İbadetten Uzaklaşma, İbadeti Külfet Görme
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allâh’a saygıdan kalbi ürperenler dışında, herkese zor ve ağır gelen bir vazifedir.” (el-Bakara, 45)
Bütün inanç ve sistemlerde, “Tanrı” ya da “yüce” kabul edilen varlığa ibadet etme, adakta bulunma, hediyeler takdim etme/sunak, duâ ya da âyin gibi merasim ve uygulamalar mevcuttur. İlâhî kaynaklı dinlerde, “namaz, oruç, hac” gibi ibadetler, uygulamada farklılıklar olsa dahî mutlaka mevcuttur.
Hızla sekülerleşen ve globalleşen dünyada, bedenin ihtiyaçları en üst noktalara kadar karşılanırken, rûhun ihtiyaçları geri plana itilmekte yahut görmezden gelinmektedir. İlâhî dinler açısından bakacak olursak, ibadet, Rab ile mânen irtibat kurma ve kulluğu yerine getirme vazifesidir. Ruhun boşlukları, ancak ibadet yoluyla doldurulur.
Yahudilikte namaz benzeri bir ibadet, günümüzde de bazı yahudilerce devam ettirilmektedir. Senede birkaç kez tutulan oruç, süresi ve insanı günlük işlerinden alıkoyması bakımından İslâm’daki uygulamadan farklıdır. Bu durum, günümüz Yahudilerinin günlük hayatlarını aksattığı için zor görülmeye başlanmıştır. Hac ibadetine gelince; Süleyman Mâbedi’nin yıkılmasının ardından hac ibadeti kutsal mekânları ziyaret şeklinde devam ettirildi.
Hıristiyanlık’ta günlük ibadet, “günlük duâ” şeklinde telâkkî edilir. Bunun için bir zaman ya da sınır çizilmez. Oruç ise, bir perhize dönüşmüş, kiliselerde “oruç takvimleri” yer almasına karşın, oruç, dileyenlerin tutacağı “vicdânî bir mesele” hâline gelmiştir. Hıristiyanlıktaki hac ibadeti de kutsal kabul edilen mekânları ziyaret şeklinde süregelmektedir.
Pek çok istisnâ olsa da genel tabloya bakıldığında, bugün yahudiler, dînî tören, ayin ve ritüellerin zor olması dolayısıyla ibadeti Şabat/Cumartesi gününe; Hıristiyanlık, Tanrı ile bağı koparmamak ve vicdanî rahatlama maksadıyla ibadeti Pazar günü Kilise Âyini’ne, Müslümanlar ise, maalesef “Cuma namazı, Bayram Namazı, Ramazan Orucu Müslümanlığına” hasretmişlerdir.
Müslümanların ibadetle münasebetlerini gösteren istatistiklere baktığımızda, en temel ibadet olan namazı düzenli kılanların sayısının seneler geçtikçe azaldığını görmekteyiz. Senede bir Ramazan ayında oruç tutma istatistikleri, namaza kıyasla daha yüksek olsa da, hastalık, dayanamama vb. sebeplerle oruç tutmama oranları da hızla artmakta…
Hayatın koşuşturması ve yoğunluğu içerisinde ibadetlere zaman ayıramadıklarını, imkân bulamadıklarını, ibadetin gerektirdiği hazırlıkları yapmaya üşendiklerini söyleyenlerin bilhassa gençler olması ise hayli düşündürücü… Sünnet çizgisine tutunup az yiyerek ya da Pazartesi-Perşembe orucu tutarak maddî-mânevî anlamda “haftalık detoks” yapmak varken, diyet listelerinde verilen “aralıklı oruç” modası, bize daha câzip gelmekte…
Buna ilâveten, ekran, internet ve dijital/sosyal mecrâlarda geçirilen vakitler günün büyük bir kısmını kaplamakta… Modern insan, rûhun açlığını dijitalin renkli dünyasında doyurmaya çalışmakta…
Doyumsuzluğu iyice artan ruhlar, bu kez alternatif dînî akımlara meyletmekte. Modern insan, külfet gördüğü ibadet açlığını, “yoga, meditasyon, trans gibi” Uzak Doğu ve şirk kökenli felsefelerde aramakta… Evinde, câmide bedava yapabileceği ibadetlere yahut ruh doyurma biçimlerine, bu modern felsefelerle binlerce lira nakit harcayarak vakit ayırmakta…
Çok Soru Sorma, Teferruata Dalma
Zamanın değişmesiyle nesillerin ilgi alanları, hayat tarzları, dine, inanca bakışları ve hattâ inancı bir ihtiyaç olarak görüp görmedikleri algısı bile değişti. Bunlara “Sanal Dünyanın Bilge Nesli: Z Kuşağı” yazı dizisinde değinmiştik.
Günümüz insanı araştırıyor, sorguluyor, kalbi ve daha mühimi aklı-mantığı mutmain olsun istiyor. Dolayısıyla önceki nesillerde var olan; “îman, tevekkül, sabır, itmi’nan” gibi pek çok değer, bugünün dünyasında yerini “Neden, niçin, nasıl, ne olacak ki?”ye bırakıyor.
Modern insan, kıyılarda geziyor. Helâl-haram çizgisi önemli bir değer olmaktan ziyade bir gelenek olarak görülebiliyor. Çok soru sorma (sorgulama) ve teferruat isteme; yahudi ve hıristiyanlar için yıkıcı bir durum oldu. Onlar bu hususta uyarılmış ve bundan men edilmişlerdi.
Konuya İslâm özelinden baktığımızda da Kur’ân-ı Kerîm’in temel hususları bize bildirdiğini, uygulama ve açıklama vazifesinin Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bırakıldığı görülür. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin ihtiyacı olandan başka “gereksiz konuşma ve soru sormayı” yasaklamıştır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Herhangi bir konuyu size emredip yasaklamadığım sürece, siz de beni kendi hâlime bırakınız. Sizden önceki ümmetleri çok suâl sormaları ve peygamberlerine karşı münakaşaya dalmaları helâk etti. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz.”[1]
Ölümü İstememek
Küresel projeler, “ölümsüzlük” üzerine kurulu. Mânâdan uzaklaşan insanoğlu, “ebedî/sonsuz hayat, yaşlanmamak, fânî olmamak” üzerinde derin bilimsel çalışmalar yapıyor. Oysa ki ne peygamberler, ne de ölümsüzlük tutkusuyla yaşayan Firavun ve Nemrut bu dünyada bâkî değildi. “Her canlı ölümü tadacak”tı.[2]
Yahudiler, kendilerini “Allâh’ın oğulları ve O’nu çok seven dostları olduklarını” iddia ettiler. (Bkz. el-Mâide, 18) Allah Teâlâ:
“Eğer bu iddianızda samimî iseniz, ölümü temennî edin!” (bkz. el-Cum’a, 6) buyruğuyla, onların bu iddialarını yalanladı. Âyet-i kerîmede yahudilerin ölümü istememeleri şöyle anlatılır:
“De ki: «Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allâh’a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.»” (el-Cum’a, 8)
Başkasına Söyleyip Kendini Unutmak
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- döneminde yahudi bilginlerine hitâben:
“(Ey âlimler!) Sizler Kitâb’ı (Tevrât’ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (el-Bakara, 44) âyeti nâzil olmuştur.
Yine âyet-i kerîmede, Tevrât’ın hükümlerini gereğince yerine getirmeyen Yahudiler, “kitap yüklü merkepler”e benzetilmiştir. (Bkz. el-Cum’a, 5)
Hıristiyan teolojisine sonradan giren, kilise tarihinin “Endülüjans” (günah bağışlama yetkisi) ve “Engizisyon” (Kilise mahkemesi) uygulamaları da “kendini başkasından üstün gören” kilise babaları, papaz ve diğer din adamlarının “başkasına söyleyip, kendini unutma” özelliğine dayanır.
Aynı ikaz, müslümanlar için de geçerlidir:
“Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (es-Saff, 2-3) âyetleri bizler için çok derin mesajlar taşır.
İnsan nefsi, başkalarının hata, kusur ve günahlarını görmekte çok mâhirdir. Asıl mesele, “çuvaldızı kendine batırabilme” olgunluğunu gösterebilmektir. Bu hususta bizlere çok net uyarılar vardır:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrac gecesindeki bir müşâhedesini şöyle nakleder:
“İsrâ gecesi dudakları ateşten makaslarla kesilen bir grup insan gördüm.
«-Ey Cebrâil! Bunlar kimdir?» diye sordum.
«-İlâhî kitabı okuyup başkalarına iyiliği emrettikleri hâlde kendilerini unutan dünya ehli hatiplerdir.» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 120, 231, 239)
Bir Modern Dünya Hastalığı Olarak “Mâlumatfuruşluk”
Gün geçmiyor ki, müslümanları saran, kuşatan, abluka altına alan dalgalar, akımlar, ideoloji ve modalar ortaya çıkmasın. Bizler hak ve hakikatle aramıza mesafe koydukça, rûhun boşluklarına da “-izm’ler” ve sapkın ideolojiler yerleşiyor. Bizden önce gelip geçen kavimler bir ibret aynası olarak Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde bize hatırlatılmakta…
“Bireyselleşme, kapitalizm, sekülerleşme, hedonizm ve modernizm” insanı tanrılaştırdı, insanın egosunu yükseklere çıkardı. Böylece ruhsuz ve duyarsız şahsiyetler yetişmeye başladı. Mânâ arayışını yitiren müslümanlar, mânâyı maddeye yüklemeye başladı. Maddeye hâkim olurken, mânâ kaybı yaşadık…
Modern çağda bilhassa Hıristiyanlık’taki akîde boşluğu ve teolojik çelişkiler; “peygambersiz din”, “deizm” ve nihayet “ateizm” gibi sapkın inançlara/inançsızlıklara zemin hazırladı. İlmî ve teknik ilerleme kateden Batı, “Tanrısız da yaşayabildiğini” (!) âdeta dünyaya haykırdı. Lâkin, ruhlarda açılan gedikler giderek derinleşince anlamsızlık savruluşu insanı intihara kadar sürükledi.
Batı’da doğan bu akımlar, müslümanları da hızla tesiri altına aldı. Asırlar evvel Allah Rasûlü’nün bildirdiği üzere taklit hastalığı bizi, “kertenkele deliğine girmiş olsalar” da, oraya kadar sürükledi:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak siz, önceki ümmetlerin yolunu (âdetlerini) karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Hattâ onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar siz de onları takip edeceksiniz.”
“Yahudi ve hıristiyanları mı kastettiğini” soran oradaki sahâbîlere, Peygamber Efendimiz:
“-Başka kim olabilir?” cevâbını vermiştir. (Buhârî, İ’tisâm, 14)
Ve şöyle buyurdu:
“Yahudi ve hıristiyanlar, Tevrât’ı ve İncîl’i okudukları hâlde içindekilerden faydalanmayan kişiler hâline gelmediler mi?” (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 160)
Bu yazının tamamında istifade edilen âyet ve hadislerde bildirilmiş olan Ehl-i Kitab’a olan tavır, bizzat onların kendilerine değil, düşünce dünyalarına, hayat tarzlarına, din ve kültürlerine yöneliktir.
İslâm’da diğer din ve kültürlere ait inanç, anlayış ve hükümler; Kur’ân ve Sünnet esaslarına göre değerlendirilmiştir. Bu itibarla müslümanların din ve inanç esaslarına zarar vermeyecek bir tarzda, yabancı kültürlerle irtibat kurmalarına engel olunmamıştır. Bilâkis müslümanın, geçmiş diğer kültür ve medeniyetlerin istifadeye lâyık yönleri hakkında bilgi sahibi olması teşvik edilmiştir.
“Hikmet, müminin yitiğidir; onu nerede bulursa, on(u öğrenmeye ve uygulamay)a en lâyık olan da odur.” (Tirmizî, İlim, 19) hadîs-i şerîfinin işaret ettiği mânâlardan biri de bu olsa gerektir.
İslâm, müntesiplerine evvelâ “şahsiyet ve karakter” sunar. Zamanımızda bir “aşağılık kompleksi” bizi kuşatmış ve değerler sistemimizi tesiri altına almıştır. Noel kutlamak, dinî bayramları sahil memleketlerinde tatilde geçirmek, “özgürlük” adı altında helâk olmuş kavimlerin amellerini işlemek, bunların işlenmesine göz yummak, “Carpe Diem/ Ânı Yaşa!” mottosuyla pompalanan “hazcılık” akımı, “inanmasa bile faziletli, merhametli, iyi insan olma” vurgusu, evlilik akdi olmaksızın birlikte yaşama alışkanlıkları ve neslin ifsâdı; “tahrif edilmek istenen İslâm projesinin” maalesef müslümanların hayatına aksetmiş tabiî, ancak menfî neticeleridir.
Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere; İslâm mükemmeldir, kemâle ermiştir ve kıyamete değin varlığını sürdürecektir:
“…Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim. Size nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3)
İslâm, ilâhî himaye altındadır, ancak müslümanlar değil!.. Eğer mevcut müslümanlar, mânevî çöküş ve erozyona kapılarak kendilerini değiştirirse, Allah da onlara olan nîmetini değiştirir[3] ve dinin hamisi olarak “gerçek müslümanları” gönderir.[4] Böyle bir durumda kaybeden İslâm olmaz; müslüman görünüşlü, ancak kalbi hidayetten uzaklaşmış insanlar olur. Nitekim Ehl-i Kitâb dediğimiz kavmin kötü âkıbeti ortadadır.
İslâm’ın ve müslümanların “var olmak” ya da “görünür olmak için” bastona/dayanağa ihtiyacı yoktur. Vesselâm…
İstifade Edilen Kaynaklar: Kur’ân-ı Kerîm Meâli, Heyet, TDV Yayınları, Ankara, 2002; Hadislerle İslam, Hadislerin Hadislerle Yorumu, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2014; TDV İslâm Ansiklopedisi, “Hırs” Md., İstanbul, 1998, c. 17, sh. 383; TDV İslâm Ansiklopedisi, “Haset” maddesi, İstanbul, 1997, c. 16, sh. 378.
[1] Buhârî, İ’tisâm, 2; Müslim, Hac, 412, Fezâil, 130-131. Ayrıca bk. Tirmizî, İlim, 17; Nesâî, Hac, 1; İbn-i Mâce, Mukaddime, 1.
[2] Bkz. Âl-i İmrân, 185; el-Ankebût, 57; el-Enbiyâ, 35.
[3] “…Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe, Allah da onlarda bulunanı değiştirmez!..” (Ra’d, 11)
[4] “Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah öyle bir kavim getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler; mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allâh’ın dilediğine verdiği bir lûtfudur. Allâh’ın lûtfu geniştir; O, her şeyi bilir.” (el-Mâide, 54)
YORUMLAR