyonlarca hücreye sahip son derece karmaşık bir varlıktım. Çeşitli organ ve sistemlerime ait yüzlerce çeşit hücrem ve her birinin icrâ ettiği hususî vazifeleri vardı. Dünyanın çevresini 2.5 kere dolaşabilecek bir damar ağına, trilyonlarca nöron bağlantısına, uç uca eklendiğinde Güneş’e defalarca gidip dönebilecek DNA zincirine, açıldığında metrekarelerce büyük bir alanı doldurabilecek solunum, sindirim ve emilim satıhlarına (yüzeylerine)... ilâ âhir, sahiptim. Bütün bunlar da küçük hacimlere paketlenmiş ve beden kalıbıma sığdırılmıştı.
Vücudumda 100-150 trilyon hücre bulunmakta, sadece bir hücremde trilyonlarca atom yer almakta, bu cansız atomlar her an bedenimde hayat bulmaktaydı. Bu yönümle ben, seyrettiğim göklerden daha kalabalık ve hakikatte onları kucaklayabilecek kâbiliyette, esrarengiz bir âlemde yaşamaktaydım!..
İnsan bedenindeki mûcizevî yaratılışı, yıllardır makalelerimizde bu satırlardan paylaşmaktayız. Ancak bu yolda henüz bir arpa boyu yol alamadığımız bir hakikat! Ne kadar anlatsak da bunu bitiremeyeceğimiz âşikâr!.. Bugün bilimin geldiği noktada bunu daha net olarak müşâhede etmekteyiz!
Beden yapısı tam olarak çözümlenemeyen ve pek çok sırlar barındıran insanın, asıl mûcizevî yanı ise; onun tam bir sırlar manzûmesi olan, bir yönüyle vücut sistemindeki çalışmalar için motor fonksiyonu gören; diğer yönüyle de insana hissetme, akledip fikretme, îcat etme ve ortaya koyma kâbiliyetini vererek onu diğer mahlûkattan ayıran rûhî yapısıdır.
Görünmediği hâlde hiç kimsenin varlığını inkâr edemediği bu sır, bedeninin her zerresine yayılarak ona hayat vermektedir. Vakti dolduğunda (ki, bu da herkes için meçhuldür) kimseye görünmeden bağlandığı cesetten ayrılan, gidişiyle beden kıyafetini solmaya ve bozulmaya terk eden bu sırrın, açıklanması hususunda pozitif bilim âciz kalmış, ilâhî kaynaklı bilgilerden başka, bu konuya tatminkâr açıklamalar getirebilen olmamıştır!
Hem maddesi hem mânâsı ile bir sanat harikası olan insanı değerli kılan; daha varlık sahnesine çıkmadan onu Hakk’ın hilâfet[2] tâcı ile şereflendiren, âlemlerin Rabbine dost olmaya namzet kılan, türâbî (topraktan) bedenini canlandırarak âhenk içinde işlemeye başlamasına sebep olan, Rabbimiz’den üfürülen[3] “rûhu”dur! Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve azametini gösteren sayısız delillerden sadece birisi olan ve ilk insanla tatbik edilen bu kusursuz ve sırlı var oluş mâcerası, kıyamete kadar gelecek bütün insanlarda tek tek zuhûr edecektir. Beden kalıbındaki mühlet tamam olduğunda ise, bu sır, âit olduğu yere gitmek üzere geçici mekânından esrarengiz bir şekilde ayrılacaktır. Ve kıyamete kadar hiçbirimiz, Rabbimiz’in bildirdiğinden başka, bize hakkında çok az bilgi verilmiş olan[4] ve bizi bütün mahlûkattan ayırarak onlardan daha değerli kılan bu sırlı emanetin mâhiyetini tam olarak kavrayamayacağız. Ve bu konuda hep âciz kalacağız.
Ezelden ebede, seferîyiz biz... Aslâ başıboş ve gâyesiz gönderilmediğimiz[5] bu cihanda, muvakkat ömrümüzü nasıl geçireceğimizin imtihanını vermek üzere hayat[6] bahşedilmiş olanlarız. İçimizde meknûz âlemleri ve bütün kâinatı kucaklayarak her zerreyi mufassal bir kitap olarak okutacak olan asıl mûcize, toprağımızda değil; Rabbimiz’den bizlere sırlanan emanettedir!
Gönül açıcı, ihtişamlı manzaraların değil düşünerek ibret alınmasından, seyrinden bile âciz olan bizleri, kudret akışlarının bir tecellîsi mâhiyetindeki bu uçsuz bucaksız devâsa sistemin içinde, kaybolup gitmekten kurtarıp şerefli kılacak olan, mânâmızda mahfuz bu sırrın farkına vararak hiçliğimizi bilmek, bu cevherin sahibini tanımak ve O’na muhabbetle râm olmaktır. Sanat harikası bir beden kıyafeti ikram edilen biz âcizleri; bu geçici mola yerinde huzurlu kılacak ve sonsuz saadete taşıyacak olan da budur![7]
Var m’ola değerimiz, niyâzımız yok ise;
Şeref verdin bize Sen, hilâfet nîmetiyle!
Emrine âmâdeyiz, üflediğin sır ile;
Seferîyiz ezelden, kavuşma ümidiyle...
[1] el-Câsiye, 13.
[2] el-Bakara, 30.
[3] el-Hicr, 29.
[4] el-İsrâ, 85.
[5] el-Mü’minûn, 115; el-Kıyâme, 36.
[6] el-Mülk, 2.
[7] ez-Zâriyat, 56.
YORUMLAR