Günümüz gençlerinin hayallerini süsleyen bir hayat tarzı var: Nerede akşam, orada sabah… Karışanı görüşeni olmayan… Cebinde hiç bitmeyen hazır parası, her istediğini alabilen, her arzu ettiğine ulaşabilen… Acaba gerçekten böyle bir hayat tarzı, mutluluk vaad ediyor mu? Yoksa insan, böylesi dışarıdan imrenilen bir hayat ile aslında büyük bir buhranı mı gizliyor? İşte bu ve benzeri soruların cevabı, çok uzaklardan, Moğolistan’dan geliyor. İbretlerle dolu 20 yıllık bu hayatın, bize de söyleyecekleri var, şüphesiz…
Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Adım Möngönami Gambat… Moğolistanlıyım. 20 yaşındayım. Türkiye’ye geleli daha bir yıl olmadı. Burada kardeşlerim bana, “Fatma Zehra” diye hitap ediyorlar.
Biz de öyle diyelim o zaman… Fatma Zehra, İslâm’dan evvel hangi dine mensuptunuz?
Aslında ben ateisttim, ama âilem Şamanist olduğu için onların inanç âyinlerine de bir-iki defa katılmıştım.
Âilen Şamanist, ülkende Budizm yaygın olduğu hâlde, siz neden “ateistim” dediniz?
Benim aklıma ve mantığıma göre, gerek Budizm, gerekse Şamanizm ve diğer dinler hakiki ve doyurucu gelmiyordu. Bir ara gerçekten din diye bir şey var mı diye küçük çaplı araştırmalarım oldu, ama hiç etkilenmedim. Ben de kendimi hayatın akışına bıraktım.
Şamanizm hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Şamanistler, gök cisimlerine ve dağlara taparlar. İnsanlar, genelde başlarına bir felâket geldiğinde Şamanist oldukları akıllarına gelir. Yüksek dağa çıkarlar. Hani koca göbekli bir erkek heykeli vardır, televizyonda görmüşsünüzdür. Onun önünde adaklar adayıp duâ ederler. Dînî liderleri vardır. Onlar da dağa çıkıp ruhlarla konuştuklarını ve onlardan haberler getirdiklerini söyler, herkes de onlara inanır. Şamanistlerde ibâdet diye bir şey yoktur.
Moğolistan’da Şamanizm ve Budizm’den başka, hangi dinler yaygın?
En fazla Şamanizm ve Budizm… Ama son yıllarda misyonerler sayesinde Hıristiyanlık da hızla yayılmaya başladı. Çok az müslüman var. İnsanlar, İslâm’ı terör dini olarak görüyorlar.
İslâm, ülkenizde pek rağbet görmediği hâlde, siz, müslüman olmaya nasıl karar verdiniz?
Sekiz yaşımdan beri âilemden uzak şehirlerde yaşadım. Bütün kararlarımı kendim verdim. Benim annem ve babam doktor... İkisi de çok meşgul, benim kredi kartımı dolduruyorlardı, ben istediğimi yapıyordum. Hiç hesap sorma yoktu. İstediğim her şeyi alabiliyordum. İstediğim her yere de gidebiliyordum. Ama herkese câzip gelen bu hayatım, bana mutluluk vermiyordu. Geçici bir tat, ardından büyük bir boşluk hissediyordum. Sürekli içimdeki boşluğu dolduracak bir şey arıyordum
İçinizdeki boşluğu neler yaparak doldurmaya çalışıyordunuz?
Meselâ dövme yaptırıyordum. Çünkü dövme yaptırırken çok acı çekiyorsunuz, yani acı çekmekle bile yüreğinizdeki boşluğa bir çare arıyorsunuz. Beş yıl sigara kullandım. Zaten on sekiz yaşından sonra herkes serbest… Ben daha da serbest oldum. Her akşam barlarda sarhoş olup mutlu olmaya çalışıyordum. Hayatım dünyevî açıdan zevkliydi, ama her geçen gün kötülük içinde âdetâ boğuluyordum. Bana uzaktan bakan birçok genç kız:
“-Oh ne rahat, istediği kadar parası var, istediği her yere gidiyor. İstediği her şeyi yapıyor!..” diyerek hayranlıkla bakıyordu.
Derslerimde de çok başarılı idim. Olimpiyatlara katılıyordum. Çok iyi dereceler alıyordum. Bir gencin dünyada istediği her şeye sahiptim. Ama içimdeki o boşluk, her geçen gün daha da artıyordu. Ben o boşluğu doldurmaya çalıştıkça, daha da mutsuzlaşıyordum. Artık şöyle düşünmeye başlamıştım.
“-Ben niye çalışıyorum. Zaten zenginim. Evlensem çocuklarım olacak… Onlar da benim gibi mutsuz olacak.”
Hayatımı düşününce bir son yok! Bir hedef yok! Böyle düşünüp iyice bunalıma giriyordum. Bazen; “Benden daha üstün bir varlık olmalı, hiçbir şey kendi başına olmuyor. Yemek kendi başına pişmiyor, bunu pişiren bir aşçı var. Elbiseyi diken bir terzi var da bu eşsiz güzellikteki dünya mı kendi kendine olacak?” diyordum. Ama bu kim, nerede diye yine bir bilinmeze dalıyordum.
“Ben nereden geldim ve nereye doğru gidiyorum.” diye hiç düşünüyor muydunuz?
Evet, son zamanlarda; “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” düşüncesi çok ağır basıyordu. İçimdeki boşluk, beni bu sorulara doğru sürüklüyordu. Ölenler dikkatimi çekmeye başladı. Bunlar ölmeden önce canlıydı, gülüyordu, ağlıyordu, şimdi ne oldu?! Ölünce ne oluyor? Bu dünyadaki güneş, ay ve yıldızlar, her şey artık benim dikkatimi çekiyor, onların üzerinde uzun uzun düşünüyordum.
Şamanistler, ruhların var olduğuna, onların ölmeyip devam ettiğine inanıyorlardı. “Ruh nedir?” sorusu beni epey meşgul etti.
Peki, İslâm’ı ilk defa nasıl duydunuz?
Moğolistan’da Türk Koleji’nde okuyordum. Türk belletmen hocalar, bizimle yakından ilgileniyordu. Bir gün bir problem yaşamıştım. Onu ağlayarak anlatırken birden içimde yaşadığım boşluğu, düşüncelerimi, yaşadıklarımı her şeyi bir solukta anlatıverdim. O belletmen hocamız:
“-Senin içindeki boşluk, mânevî… Biraz dinleri araştır, bu arada kainattaki var olan yaratılanları tefekkürle seyret… Bir-iki hafta sonra tekrar görüşelim!..” dedi.
İşte bu dönemde, ben önce şamanizm olmak üzere etrafımdaki dinleri tek tek araştırmaya başladım. Şamanizmden sonra Budizm’i araştırdım, ardından da hristiyanlığı...
Şamanizm, Budizm bir din değil, ama sizi bunlardan uzaklaştıran ne oldu?! Hristiyanlık’ı neden tercih etmediniz?
Budizm’de insanlar, şişman erkek putu var, ona tapıyorlar. Tapan insanlar, çok pisti. Temizlik mefhumu yoktu. İnandıkları akımın insanın mantığıyla izah edilecek bir tarafı da yoktu. Meselâ insanlara
“-Çok yıkanırsanız, sizde var olan güzel ahlak da suyla beraber akıp gider. O yüzden yıkanmamak iyidir!..” diyorlardı.
İmam gibi din liderleri çıplak geziyor, sadece üzerlerine bir bez alıyorlardı ve temizliğe hiç dikkat etmiyorlardı.
Bir arkadaşım hıristiyandı. Ve etrafındaki herkesi bu dine dâvet ediyordu. Hıristiyanlığa girenlere para ve hediye veriyorlardı. Cennetten arsalar satıldığını duydum. Düşündüm ki, bu din kaliteli olsaydı, herkesi yalvarırcasına dinlerine çağırmazlar, herkes onları tercih ederdi!.. Yani bir dinin bence böyle maddî bir reklama ihtiyacı olmamalıydı. Onun kalitesi, onu yaşayanlardan anlaşılmalıydı.
Şamanizm, âilemin dini idi. Belki o doğrudur, diye düşündüm. Onların dînî liderleri de yüzünü kapatıyordu, duâ gibi bir şeyler okuyordu. Sonra içine başka bir ruhun girdiğini söylüyordu. İçine giren o ruh, o kişiye gelecekten haberler veriyormuş. O ruh, onun bedenine girince herkesin içini görebiliyormuş, geçmişten gelecekten haber veriyormuş.
Bir gün annem ve babam, beni de o dînî lidere götürdüler. Benim içimden geçenleri öğrenmek için… Açıkçası giderken biraz korktum; içimdekileri bilirse ben ne yaparım diye endişelendim. Çünkü annem ve babamdan gizlediğim çok şey vardı. Sonra o adam başladı anlatmaya, hep kafasından bir şeyler uyduruyordu. Benimle hiç alâkası yoktu. Meğer önceki hayatta ben kralmışım. Vesâire, vesâire… Ben de rahatladım. Tabiî hakiki bir dinle hiç alakasının olmadığını, insanları aldattığını iyice anlamış oldum.
İnsanların zihninde din, kötülük ve zorluk (deprem, ölüm, sel vs.) zamanında ihtiyaç duyulan bir şeydi. Güzel günlerde, hayatın içinde bir din mefhumu yoktu. İnsanın sadece başı sıkıştığı zaman bir Yaratıcı’ya ihtiyaç duyması da bana tuhaf geliyordu.
Hâlbuki ben böyle düşünmüyordum. Bence din, insanın hayatının tamamını kaplamalıydı. Beni rûhen öyle doyurmalıydı ki, ben başka bir şeye ihtiyaç hissetmemeliydim. Araştırdığım dinlerin mensupları ya ayda bir veya haftada bir ya da sadece ölüm zamanlarında dinlerinin varlığını hatırlıyorlardı.
Bu arada ben belletmen ablamın yanına gelip onunla konuşmak istediğimi söyledim.
Belletmen hocanızın müslüman olduğunu biliyor muydunuz?
Onun farklı bir ibadet yaptığını biliyordum, ama hangi dinin ibadeti olduğunu anlamamıştım. Çünkü çevremizde bu şekilde ibadet eden kimse yoktu.
İbadet şekilleri, hep dikkatimi çekiyordu. Geceleri kalkıp yemek yemeleri ve gün boyu hiçbir şey yememeleri (meğer oruç tutuyorlarmış), kapılarını çaldığımızda kapıyı hep geç açarlardı. Bir gün belletmen ablamı, namaz kılarken gördüm. Çok ilgimi çekti. Sonra:
“-Siz ne yapıyorsunuz?” diye sordum.
O da müslüman olduklarını ve namaz kıldıklarını söyledi. Biraz İslâm’dan bahsetti. Artık ben, her gün derslerden sonra yanına geliyordum ve saatlerce onunla konuşuyordum. Bu da beni çok rahatlatıyordu.
Bu arada ben mezun oldum. Ablam da Türkiye’ye döndü. Ben şimdi ne yapacaktım. Âilemle beraber yaşayamazdım. Buna hiç alışık değildim. Büyük ablam, İtalya’da okuyordu. Onun yanına gidip üniversiteyi okumaya karar verdim. Âilem böyle istiyordu. Ama ben İslâm’ı öğrenmek istiyordum, fakat üniversiteyi de okumalıydım. Ve Türkiye’ye belletmen ablama telefon açtım. Ablam da:
“-Türkiye’ye gel, burada hem İslâm’ı öğreneceğin Kur’ân Kursları var, hem de üniversite imkânı…” dedi.
Bu teklif, tam bana göre idi. Âilemden habersiz bu kursa gelebilmek için sınava girdim ve kazandım. Âileme üniversiteyi okumak için gideceğimi söyledim. Annem:
“-Tamam gidebilirsin.” dedi.
Dinleri de araştıracağımı söyleyince biraz tartıştık.
“-Zaten sen istediğini yapıyorsun. Bize hiç sormuyorsun!” diye kızdı. Bana hâlâ biraz kızgın…
Havaalanına da tek başıma gittim. Sonra da buraya geldim işte.
Hüdâyî Kursu’nun kapısından girince ne hissettiniz, neler düşündünüz?
Kapıdan içeri girince içimden ağlamak geldi. Bu ağlamak, huzur duygusundandı. Sonra içeriden bir sürü kız çıktı, hepsinin yüzü gülüyordu. Bize doğru koşup geldiler. Elimizden bavulları alıyorlardı. Bir taraftan sarılıyorlar:
“-Hoş geldiniz!..” diyorlardı.
O an sanki buradaki kızları önceden tanıyormuşum da uzun zamandır ayrı kalmışız, birbirimizi özlemişiz, şimdi de hasret gideriyormuşuz gibi hissettim. Bu duyguları daha önceden hiç yaşamamıştım. Bu Hüdâyî Kursu’nun değişik bir atmosferi var. Girip de etkilenmemek mümkün değil!..
Gelir gelmez müslüman olmadınız. Birkaç ay gözlemlediniz, neler dikkatinizi çekti? Sizi etkileyen olaylar oldu mu?
Benim buraya gelene kadar etrafımda dönen, benimle arkadaş olan bütün insanlar hep param olduğu için yakınlık kuruyorlardı. Bu yüzden aramızda hiç kalp bağı oluşmuyordu. Yani herkes menfaat peşindeydi. Hâlbuki etrafımdaki herkes, en az benim kadar zengindi.
Burada ise, hiç kimse kimseye maddî menfaat için yaklaşmıyordu. Kimse kimsenin parasıyla meşgul olmuyor, herkes kalp peşinde… Meselâ yanıma birisi geliyor.
“-Nasılsın?” diye hatırımı soruyor veya uzaktan görünce selâm verip yaklaşıyor, sıkıca sarılıyor:
“-Bana duâ eder misin?” diyor.
Burada herkes bunları can u gönülden yapıyor.
İlk geldiğimde bu kadar iyi olamazlar, herhalde bunlar gerçekten terörist… Bizi etkilemek için yapıyorlar diye düşündüm. Ama zaman geçtikçe gerçeği gördüm. Niyet, “Allah rızâsı” idi.
Bir de insanların sîması çok dikkatimi çekti. İnanın herkesin yüzü parlıyordu. Gerçekten herkesin sîmasında ayrı bir nûr parlıyordu. (Bunun adının nûr olduğunu yeni öğrendim.) Hâlbuki burada hiç kimse makyaj yapmıyor. Bırakın makyajı, neredeyse krem bile sürmüyorlar.
En önemlisi ise, ben hayatım boyunca âile sıcaklığını hiç hissetmedim. Ama burada âileden öte bir muhabbet yaşadım. Dünyanın her yerinden çeşit çeşit insan, hepsi bana en yakın akrabamdan daha da yakınlar…
Müslüman olmadan oruç tuttunuz değil mi? İlk oruç tuttuğunuzda neler hissettiniz?
Bütün sınıf, orucun nasıl bir duygu olduğunu merak ediyorduk. Çoğumuz henüz müslüman değildik. İlk tecrübemiz, Aşûre gününde oldu. “Hep beraber oruç tutalım!” dedik. Ve sahura kalktık, masada çeşit çeşit yiyecekler vardı. Ben normalde yemek yemeyi çok severim, ama sahurda pek canım çekmedi, yumurtamı yarıda bıraktım. Her şeyden yedik, yattık. Ben, “Eğer dayanamazsam bozarım, zaten müslüman değilim!..” diye düşünüyordum.
O gün çok acıktım. Acıktıkça sinirlerim gerildi.
“-Hasta mısın?” diye soruyorlardı. Ben de:
“-Susun, yanıma gelmeyin!.. Ben orucum.” diyordum.
“-İstersen boz.” diyorlardı.
“-Hayır bozmayacağım. Gidin yanımdan…” diyordum.
Akşam yarım bırakmış olduğum yumurta-ekmek aklıma geliyordu. İçimden “Keşke yarım bırakmasaydım!” diyordum. Ama orucumu bozmak, hiç aklıma bile gelmedi. Çok susadım. Bir bardak su içsem, kimse şaşırmazdı. “Niye içtin?!” de demezlerdi. Ben bile orucumu bozmadığıma şaşırmıştım. Yalnız kalınca Afrika’daki aç insanlar aklıma geldi. Onlar sürekli aç ve susuz, ama açlıktan birbirlerini öldürmüyorlar, birbirlerine sinirlenmiyorlar dedim. Açken nasıl paylaşabiliyorlar. Buralardan yardımlar gidiyor, ama herkese yetmiyordur, mutlaka birbirleriyle paylaşmaları gerekiyor. Ben böyle birkaç gün aç kalsam, kimseye vermezdim diye düşündüm. Düşünsenize, onlar benden daha bilgisizler… Benim kadar gezip dolaşmadılar, benim kadar imkâna sahip değiller. Fakat benden daha ahlâklılar...
Tabiî bu arada iftar vakti geldi, biz masaya oturduk, ezân bekliyoruz. O bekleyiş ânı, çok güzeldi. Elimde su, ezan okunur okunmaz içecektim. Fakat hemen içmek olmaz, buna ulaşmak çok zor oldu. Bu çok kıymetli, bunu verene de teşekkür etmeliyiz. Teşekkür etmemek çok garip olacak diye düşündük, sonra duâ ettik. Bizim ilk duâmız buydu belki… Aslında o zaman Allâh’ın varlığını tamamen kabul etmiştim, ama kendime itiraf etmem zaman aldı.
Bize çok güzel yemekler hazırlamışlar. Biz çok mutlu olduk, ama yemekten dolayı değil!.. Kendimizi aşıp oruç tutmayı başardığımız için mutluyduk. O gün kendimi çok huzurlu ve güçlü hissettim. Ve kendime:
“-Evet, ben şimdi insanım!..” dedim.
Peki, Müslüman olmaya nasıl karar verdiniz? Sizin müslüman olmanız için zorlayan oldu mu?
Beni müslüman olmam için zorlayan olmadı. Zaten bizim dinimizde (dine girmede) zorlama yoktur.
Namaz kılanları izliyordum. Acaba namaz kılarken ne hissediyorlar diye çok merak ediyordum. Hatta gece yarısı bile kalkıp namaz kılıyorlardı. Herhalde çok zevkli bir şey ki, gece bile uykularını fedâ edip namaz kılıyorlar diye düşünüyordum. Bir Perşembe günü, sabah kalktım:
“-Bu gün müslüman olmaya hazırım!” dedim, kendi kendime…
Sonra sınıf hocamızın yanına gittim.
“-Ben Müslüman olmak istiyorum.” dedim.
Hocam çok şaşırdı, benden daha çok mutlu oldu.
O gün Osman Nûri Topbaş Hocamızın huzurunda kelime-i şehâdet getirdim. Hocamız söyledi, biz tekrar ettik. Benimle beraber dört-beş arkadaşım da müslüman oldu. Mesciddeki bütün kızlar, sevinç gözyaşları döküyordu.
İlk namazınızı nasıl kıldınız?
Ben sûreleri bilmediğim için bir arkadaşımla beraber kıldım, o sesli okudu, ben tekrar ettim. İlk defa yatsı namazını kıldım. O namazım, meğer benim yıllarca içimde aradığım doldurmaya çalıştığım boşlukmuş. İçim o kadar huzurla doldu ki, artık kalbimde hiç boşluk kalmadı. Ben yattığımda çok düşünür, bu yüzden hemen uyuyamazdım. Fakat o gün o kadar rahatladım ki, hemen uyuyup kalmışım, elhamdülillah!..
Burada mutlu musunuz?
Evet, çok mutluyum. Ama son zamanlarda kendimden dolayı mutsuzum. Namazlarımı tam kılmak istiyorum, henüz tam olmuyor. “Ben daha iyi yapabilirim, niye daha iyisi için gayret etmiyorum!” diye kendime kızıyorum. Daha çok duâ etmeliyim. Namazlarıma sımsıkı sarılmalıyım. Ama bazen canım istemiyor.
Artık siz meyveli ağaç oldunuz!.. Şeytan sizinle daha çok uğraşıyor.
“-Şimdi kılma, canın isteyince kıl!” der. Şeytana kanmamalıyız. Biliyorsun ki, içimizde nefis var, hep kötülüğü emrediyor. Bir taraftan şeytan uğraşıyor.
“Aman şimdi kılmayayım, canım isteyince kılarım!” derseniz kılamazsınız. Nefis, ölene kadar canımızı istetmez.. Nefsini aşıp şeytanı da dinlemezsen o zaman namaz kılınca çok hafiflersin. “İyi ki kılmışım!” dersin. Bir vakit geçirince diğer vakti kılmak daha da zor gelir.
Evet, çok haklısınız arada kılmayınca, kılmak çok daha kolay oluyor. Bırakınca da şeytan senin peşini bırakmıyor. Kılmayınca kendime düşük not veriyorum. Hayatımda hiç düşük not almadığım için üzücü oluyor. Ama inşallah başaracağım..
Şimdi geleceğiniz için ne planlıyorsunuz?
Çok güzel planlarım var. Önce burada güzelce dinimi öğreneceğim. Hâfızlık yapacağım inşâallah. Sonra da bu yaz eve gidip annemle helâlleşeceğim, ona ve en yakınlarıma İslâm’ı anlatacağım. Geri geleceğim. Hâfızlığımı tamamlayıp tebliğ için gayret edeceğim. Burada üniversiteyi gündemimden çıkardım. Asıl hedefim, ülkemin İslâm’ı duymaya ihtiyacı var. Onlara İslâm’ın huzur veren nefesini ulaştırmak istiyorum. İnşâallah sizler de bize çok duâ edin.
İnşâallah bizim dinimizde “hâl tebliği” (yaşayarak tebliğ) daha önemli… Siz de İslâm’ın güzelliklerini kendi hayatınızda sergileyip nice hidâyetlere vesile olursunuz, inşaallah...
MOĞOLİSTANLI HÂFIZ ASEMGÜL
Moğolistan’dan gelen ve Türkiye’de Hüdâyî Kursu’nda önce talebelik yapan, daha sonra da hafızlığını tamamlayan (Khabalkhan) Asemgül kızımızdan dinleyelim Moğolistan-Türkiye hattında geçen huzur yolculuğunu…
Asemgül Hanım, siz müslüman olarak doğdunuz. Budizm ve Şamanizm’in hâkim olduğu bir coğrafyada büyüdünüz. Etrafından etkilendiniz mi?
Moğolistan’da insanlar, genellikle ateist olduğunu söylerler. Ama başlarına bir felâket geldiğinde veya çocukları imtihanlara gireceği zamanlar dağlara çıkıp, dağa secde edip ondan yardım dilenirler. Dağdaki büyük kayaların etrafında tavaf ederler. Daha sonra oradaki ağaçlara bez bağlayıp dilek tutarlar. Ben de ister istemez onlardan etkileniyordum. Çünkü arkadaşlarımın çoğu, Budist veya Şamanistti. Bir gün çok önemli bir imtihanımız vardı. İmtihandan önce arkadaşlarımla dağa çıktık ve secde ettik. Bu, beni çok rahatsız etti. Yapmasam, arkadaşlarım ayıplayacaklar diye secde etmiştim.
Bana:
“-Hangi dindensin?” diye sorduklarında:
“-Müslümanım.” diyordum. Ama İslâm’ı yaşayacak bir bilgiye sahip değildim.
Türkiye’ye nasıl geldiniz?
Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye başladım. Ama içimde öyle bir eksiklik vardı ki, okulda okuyamıyordum. Sonra okulu bıraktım. Tekrar başka bölüme başvurdum. Orayı da okumadan bıraktım. O sıralar Türkiye’ye gelenler oluyordu. İki sene başvurdum, ama bir türlü gelmek nasip olmadı. Her gün duâ etmeye başladım. Ertesi yıl gidiş başvurularım kabul edilmişti.
Türkiye’ye gelip kursa başladığınızda aradığınızı buldunuz mu?
Evet, aradığımdan ötesini buldum. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem’i, İslâm’ın güzelliklerini öğrenince çok şaşırdım. Böyle güzel bir dini, 20 yaşıma kadar neden öğrenmedim diye; hatta daha önce Türkiye’ye gelenler, bize bu güzellikleri neden anlatmadılar diye bazı insanları suçlamıştım. İnşaallah ben döndüğümde, herkese bu güzel dini anlatmaya gayret edeceğim.
Buradaki arkadaşlar, bizim çok sevap kazandığımızı söylüyorlar. Hâlbuki bizim vebâlimiz de çok fazla.. Ama ben vebâlden ziyâde insanlara olan muhabbet ve merhametimden dolayı tebliğ etmek istiyorum.
Yaklaşık dört yıldır buradasınız, mutlu musunuz? Memleketinizi özlüyor musunuz?
Çok mutluyum. Bazen acaba ben ne hayır yaptım da Allah bana îmânı ve hâfızlığı nasip etti diye düşünüyorum. Ben de Moğolistan’da dağa-taşa tapıyor olabilirdim. Îman lezzetinden mahrum kalabilirdim.
Hâfız olmaya nasıl karar verdiniz?
İlk geldiğimizde burada hâfızlık cemiyeti vardı. Oradaki kızlar melekler gibiydiler. Onlardan çok etkilendim. Bizi Bursa’ya geziye götürmüşlerdi. Ulu Câmi’ye gittik. Orası çok huzurluydu. Oradaki “vav” harfinin altında duâ etmeye başladım. O kadar çok ağladım ki, sürekli şöyle duâ ediyordum.
“-Allâh’ım! Hâfız olmayı nasip et! Hâfız olup bu câmiye bir kez daha geleyim de şükür namazı kılayım.” dedim.
Rabbim duâmı kabul buyurdu. Hâfızlığımı bitirince de bütün hâfızları Bursa’ya götürdüler.
İşte benim hidâyet mâcerâm da böyle…
Son olarak eklemek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Çok değiştim. Moğolistan’dan geldiğimde nasıldım; oraya hafızlığımı bitirip dört sene sonra döndüğümde nasıl gittim?! Zihnimde Moğolca şarkılar bile kalmamış, hepsini unutmuşum. Rabbim, zihnimi, kalbimi Kur’ân’la süsledi. Elhamdülillah…
Buradaki genç kardeşlerime seslenmek istiyorum. Özellikle ergenlik çağında olanlar, dış hayattan çok etkileniyorlar. Ve bu güzel dinin kıymetini hiç bilmiyorlar. Hâlbuki o bomboş hayatta özenecek hiçbir şey yok!.. Eğer orada huzur olsaydı, biz bu dine girer miydik?! Biz çok aradık, zor bulduk. Lütfen siz elinizdeki îman ve İslâm nîmetinin kıymetini bilin ve onu aslâ kaybetmeyin!
Rabbimizin nîmeti, lütfu, ikramı o kadar bol ki, nasıl şükredeceğimi bilemiyorum. Sizden çok duâ bekliyorum. Bu nimetin kıymetini bilen kullarından olup son nefesimde müslüman olarak can verebilmem için, bir de kendi halkımıza bu güzel dini en güzel şekilde tebliğ edebilmemiz için...
İnşâallah biz de sizden duâ bekliyoruz. Ve bize zaman ayırdığınız için ikinize de teşekkür ediyoruz. Özellikle buralara gelip bize îman ve hidâyet nîmetinin kıymetini bir kez daha hatırlattığınız için…
YORUMLAR