Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın binlerce yıl öncesindeki davetine icabet eden kıymetli kardeşlerim, hac ibadetiniz mübarek olsun.
Cenâb-ı Hakk’ın “imkânı olan kulları üzerinde” bir hakkıdır, hac ibadeti… İmkânı olan, sadece varlığı, serveti olan mânâsında değil; “oraya gitmeye yol bulabilen” bütün kulları… Hacca gelenlere baktığımız zaman hepsinin çok zengin kimseler olmadığını da rahatlıkla görürüz. O hâlde hacca gelmek de öncelikle Allâh’ın bir ikramı ve nîmetidir.
Ancak hac ve umreye gitmenin bir de kulla alâkalı kısmı vardır. Kul, içten içe o mübarek toprakların hasretiyle yanmadıkça, oraya gitmek için gece-gündüz dertlenip durmadıkça o topraklar nasip olmaz. Elbette hac ve umre yolculuğuna çıkıp da gönlüyle ibadet “niyetine” düşmeden buralara gelenler de yok değildir. Ama onların eline geçen de sadece “kuru bir yorgunluk”tur.
Öyleyse samimi bir niyetle, bitmek tükenmek bilmeyen bir aşk ve hasretle yanıp kavrulan kimseler, er-geç oraya gitmenin bir “yoluna” kavuşacaklar ve Cenâb-ı Hakk’ın dâvetine:
“-Lebbeyk, buyur yâ Rabbi!” deyip canla başla yollara düşeceklerdir.
Hac yolu, aşk yoludur. Mihnet, sıkıntı ve dert yoludur. İmtihan doludur. Bu yüzden hacca ve umreye giden kişilere:
“-Allah Teâlâ haccınızı/umrenizi kolaylaştırsın ve kabul buyursun!” diye duâ edilir.
Nasıl Hazret-i Hacer, kocasıyla, evlâdıyla, yalnızlıkla, açlık ve susuzlukla imtihan edilmişse; nasıl Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, evlâdını ve hanımını terk etmekle, biricik oğlunu kurban etmekle imtihan olunmuşsa, o yollara düşen kimseler de türlü türlü imtihanlarla yoklanır. Kimi canından, kimi malından, kimi evlâdından imtihan olur. Cenâb-ı Hak, bütün imtihanlarımızı yüz akı ile vermeyi hepimize nasip etsin.
Hac, hâtıralar geçididir. Orada Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın tevbe ve pişmanlıklarını ve gözyaşlarını görürüz. Allâh’ın sonsuz affını ve lütfunu da…
Orada Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail ve Hazret-i Hacer’i görürüz; binbir imtihanla… Ve Cenâb-ı Hakk’ın onların teslimiyet ve kulluklarını nasıl mükâfâtlandırdığını…
Orada âlemlerin efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ve ashâbını görürüz. Gâh Kâbe’nin karşısında secdedeyken sırtına konulmuş deve işkembesiyle, gâh “Rabbim Allah’tır!” dediği için tartaklanırken… Gâh Kur’ân-ı Kerîm okuyuşunu dinler gibi oluruz, gâh Mîraç dönüşü hâtıralarını dinlerken… Gâh Erkam’ın evinde bir sohbet meclisinde buluşur, gâh Mekke’den ayrılırken:
“-Âh Mekke, çıkarılmasaydım, seni hiç terk etmezdim!” deyişini duyarız.
Medîne topraklarında, binbir çile, savaş ve yokluk yıllarını hatırlar; Bedir’de gülen yüzümüz, Uhud’da mahzunlaşır. Hendekleri gezerken soğuğu, açlığı, ihaneti, zorlukları bir kere daha hissederiz iliklerimize kadar…
Hac, “ümmetin temsilcisi” olarak Allah tarafından seçildiğimiz, ümmetin dertlerini dile getirip hâl çareleri aradığımız, istek ve duâlarımızı; Mina’da, Müzdelife’de, Arafat’ta, Kâbe’de, Ravza’da Allâh’a arz ettiğimiz büyük bir ibadet… Oradan “annesinden doğmuş gibi” tertemiz bir şekilde dönen hacılar, yeryüzünün bütün bölgelerine bir kulluk ve temizlik iksiri yayarlar. Allâh’a verdiği ahdi, Hacer-i Esved’in karşısında tazeleyip insanlara da bu ahdi hatırlatırlar. Tıpkı ilk günkü gibi:
“-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
“-Evet, yâ Rabbi, Sen bizim Rabbimizsin!..”
YORUMLAR