ÖZGÜRLÜĞÜN KADINCASI
XIX. yüzyıl, artık kadının kadınla rekabetinin sona erdiği, ermeye başladığı ve kadının rakip olarak kendisine erkeği seçtiği bir yüzyıldır. Bizim coğrafyamızda, hiç değilse o yıllarda, tam karşılığını kolay kolay bulamayacağımız bir duygudur bu. Kadının erkeği rakip olarak görmesi, erkekle/erkeğiyle yarışmaya başlaması, ezildiğini, horlandığını, aşağılandığını düşünmesi ve pek tabii ki, böylesi bir savaşa, her şeyden önce kendisini, yani bir kadın olarak kendisini var edebilmek için ihtiyaç hissetmesi...
Bu duyguların oluşumu, Batı kadınında, modernleşmeyle birlikte başladı ve gelişti. Yerkürenin doğusunda yaşayan kadınların, biraz geç olmakla birlikte, aynı duyguları hissetmelerinden daha tabiî bir şey olamazdı; zira modernleşme sürecinin, farklı kültür ve gelenekleri kuşatması çok sürmedi. (…) “Akıllı kadın”... güçlü bir imaj. “Duygusal kadın” ise tam aksi… Sulu göz, hassas, melankolik, aldatılmaya müsait kadın... Bütün bunlar, erkeklerle rekabette elverişsiz özellikler olarak algılanıyor ve eğitimin ilk yıllarından itibaren kadın, bu yönlerini bastırmayı öğreniyor.
Kadın ‘anne’ olamadığı sürece ‘aile’den söz edemeyiz. Siz hiç “kariyer kadını” olup da âilesini, hayatının öncelikleri arasında ilk sıraya koyan birisine rastladınız mı? Kadın-erkek ilişkisi, toplumsal rekabet adına, “süreklilik” vasfını yitiriyor. “Kaçamak yapmak” ile “aşk yapmak” arasında ne fark var? Modern erkekler ve kadınlar aşk yapıyorlar, ama âşık olmuyorlar. Tıkınıyorlar, ama yemek yemiyorlar. İlişkiye geçiyorlar, ama iletişime geçemiyorlar. Karşılıklı olarak konuyorlar, ama bir türlü konuşamıyorlar; sadece konşu olmakla yetiniyorlar. Kaybedişin en temel karakteristiği, işbu insanî özün kaybedilişidir; insanın kendi özüne yabancılaşmasıdır. Modern kadının annesinden, anneannesinden utanmasının ardında da aynı neden yatıyor. Çünkü ‘annelik’ gibi, ‘ev kadınlığını’ da bir kâbus gibi görüyor.
Bir düşünelim bakalım, modern kadın, niçin annesinden çok, babasına benzemek, onun yerini almak istiyor?
Anne zayıflığı, baba gücü temsil ettiği için!.. Gücün erkeksi karakteri, kadının sosyal beklentilerine uygun düştüğü için!.. Kadının zayıf sanılan özelliklerinin, yani kadınsı duyarlılıkların gerçekte ne kadar büyük bir gücü içinde barındırdığı, hiç ama hiç anlaşılamadığı için...
Sentezi olmayan bir ilişki bu, yani salt bir tez-antitez çatışması… Çocuk unsurunu dışlayan bir ilişki… Garip bir ilişki… Bir yönüyle baba-kız ilişkisi. Çünkü bir iktidar ilişkisi… Bu ilişkide sahip olan unsur var, ama ait olan unsur yok. Sahip olmaya çalışan taraflar arasında negatif ilişki olur ve fakat iletişim olmaz. Sahip olan, olmak isteyen var; ait olan, olmak isteyen yok.
Kısacası, modern dönemde kadının özüyle birlikte âidiyet duygusunun kaybetmesine de tanık olmuş bulunuyoruz.
Özgürlük dedikleri, sanırım böyle bir şey. (Dücane Cündioğlu, Yeni Şafak 21.10.06)
ANNESİNE BENZEMEK İSTEMEYEN KIZLAR
Salonda kız öğrenciler çoğunluktaydı. (…) Suâl sorma hakkımı kullandım: “Ev kadını mı, iş kadını mı olmak istiyorsunuz?”
Cevap vermekte tereddüt ettiler... Ben de hemen kipi değiştirdim: “Müslüman kızlarımız daha çok ev kadını mı, iş kadını mı olmayı istiyorlar?” Hepsi birden şu cevabı verdi: “Elbette iş kadını olmayı istiyorlar!” (…)
“Anneleri gibi olmayı istemedikleri için işkadını olmayı tercih ediyor olmasınlar?” diyerek suâl sormayı sürdürünce, hiç düşünmeksizin “Evet” diye karşılık verdi gözleri; dillerinden ise belirli belirsiz bir “herhâlde...” sözcüğü çıkıverdi.
Kızlarımız, anneleri gibi olmayı niçin istemezler ki?..
Bu soru(n) hakkında kimse konuşmaya istekli olmadı...
Salondakilere, bir vesileyle, Tanrı’nın varlığından hiç kuşkulanıp kuşkulanmadıklarını sordum; susarak (!) cevap verdiler. Dünyanın döndüğünden hiç kuşkulanmış olup olmadıklarını sorunca, bu sefer “hayır” demekten çekinmediler.
İmanın mâhiyeti değişmişti. Kuşku, metafizik alanda güçlenmiş, fizik alanında yok olmuştu anlaşılan.
“Peki annelerinize, anneannelerinize Tanrı’nın varlığından hiç kuşkulanıp kuşkulanmadıklarını sorsak ne cevap verirler sizce?”
Müsbet bir cevabın, annelerimiz ve anneannelerimiz için mümkün olamayacağı husûsunda ittifak vardı. Hatta biri “Bizi sopayla kovalarlar.” deyince bütün salon bastı kahkahayı…
“Dünyanın döndüğünden ya da gâvurların aya çıktıklarından kuşkulanıp kuşkulanmadıklarını sorsanız onlara?”
Cevap kesindi: Annelerimiz, anneannelerimiz muhakkak kuşkulandıklarını söyleyeceklerdi.
Hâl böyleyken, kızlarımız niçin anneleri gibi olmayı istemiyorlardı acaba? (D. Cündioğlu, Philo Sophia Loren, Gelenek Yayınları, s. 24-25)
ÖZGÜRLEŞTİKÇE ÖZÜNE YABANCILAŞAN KADIN…
Modern zamanlarda kadın, fıtratına ihanet edercesine erkekleşmeye başladı. Kadın, daha az kadın, daha az anne, daha az eş olmakla özgürleştiğini sandı. Evin yerini sokak, mutfağın yerini büro, anneliğin yerini iş hayatı, mahremiyetin yerini teşhir aldıkça kadının erkekleşmesi kaçınılmaz oldu. (…)
Modern kadın özgürleştikçe, yani özüne, doğasına, nefsine bırakıldıkça açılıyor, teşhir ediyor; göze hitap etmek, gözün dikkatini çekmek için elinden geleni yapıyor. Öyle ki, sadece süslenmekle, takınmakla, takıştırmakla yetinmiyor; doğal süsleriyle ortaya çıkıyor; mümkün olabildiğince bedenini gözler önüne seriyor. Çünkü karşıt cinsin kendisinden bunu talep ettiğini, ancak böyle yapmakla göze gireceğini biliyor; beğenmenin biçimi sadece beğenilenin tercihiyle değil, beğenenin talebiyle de belirleniyor. (…)
Modernlik, kadını özgürleştirmekle, göz önüne çıkarmakla, güya ona kendi doğallığı içerisinde hareket hakkı vermekle, aslında kadına dilediğince nefsinin peşinden gidebilmesinin yollarını açtı. Bu süreçte modern kadın, özgürleştiğini düşünürken nefsinin esiri oldu. Öyle ki, artık modern erkek kadınlaşırken, modern kadın erkekleşiyor; doğurganlığını kaybettikçe yaratıcılığını da kaybediyor. Ne yazık ki, Müslüman kadınlar da… Çünkü onlar da artık babaanneleri gibi olmak istemiyorlar. (Philo Sophia Loren, s. 58-59)
KİTLE KÜLTÜRÜNÜN DİŞİLLİĞİ İÇİNDE AZALAN ERKEK KİMLİĞİ
Osmanlı münevverleri, Batı ile karşılaştığında cemiyet hayatının “kadınsızlığını” kalemlerine ve fikirlerine dert edinmişti. Kadını olmayan cemiyetler geri kalmaya mahkûmdu. Kapalı kapıların ardındaki kadınlara değil, omuz omuza ilerleyecekleri “arkadaş kadınlar”a ihtiyaçları vardı. Bu ihtiyaç hem batıcıların hem de Türkçülerin kaleminde en belirgin şekilde dile getirildi. Kadınlar “yeni kadın” tipini tartıştılar. Olması gereken kadın tipi konusunda eli kalem tutan kadınların ortak bir görüşü yoktu. Ancak olmaması gereken kadın hakkında hemen hemen hepsi hemfikirdi. Anneleri ve nineleri gibi olmak istemiyorlardı. Kim gibi olmak istiyorlardı? Soruyu sanıyorum hiç böyle sormadılar. Böyle sormayı göze alamadılar. Daima olmaması gereken üstünden fikir beyan edildi. Ya da Batılı kadınların en ideal olanları ile Osmanlı kadınlarının en kalburun altında kalanları bir mukayeseye tâbi tutuldu.
Meşrûtiyet’ten itibaren kadınlar üzerine fikir beyan eden çalışmalar arttı. Buna paralel olarak Batı ürünlerinin satışı da artış gösterdi. Batılı fikirler Batılı hayat tarzının benimsenmesi, Batılı hayat tarzının benimsenmesi Batı ürünlerinin ithalatının artması demekti.
Meşrûtiyet aydınlarının kitle kültürü üzerine düşünmesini beklemek söz konusu değil. Fakat bugün gündelik hayat içindeki yozlaşmaları ve özellikle kadın ve erkeklerin davranış kodlarındaki değişikliği kavrayabilmemiz için özellikle İslâmî kesimin kitle kültürü üzerine yoğunlaşması gerekiyor. Çünkü içinde mahpus kaldığımız kitle kültürü dişil bir kültür ve bu dişil özellikler en fazla erkek fıtratını bozuyor.
Kitle kültürünün dişilliğine dikkat çeken Edgar Morin, belirli refah düzeyine erişen toplumlarda kültürün kadınsılaştığını vurgulayarak erkeklerin daha duygusal, daha yumuşak ve daha zayıf olduğuna dikkat çekti. Morin bu görüşlerini 1962 yılında dile getirdiğinde sanırım ne demek istediği çok anlaşılmamıştı.
- yüzyılda Müslümanlar kitle kültürü içinde kadınlar üzerinden direnç oluşturmaya çalışıyor. Bu direnç oluşmadığı gibi kadınlar üzerinden yapılan vurgular tam tersine başörtüsü yasaklarında olduğu gibi Müslüman bireyin dünya/ahiret uyumunu bozarak global politikalar için zayıf halka durumuna indirgiyor. Bu konu ile ilgili olarak Anlayış dergisinin Ağustos sayısında Fehmi Koru ile yapılmış röportaja özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Fehmi Koru hükümetin, başörtüsü yasaklarının global politikalar ile bağlantısını anlayamadığı sürece bir mesafe kaydedemeyeceğine temas ediyor.
Netice olarak şunu söylemeye çalışıyorum: Kitle kültürünün ezici dişilliği altında İslamiyet’i kadınlara, kadınların dindarlığını başörtüsüne indirgeyen tutum İslami kesimde yozlaşmalara sebep oluyor. Azalan erkek kimliği üzerinde özellikle erkek akademisyenlerin ciddi çalışmalar yapması gerekiyor. Mesela dişil kitle kültürü Müslüman erkek profilini nasıl etkiliyor? Bu etkiyi tespit edebilmek için çok satan kitaplardaki insan tiplemeleri iyi bir başlangıç gibi gözüküyor. (Fatma K. Barbarosoğlu, Yeni Şafak, 20.08.06 )
YORUMLAR