Osmanlı sanatlarına baktığımızda her sanat dalının rûha giden bir yolculuğu vardır. Bu sayımızda sizleri, çini sanatının madde ve mânâ âlemindeki yolculuğuna çıkarmak istedik. Renklerin sihirli dünyasına girip ruhlarımızı dinlendirmek için pek kıymetli çini sanatçısı Fatma Şan ile güzel bir sohbete hazır mısınız? O hâlde çini sanatının ve motiflerinin sırlı dünyasına buyurun…
Fatma Şan kimdir, kısaca bilgi verebilir misiniz?
En sevdiği işle meşgul olan biridir. Dünyayı, sevdiği işi yapanların değiştireceğine inanan biri de diyebiliriz.
Bursalıyım. 1996’da Kütahya’da “Çini” okumaya başladım. İkincilikle bitirdim. Okuldan mezun olduktan sonra, bir süre Bursa’daki atölyemde çalıştım. 2004 yılında tekrar üniversiteye, çok istediğim Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü Çini Ana Sanat Dalı’na girdim. Oradan da birincilikle mezun oldum. Çeşitli ödüller aldım. Projelere katıldım. Koleksiyonlar için çiniler ve minyatürler yaptım. Şu anda bir yandan Nişantaşı’ndaki atölyemde çalışıyorum, bir yandan da yine Mimar Sinan’da, aynı bölümde master tezimi hazırlıyorum.
Kaç yıldır çini sanatı ile meşgulsünüz? Bu sanat, sizin gönül dünyanıza nasıl bir tesir bırakıyor?
16 sene olmuş başlayalı… Çini tasarımı, uygulaması, restorasyon işleri, iç dekorasyon çalışmaları, sergiler ve projelerle dolu 16 yıl…
Çini Sanatı, “Gönül dünyası” dediğimiz şeyi, o kocaman derûnî âlemi fark edebilmenin yolunu açıyor. Tek başına bu bile kâfîdir.
Çocukluğunuzda çini sanatçısı olacağınızı hiç düşünmüş müydünüz? Sizi, bu sanata yönelten sebepler nelerdir?
Çocukken “okumak” çok kıymetli bir şeydi benim için. Yazar olma hayalleri kurduğum zamanlar oldu. Bir oyun dünyam vardı; içinde kuklalar, maketler, kolajlar ve resimler olan, bir de kitap dünyam… İlk gençlik yıllarımda sosyal bir çevre içinde tiyatro oyunculuğu, yerel bir gazetede röportaj muhabirliği, yine yerel bir radyoda program sunuculuğu yaptım. Sanatla, edebiyatla bağım hep kuvvetli oldu. Hüsn-i hata başlayışımla birlikte Türk sanatıyla tanıştım. Bambaşka bir dünyanın kapıları aralanıverdi sanki. Çok esrarlı ve etkileyiciydi. O kapıdan girdim ve bir daha çıkmayı aklımdan bile geçirmedim.
Âileniz, bu sanatla uğraşmanızı nasıl karşıladı?
Normal her Türk âilesi gibi önce anlamadılar. Çocuğunun nasıl bir mizaca ve yeteneğe sahip olduğunu bilse bile etrafında hiç emsalini görmediği, tanımadığı bir şeye alışmak, ebeveyn için kolay olmuyor. Sanatı, ihtiyaç olarak görmeyen bir toplumda yetiştik. Anlaşılmak için zaman gerekti. Bu süreyi de sabırla verdiler bana, inandılar ve desteklediler. Onlara minnettarım. Başlarda, sadece ben istediğim için oldu bu… Şimdi bakıyorum, sanatla yoğrulmuş bir âilenin içindeyim. Oturup saatlerce sanat üzerine konuşabiliyoruz.
Çini, zor bir sanat mı? Siz, bu sanata ilgi duymaya başladığınızda en çok hangi zorluklarla karşılaştınız? Ve bu zorlukları nasıl aştınız?
Şimdi size “şöyle zor, böyle meşakkatli” diye uzun uzadıya anlatmayacağım. Mâlum-ı âlîniz, her iş kendi içinde hem zordur, hem kolay. Özellikle sanatla meşgul olan insanların hayatları kendiliğinden zorlaşır. Dünyaya bakışı, algılayışı toplum genelinden daha hassastır. Durumlara tepkileri farklı olur; bu, hayatlarına da yansır.
Zorluk aşmak, ancak güçlü bir inançla mümkün olabilir. Sadece inanarak yolda durduğumuzda bile Allâh’ın lutufları tecellî ediyor.
-Osmanlı Sanatlarına baktığımızda her sanat dalının rûha giden bir yolculuğu vardır? Tasavvufî açıdan çini sanatı, neyi ifade eder?
İnsanın kimyası ile çininin kimyası birbirine benzer. Biz, hep “hamdım, piştim, yandım” deriz çini için… Önce çamurdur, kildir, hamurdur; sonra astarlanır, örtünür, fırına girip pişer. Bu, bir bebeğin anne karnından dünyaya gözlerini açması gibidir. Hikâye devam eder. Güzel kızların, usta nakkaşların ellerine gelir. Binbir türlü nakışla bezenir, rengârenk giyinir, süslenir püslenir ve yavaşça sır perdeleri arkasına gizlenir. Ta ki o perdeler çok yüksek bir ateş içinde saydamlaşıp açılana kadar… Ve işte ikinci defa imtihanlar içinden çıkıp gelmiştir ışıl ışıl… Oradan sapasağlam çıkabilen eseri, ellerine alabilmek bir ihsandır. Bütün bu olan biten çok hassas ölçülerle yapılmalı, pür dikkat ve zarâfet içerisinde yaklaşılmalı; aksi takdirde denge bozulacaktır. Fırından çatlak patlak, renkleri akmış, sırı oluşamamış, artık telafisi mümkün olmayan, kırık bozuk çiniler çıkabilir. Onca emek bir anda zâyî olur. Başından sonuna kadar dikkat ve hassasiyet isteyen bir sanat olan çini, Allah ile aramızdaki mesafeyi azaltır. Sürekli duâ hâlinde tevekkülle, teslîmiyetle olacakları gözler, takdîr-i ilâhînin tecellî edişini izleriz. İşin içinde ciddî bir acı vardır ve acı, adamlığın yolunu açar. Düşünün bir kere, insan en çok özendiği, üzerine titrediği şeyi kendi elleriyle ateşe atar mı? Biz atıyoruz…
Çini sanatında hangi renkler, sembolojik olarak daha çok tercih edilir? Niçin?
İlk dönemlerden beri kullanılan renk, mavi ve tonlarıdır. Yüce olanı, ulvî olanı temsil eden bu renk, derinlik hissi verir. Seramik tarihinde mavi, ilk kez İslâm sanatlarımızla birlikte seramiklerde uygulanmış ve ona mâl olmuştur. Ayrıca lacivert olarak kullanımı da Lapis’le özdeşleştirilir. Çünkü eskiler, bu renkleri kıymetli taşlara benzetmek istemişler. Yani firûzenin turkuazı gibi, zümrüdün yeşili ve mercanın kırmızısı gibi… Turkuaz da mavinin canlı başka bir tonudur. “Türk mavisi” denmesinin sebebi de yine bizim çinilerimizdeki o eşsiz güzelliğindendir. Dünyaca böyle bilinir. Yeşil rengin iç huzurla ve Hak’la kurduğu irtibatla birlikte özel bir yeri var. Kırmızı ise, kalbin rengi, teslîmiyetin ve muhabbetin...
Klasik sanatlarımızda kullanılan renk ve motifler, aşağı yukarı yüzyıllardır aynıdır. Sizin buna günümüzde eklediğiniz veya bunları geliştirerek özel tasarladığınız figürler var mı?
Siyah rengi, ilk kez zeminde kullandım. Klasikte daha önce zeminde hiç kullanılmamış olan “siyah”, hakikati temsil etmektedir. Her yerde ve her şeyde şiddetle tezahür eden, onunla dopdolu olduğumuz hâlde “tezâhürünün şiddetten dolayı görünmeyen” Tek Hakîkat’i… Hep söylediğim gibi; sonsuzluğu, “Sonsuz Var”ı anlatır.
Çini Sanatı’nda daha önce hiç kullanılmamış meyve ve çiçekler üzerinde araştırma yaparak çalıştıktan sonra kendi konseptim içinde bir kısmını motifleştirdim.
İncir’i ve İncir Kuşu’nu, seramik tarihinde ilk kez tasarladım, uyguladım. İncir; Kur’ân-ı Azîmü-ş’Şan’da adına sûre olan, üzerine yemin edilen meyvedir. Kesret içinde vahdeti, yani çokluktaki tek’i temsil eder.
Nilüfer, suyla (gözyaşıyla) başlayıp, suyla biten ömürden bahseder; su medeniyetinden… Ayrıca o, yeni fethedilmiş bir Bursa hâtırasıdır.
Ters Lâle, 17. yüzyılda var, ama onu tekrar stilize ettim, yorumladım. Ters Lâle Allâh’ın tekliğini vurgular.
Ejder-Anka; nefsinle, kendinle olan mücâdelenin resmidir. Minyatürlere hep konu olmuş Leyla-Mecnûn’u, çinide ilk kez, yine motifleştirerek kullandım. Leyla- Mecnûn, ilâhî aşka giden yollardan birinin sembolüdür. Aşkın ötesine geçmeyi anlatır, nasıl çetin bir yol olduğunu hatırlatır.
Bütün bu sembollerle, suda, toprakta, çölde, ağaçta, Kaf Dağı’nda ortak dil; yürüdüğün yol, aldığın mesafe ya da zannettiğin şeydir. Bir arayışın, kendini arayışın ifadesidir.
Çini sanatı ve geçmişi hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz?
Anadolu’da çininin geçmişi, 8. yüzyılda Frig’lere dayanır. Ama çini geleneği, asıl olarak 11. yüzyılda Selçukluların Anadolu’ya gelişiyle başlar ve bununla birlikte kullanımı artar. Farklı tekniklerle yapılan çiniler; câmi, mescid, medrese, saray gibi mimarî eserlerin içinde ve dışında yapıyı zenginleştirmek ve süslemek için uygulanır. Zaten kap-kacak ve günlük eşya olarak sürekli kullanılmıştır.
Osmanlı Dönemi’yle birlikte çini geleneği devam etmiş ve 16. yüzyılda, daha önce kullanılan üsluplardan farklı olarak “Klasik Osmanlı Üslûbu” ortaya çıkmıştır. Bu üslûpla birlikte “İznik Çinisi” dediğimde hemen hatırlayacağınız “Kırmızılı Sıraltı Tekniği” geliştirilmiş, çini tarihinde kırmızı ilk kez bu teknikle beraber kullanılmıştır. İşte bu kırmızı, gözakı beyazı zeminde, ipek gibi bir sırın altında dünyaca meşhur “Mercan Kırmızısı” adıyla haklı bir üne sahip olmuştur.
Her şeyin somut (müşahhas) resim ve kaba ifadelerle dillendirildiği modern dünyada, duygu ve düşüncelerinizi, zevk ve hassasiyetlerinizi soyut (mücerred) sembollerle ifade etmek zor olmuyor mu?
Bizler, büyük bir medeniyetin evlâtlarıyız. Bütün bu semboller dünyasının iç mânâları, genetik şifrelerimize kadar işlemiş. Meselâ tasavvuf da semboller üzerinden üst bir dil kurar. Sûfîler, gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini tefekkürle ulaştıkları sembollerle idrak ve ifade ederler.
Bir ırmak var; akıyor. Biz kenarındayız; eteklerimiz suya değiyor. Güçlü bir kaynak bu… İşte, ne kadar gücümüz yeterse, o kadar gireceğiz sulara…
Dinimizin resim ve heykeli yasaklamış olması, inanan insanları daha çok hat, minyatür, tezhip ve çini sanatına yönlendirmiş. Bu, bizim medeniyetimiz için bir kayıp mı, kazanç mı oluşturmuştur sizce?
Açıkçası, bütün bir Doğu dünyasının tercihidir soyut (mücerred) sanatlar… Bu, algılama biçiminden kaynaklanıyor. Biz Doğulular “mânâ”yla ilgileniriz, Batı ise, “madde” ile… Biz işin görünmeyen tarafını merak ederiz, onun üzerine çalışırız, onlara gördükleri yeter. Aradığımız şey farklıdır. Zaten, İslâm öncesinde de Batı’nınkine benzer bir sanat anlayışımız olmamış.
Biz, zengin bitkisel ve geometrik motif sözlüğümüzle birlikte, gayet soyutlaştırılmış (mücerred hâle getirilmiş) insan ve hayvan figürleri de kullanmışız. Abbasîlerde ya da Selçuklularda figür, dînî yapılar hâriç olmak kaydıyla uygulanmaya devam edilmiş. Osmanlı’da bu durum değişmiş. İstisnâlar dışında özellikle insan figürünü kullanmaktan çekinmişler.
Peki, bu bir boşluk oluşturmuş mu? Hayır; tam tersine çok derinlikli, ihtişamını sadeliğinden alan yeni bir kapı açılmış. Onlar, bu kapıyı, cennetin kapılarıyla eşdeğer tutmuşlar. Uygulanan bütün üsluplar, nakkaşlarının cennet rüyalarıyla oluşmuş gibidir. Özellikle Sinan eserlerindeki o, yürüyüverseniz içine dalacağınız, karşısında hayranlıkla kalakaldığınız çiniler, câminin kapısından girmekle âdeta cennetin kapısından girmeyi temsil etmek için yapılmışlar. Motiflerin dili var. Her birinin ayrı ayrı bir dili... Birçoğunun mânâsı zamanımıza kadar gelememiş, ama büyük bir kısmının çok eski inanışlarımızda ve geleneğimizdeki mânâsını biliyoruz.
Çinicilik, daha çok câmi duvarlarında, bazı tabak-çanaklarda görmeye alıştığımız bir sanat… Günümüzde başka nasıl yerlerde kullanılıyor?
Çini, eskimez sanatlarımızdan biri… Modernleşen dünya, onun kullanım alanını azaltmamış; aksine çeşitlendirmiştir. Klasik dönemde câmilerde, türbelerde, saraylarda ve köşklerde daha birçok faydası yanında mimarîyi desteklemek ve tezyinatlı alanlar oluşturmak için çini kullanıldı. Yine yüksek gelirli âilelerin ve padişah sofralarının kullanım eşyası, tabak, çanak, sürahi vs. çiniydi. Günümüzde yeni inşâ edilen câmilerde yine çini tezyinâtı görüyoruz. Ayrıca büyük otellerin, köşklerin, devlet binalarının, metroların, restoranların iç dekorasyonlarında hem çarpıcı renkleri ve kompozisyonları, hem de sırlı yüzeyi ile dayanıklı bir kaplama unsuru olduğundan sıkça uyguluyoruz. Eskiden kullanım eşyası olan tabaklar ise, bugün duvarlarımızı süslemek için yapılıyor; koleksiyonlarda yer alıyor.
Genel olarak klasik sanatlarımız, özel olarak Çini Sanatı’nın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi şeyler düşünüyorum. Öyle “yaşatılmaya çalışılıyor” gibi bir durum yok. Uzun zaman üzerinde bulunan örtüler artık kalktı. Klasik sanatlarımız görülüyor, biliniyor, seviliyor. Her geçen gün değerine değer katarak geleceğe taşınıyor. Hem devlet destekli kurumlarda, hem de özel kuruluşlar tarafından dersler veriliyor. Ayrıca üniversitelerimizde de akademik seviyede kaliteli bir Türk Sanatları eğitimi veriliyor. Hâsılı, geçmişi gibi geleceği de çok parlak…
Röportajımızı okuduktan sonra bu sanata ilgi duymaya başlayan okuyucularımıza neler tavsiye edersiniz?
Derinleşmek, kendinizi yeniden keşfetmek için bu yolculuğa katılmakta acele edin derim.
Bize zaman ayırıp çini sanatında güzel bir yolculuk yaptırdınız. Çok teşekkür ederiz. Rabbim emeklerinizi zâyi etmesin. Eserlerinizin, hep mânâ dünyanızı zenginleştiren bir yönü olsun.
Ben de size ve sizin şahsınızda derginize teşekkür ederim.
YORUMLAR