Sözünde Durmamak/Hıyânet
Hadislerde münâfığın üç alâmetinden ikisi olarak ifade edilen; “sözünde durmamak” ve “hıyânet”, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerinde titizlikle durduğu bir haslettir. (Bkz. Müslim, Îman, 107)
Bir müslüman, mükemmele yakın namaz kılabilir, harika bir Kur’ân kıraatine sahip olabilir, geceyi ibadetle gündüzü oruçla geçirebilir. Lâkin sözünde durmamak veya hıyânet etmek gibi özelliklere sahip olmuşsa, kalp, münâfıklık hastalığına tutulmuş demektir. Bu durum, yahudi ve hıristiyanlarda da görülmüş ve müslümanlar bu konuda uyarılmıştır.
Hıristiyan teolojiden en büyük hıyânet örneği, Hazret-i Îsâ’nın havârisi Yehova’nın Hazret-i Îsâ’ya hıyânetidir. Îtikâdımıza göre, bunun bedelini, Hazret-i Îsâ’ya benzetilerek çarmıha gerilmekle ödemiştir. (Bkz. en-Nisâ, 157)
Irkçılık/Asabiyet, Taassup
İsrâiloğulları’nın felsefelerini “seçilmişlik” üzerine kurduklarından bahsetmiştik. Bu durum hâlen pek çok yahudinin de hayat felsefesidir. Kendilerini “efendi millet”, başkalarını “hizmetçiler, koyunlar” olarak görmektedirler.
Yahudiler, yahudileri her dâim korur, gözetir, kollar. Diğer din ve milletlerden olanlara her şeyi yapmayı mübah görürler. Bu durum hem dînî alt yapıdan, hem de asırlar boyunca dünyada bir oraya bir buraya sürgün yaşayıp kayıplar vermelerinden, acılar çekmelerinden kaynaklanır. Acı, onları güçlendirip, birbirlerine kenetlendirmiştir.
Hıristiyanlığın temsilcisi Roma ve Bizans’ta “seçilmişlik” vurgusu olmasa da Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmalarından ve böyle bir “tanrı”nın(!) kendilerine peygamber olarak gelmesinden hareketle bir “dînî taassup” göze çarpar. Müslümanların İstanbul’u fethiyle derinden sarsılan Bizans, kendi içerisinde asırlar boyu “hâkimiyet ve Roma” felsefesini devam ettirmiştir.
Bugünün İslâm milletlerine bakıldığında, belki de müslümanları bir araya getiren mânevî bir otoritenin olmayışından, müslümanların içe dönük bir anlayış geliştirdikleri göze çarpar. Bu içe dönüklük, kimi zaman Türk Dünyası, Arap Dünyası, Afrika Müslümanları, Avrupa-Amerika Müslümanları gibi teşkilâtlanma şeklinde dışa açılma çabaları olarak gözlemlenir. Osmanlı’nın inşâ ettiği “müslüman ve ümmet potasında birleşmek”; I. Dünya Savaşı’ndan sonra çözülmeyle neticelenmiştir. Bugün ülkemize baktığımızda, mülteciler ve bazı etnik gruplar müslüman dahî olsalar, kimilerince hor ve hakir görülmekte, “ümmet” şuurundan hızla uzaklaşılmaktadır.
Fitne-Fesat Bozgunculuk
Said Havvâ der ki: “Yahudiler tarihte pek çok fesada sebep oldular, ama devlet olma seviyesine Hazret-i Dâvûd’dan sonra günümüze kadar bir daha ulaşamadılar, dolayısıyla ikinci yükselişleri ve fesatları bugün yaşadıkları hâl olmalıdır ya da bu, onun bir başlangıcıdır ve bunun arkasından tekrar hezimetleri mukadderdir.”[1] Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Biz, Kitap’ta (Tevrat’ta) İsrâiloğulları’na, «Yeryüzünde muhakkak iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir kibre kapılarak böbürleneceksiniz.» diye hükmettik.” (el-İsrâ, 4)
Evanjelik Hıristiyanlık’ta, “Tanrı’yı Kıyamete Zorlamak ve Armagedon Savaşı” son zamanlarda sıkça gündeme getirilen hususlardır. Bugünkü muharref Hıristiyanlık inanışına göre, Îsâ Mesîh, yahudilerce çarmıha gerilmiş, üç gün çarmıhta kalıp sonra Tanrı’nın sağ yanına oturmuştur. Kıyamete yakın gelip hıristiyanları kutsayıp kurtaracaktır. Buradan yola çıkarak, Hıristiyanlık’ta “Îsâ Mesih beklentisi” oluşmuştur. Dünya’nın sonu gelip yeryüzünde kaos, fitne ve fesat artınca Mesih yeryüzüne inecektir. Bugün “yapay zekâ, insan bedenine çip takma, fiber teknoloji ve uzaya yerleşme projelerinin alt yapısı” bahsettiğimiz “yeryüzünde fesat çıkarıp düzeni değiştirme, Mesih’i bekleme, Tanrı’yı kıyamete zorlama” projelerinin bir tezâhürüdür.
Hâdiseyi, İslâm dünyası için değerlendirdiğimizde, kimi müslümanların da bu projelere “fikir, iş gücü, medya” üçgeninde destek verdiği görülmektedir. Algı operasyonları, halkı kin ve nefrete sürükleyici haber, yayın ya da içerikler üretmek/yapmak, gündemi saptırmak, cevaplara göre politika üretmek, “ayrıştırıcı, ötekileştirici” dil kullanmak, iftira atıp fitne tohumları ekmek, müslümanlara da sirayet etmiş, Kur’ân’da zemmedilen vasıflardır.
Zillet, Meskenet (Aşağılık Duygusu) ve Nemelâzımcılık
“Hani siz (verilen nîmetlere karşılık): «Ey Mûsâ! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın.» dediniz.
Mûsâ ise: «Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O hâlde şehre inin. Zira istedikleriniz sizin için orada var.» dedi.
İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allâh’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allâh’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sadece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir.” (el-Bakara, 61)
Âyet-i kerîmede açıkça bildirildiği üzere, İsrâiloğulları çölde kalplerinin temizlenip tezkiye olmaları için kalmışlardır. Lâkin bunun hikmetini anlayamayıp üstelik peygamberleri Hazret-i Mûsâ’yı bunaltıp durmuşlar, taşkınlığa devam etmişlerdir. Böylece üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuştur. Çölde kalmaya mahkûm olmuşlar, asırlar boyu da bir devlet kuramadan farklı milletlerin arasında, başka başka ülkelerde sürgün hayatı yaşamışlar ve hor görülmüşlerdir.
Hıristiyanlık tarihine baktığımızda, Haçlı ordularının müslümanlar tarafından birçok kez mağlup edilmesinin ardından hıristiyan ülkeler hayli zaman kendini toparlayamamıştır.
Osmanlı’nın yükseliş ve zirve dönemlerinde, Batı dünyası siyasî çalkantılar, kilise baskısı ve iç çekişmeler içerisinde kıvranıp dururken bir de Osmanlı Sultanları’nın kendilerine “ayar” vermesiyle asırlarca süren “aşağılık kompleksi”ne kapılmışlardır. Batı dünyasında “müslüman” denilince Osmanlı ve Türkler’in anlaşılması bundandır. Lâkin Batı, son iki yüzyılda üzerindeki ölü toprağını silkeleyip atağa geçmiştir.
Bugün Doğu milletlerinde, bilhassa biz Türkler’de görülen bir “aşağılık kompleksi” dikkati çekmektedir. İstisnâlar bir yana, dilde, fikirde, çalışma hayatında, üretimde, tüketimde, hayat tarzı ve yaşantıda yüzü Batı’ya dönük, gönül dünyasını Batılı figürlerin doldurduğu kompleksli bir gençlik yetişmektedir. Değerlerinden ve inançlarından hızla uzaklaşan bu nesiller, Batı taklitçiliğiyle birlikte “nemelâzımcılık” duygularıyla hareket etmektedirler.
Dünya Hayatına Düşkünlük/Hırs
Bugün yahudi ve hıristiyan toplumların hayat tarzı olan, “kaliteli hayat/lifestyle, life is good, yüksek standart, kaliteli eğitim, çok çalışıp daha başarılı olmak” isteği, medya ve tüketim alışkanlıklarının tesiriyle müslüman dünyada da net bir şekilde görülen “Ehl-i Kitap Hayat Tarzı” olmaktadır.
İslâm Dîni, helâlinden olmak kaydıyla “dünya için çalışmayı” bir prensip olarak sunar. Lâkin bu prensibin göz ardı edilen kısmı, “yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak”tır. İslâm, “kesb”i, yani çalışmayı, azmi, başarıyı hoş görür; lâkin hırsı, hoş görmez.
Hırs, insanı nefsânî duygularla yönetir. Hırslı insanın gözü dönmüş; kendini, âilesini, çevresini, değer ve duygu dünyasının unutmuş, âdeta kendisinden uzaklaştırmıştır.
“İbn-i Hazm’a göre haset duygusundan tamahkârlık, tamahkârlıktan da hırs doğar. Buna göre hırs, nefiste yerleşmiş olan tamahkârlığın dışa yansıması halidir.”[2]
Anadolu’nun bazı yörelerinde, bilhassa Konya bölgesinde kullanılan “hers/herslenmek” kelimesi, içinde bulunduğumuz hâli ne güzel açıklar:
Deve, çölde acıkmadan, susamadan haftalarca dolaşır. Ama çok sevdikleri bir diken vardır. Adı “harese”dir. Onu gördükçe dayanamaz, ağzını kanata kanata yer. Ağzı kanayıp tuzlu kanın tadını aldıkça yemeye devam eder. Müdâhale edilmezse hayvancağız kan kaybından ölebilir. İşte bu herstir, dünyaya tamahtır, ölümsüzlük arzusudur.
Doğruyu Gizleme, Sözü Değiştirme (Tebdîl ve Tahrîf)
Kur’ân’da “tahrif” kelimesi, Ehl-i Kitap’la ilgili olarak “kelimelerin anlam ve bağlamlarının çarpıtıldığını ve ilâhî kelâmın tahrif edildiğini açıklamak üzere” dört yerde geçer: el-Bakara 75; en-Nisâ 46; el-Mâide 13, 41.
İlk dönem kaynaklarındaki açıklamalar dikkate alındığında, Kur’ân’da geçen tahrifin, “anlamı çarpıtmak, söze yanlış mânâ vermek ve kelimeleri bağlamından uzaklaştırmak” gibi mânâlar taşıdığı anlaşılmaktadır.
A’râf Sûresi’nin 157. âyetinde belirtildiğine göre; Son Peygamber’in nitelikleri yahudi ve hıristiyanların ellerindeki Tevrat ve İncil’de yazılıydı. Sâff Sûresi’nin 6. âyet-i kerîmesinde ise, “Îsâ’nın kendisinden sonra Ahmed isminde bir peygamberin geleceğini müjdelediği” açıklanmaktadır.
Müslümanlar bu âyetleri okuyup mevcut Tevrat ve İnciller’de “Ahmed” ismini göremeyince hem Tevrat’ın hem de İncil’in muharref olduğuna hükmetmişlerdir.[3]
Tahrif, tebdîl ve doğruyu gizleme; bugün isim değiştirmiş “manipülasyon” adıyla hayatımıza girmiştir. Bilhassa medya ve marjinal gruplar, hâdiseleri, sözleri, fikirleri manipüle etmekte, Ehl-i Kitâb’ın mantığıyla hareket ederek, anlamak istedikleri şekilde yorumlamaktadırlar. Kitleler, bu yolla kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır.
Bu durum ikili ilişkilerde ve akraba-dost ilişkilerinde de görülmektedir. Manipülasyon, insanların davranış, görüş ve kanaatlerine tesir etmektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Yahudiler peygamberlerle alay ederek:) «Kalplerimiz perdelidir.» dediler…” (el-Bakara, 88)
Günümüzde dindarlık algısı düşük bazı insanların, “Benim kalbim temiz!” diyerek vicdanını rahatlatma çabası, geçmiş kavimlerden bugüne sirâyet eden manipülasyon örneğinin bir başka versiyonudur.
Sahtekârlık
Tarih, tekerrürle doludur. Îman kalbe tam yerleşmediği, kalp mutmain olup îmânın tadını almadığı zaman, hangi din ve inançtan olursa olsun; insan şeytana uymaya hazırdır. Otokontrol mekanizmaları tam çalışmayan insanlar, “iç dünyasında başka, dış dünyasında başka hâl ve tavırlar” alıp farklı davranışlar sergileyebilir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında bilhassa Medîne döneminde, farklı din ve kişilikteki insanlarla iç içe yaşadığı görülür. Ticarette, alışverişte, savaşta, günlük ilişkilerde “sahtecilik” yapan insanlara karşı Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavrı nettir:
“Bizi aldatan, bizden değildir.” (Müslim, Îmân, 164)
Bugün emlak sektöründen otomotive, üretimden tüketime hemen her alanda bir sahtecilik ve aldatma rüzgârı esmektedir. “İhsan” duygusuyla yaşayan müslümanları istisnâ tutarak diyebiliriz ki, Ehl-i Kitâb’ın “dinleri işlerimiz, işleri dinimiz gibi”dir.
Hıristiyanlık’ta, özellikle Protestanlık’la yükselen “iş ahlâkı felsefesi”, Batı’nın ekonomik gelişimine hayli tesir etmiştir. Dünyadaki “marka değeri olan” pek çok ürünün de yahudiler tarafından üretildiği unutulmamalıdır.
Batı taklitçiliğinde seviye kateden bazı müslümanların, iş, “üretim ve kalite” olduğu zaman taklidi bırakıp sınıfta kaldıkları görülmektedir.
Kıskançlık/Hased
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Geçmiş toplumların hastalığı size de bulaştı: Haset ve kin beslemek! İşte bunlar, kökten yok edicidir. Saçı tıraş eder demiyorum, aksine dîni kökünden kazıyıp yok eder!” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 56)
Kur’ân-ı Kerîm’de, yahudilerin, müslümanları “inkârcılığa döndürme” yönündeki niyet ve istekleri, onların “nefislerindeki hasede bağlanmak sûretiyle”; hasedin temelde bir duygu ve niyet meselesi olduğu vurgulanmış[4], aynı zümrenin “Allah tarafından müslümanlara lûtfedilen başarıları kıskanması” da “haset” kavramıyla[5] ifade edilmiştir.
“Haset ettiği vakit hasetçinin şerrinden Allâh’a sığınmak” gerektiğini belirten âyetteki[6] “hâsid” kelimesinden hasedin insanda “kendi tabiatından gelen bir duygu” olarak bulunduğu, “hasede” fiilinden de bu duygunun bazı kimseleri mâsum insanların zarara uğraması yönünde bir niyet ve temennîye sevk ettiği anlamı çıkarılmıştır.[7]
Katolik Hıristiyanlık’ta “Yedi Ölümcül Günah” olarak sıralanan “kibir, aç gözlülük, şehvet, öfke, haset, tembellik ve oburluk” içerisinde “haset” dikkati çeker.
Tarihî süreçte Roma ve Bizans’ın taht kavgaları, iç çekişmeleri, kardinal ve piskoposların kilise tarihine kazınan münakaşaları “haset” temeline dayanmaktadır.
Biz müslümanlara Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :
“Dedikodunun peşine düşmeyin, başkalarının kusurlarını araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, kin gütmeyin. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olun!” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 24, 28, 30, 32)
Fakat bilhassa âile içerisinde kardeşler, gelinler, akrabalar arasında “haset kaynaklı anlaşmazlıklar” olmakta, birbiri ile yakınlık bağı bulunan insanların gönlünde tamiri güç derin yaralar açılmaktadır. (Devam edecek)
[1] https://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk-beser/isra-suresi-kudus-ve-yahudilerin-ikinci-fesadi-2041481, (Erişim tarihi: 19.11.2021)
[2] TDV İslâm Ansiklopedisi, “Hırs” maddesi, İstanbul 1998, c. 17, s. 383.
[3] TDV İslâm Ansiklopedisi, “Tahrif” maddesi, İstanbul, 2010, c. 39, s. 422-424.
[4] Bkz. el-Bakara,109.
[5] Bkz. en-Nisâ, 54.
[6] Bkz. el-Felak, 5.
[7] TDV İslâm Ansiklopedisi, “Haset” maddesi, İstanbul 1997, c. 16, s. 378.
YORUMLAR