Misafirperverlik, toplumumuzda yüzyıllardır yaşayan, inanç ve kültürümüzden gelen en temel değerlerimizdendir. Bu millet, kendi durumu ne olursa olsun, elindekini misafirleriyle paylaşmaktan, ikram etmekten, misafir ağırlamaktan müthiş haz alır, bundan huzur duyar. Toplumumuzda; “Misafirsiz ev, bereketten mahrum kalır.” fikri hâkimdir. Eskiden beri bu necip millet, âdeta kılı kırk yararak misafirine hizmette kusur etmemeye çalışmıştır.
Meseleye kavramlardan yola çıkarak devam edersek, mâlum olduğu üzere misafirlik; “ev halkından olmayan kişi veya kişilerin yolculuk, dâvet, ziyaret vb. sebeplerle geçici bir süreyle bir hânede, bir beldede konuk edilmesi, ağırlanması”dır.
Misafire güzel muâmele, yüce dînimizin tavsiye ettiği faziletlerdendir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere;
“…İyilik ve takvâda yardımlaşınız…” (el-Mâide, 2) buyurarak inananların birbirleriyle yardımlaşmasını, dayanışmasını emreder. Dolayısıyla Müslümanlar misafirlik ölçüsünü aralarındaki kardeşlik anlayışının yaygınlaşması adına yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma olarak bir ibâdeti ifâ etme şuuruyla değerlendirirler. Misafire hânelerimizin kapılarını açmanın yanı sıra yüreğimizi de açma hususu, İslâm’ın insana verdiği değerin, kardeşliğin, paylaşma ve kaynaşmanın önemini ortaya koymaktadır.
Misafire ikram, mü’minlerin, içinde yaşadığı topluma olan vazifelerinden birisidir. Bu güzel haslet, Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-’dan son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar uzanan nebevî bir sünnettir. Misafirperverlik ve cömertlik, başta peygamberler olmak üzere bütün Hak dostu seçkin insanların ortak özelliği olmuştur.
Âlemlere rahmet Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm- misafiri çok severdi, hânesinden misafir hiç eksik olmazdı; bu konuda din ayrımı gözetmezdi. Her misafire aynı iyi muâmeleyi gösterir, aynı nezaket ve anlayışla hizmet ederdi.
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir müşrik misafir oldu. Efendimiz, ona süt ikram etti, adam içti. Bir daha ikram etti, onu da içti. (Adam ne kadar istediyse, Peygamberimiz de ikrâm etmeye devam etti.) Peygamberimizin bu ikramdaki fark gözetmeyen cömertlik nezâketi karşısında adam ertesi sabah müslüman oldu. (Bkz: İbn Sad, Tabakât, I, sh: 316)
Kâinâtın iftihârı Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mescidinin hemen yanında devamlı ağırladığı “Suffa ashâbı” bulunurdu. Bunlar gece gündüz orada kalan fakir, muhtaç, kimsesiz ilim tâlipleriydi. Onların kaldığı bu mekânda çoğunlukla yolcu ve misafirler de ağırlanırdı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı suffede kalan bu talebe ve misafirleri, kendi âile fertleri gibi görür ve gözetirdi. İmkânı olduğu müddetçe suffe ashâbını bizzat ağırlar, yedirir ve içirirdi. İmkânı olmadığı zamanlarda da ashâbını, bu kimseleri gözetmek hususunda ikaz ve teşvik ederdi.
Müslüman olmak ve İslâm’ı öğrenmek için Arabistan’ın çeşitli yerlerinden birçok misafir gelirdi. Peygamber Efendimiz, evinde ne var ne yoksa bu misafirlerine ikram eder, zaman zaman kendisi de hâne halkıyla birlikte aç olarak sabahlardı.[1] Bu haldeyken bile Efendimiz -aleyhissalâtu vesselâm- geceleri uyanır, misafirlerin bir ihtiyaçlarının olup olmadığını sorar, onları uğurlayıncaya kadar her türlü ihtiyaçlarını karşılar, giderken yanlarına yol azığı koyar, cep harçlığı verirdi.
* * *
Bu şekilde dînî bir dayanağı, geçmişi ve pek çok misali bulunan misafiri sevmek, yedirip-içirmek, iyilik edip ağırlamak hâdisesi, Peygamber Efendimizin teşvik ve tavsiyesi olarak içimizde hâlen yaşayan kuvvetli sünnetlerden biridir. Misafiri sevmek, onu izzet ve ikram ile ağırlamak, aynı zamanda îmanın göstergesidir. Çünkü insan, dünyevî bir karşılık beklemeden, bu iyilikleri, sırf Allah emrettiği için ve âhirette amel defterinde karşısına çıkacağı inancıyla yapar. Bu da Allâh’a ve âhirete îmanın açık bir işaretidir.
Nitekim Ebû Hureyre’den gelen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“Allâh’a ve âhiret gününe imân eden kimse, misafirine ikram etsin. Allâh’a ve âhiret gününe imân eden kimse, akrabasına iyilik etsin. Allâh’a ve âhiret gününe imân eden kimse, ya faydalı bir şey söylesin veya sussun.” (Buhârî, Edeb, 85)
* * *
Dilimizde yaygın olan, “Tanrı misafiri” sözü, kim olursa olsun misafirlerin Allâh’ın emâneti olduğu düşüncesinin tezahürüdür. Bu da aziz milletimizin misafire verdiği değeri, ona gösterdiği itibarı ortaya koymaktadır. Ecdâdımız, misafire ikram edilecek şeylerin aile bütçesini daraltmayacağı anlayışını serdetmek için:
“-Misafir kendi kısmetiyle gelir.” demiştir.
Kendi yemeyip misafirine yediren, eli dar, fakat gönlü geniş insanların, yeteri kadar ikram edemedim diye üzülmemesi için de:
“-Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer.” diye bir çıkış yolu bırakmışlardır.[2]
* * *
Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- misafirin duâsını, makbul duâlar arasında zikretmiştir.[3] Zira misafir yurdundan-yuvasından uzakta bulunduğundan garip bir haldedir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; misafirin ağırlandığı bir hânenin sâhiplerine mutlaka hayır ve bereketin ulaşacağını bildirmiştir.[4] İmkânı olduğu halde misafir ağırlamak istemeyen kimseyi de uyararak
“Misafir ağırlamak istemeyen kimsede hayır yoktur.”[5] buyurmuşlardır.
* * *
Misafirperverliğin “Peygamber âdeti” olduğundan bahsederken bu konuda zirve Peygamber Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-’dan bahsetmeden geçemeyiz. Çünkü Hazret-i İbrâhim’in misafire olan ilgi ve alâkası dillere destandır. O cömertliği ve misafirperverliği ile anılan büyük bir peygamberdir. O’nun bazen on deve, bazen tam iki yüz koyunu misafirleri için kesip ikram ettiği anlatılır. Hazret-i İbrahim’in misafirsiz geçen günü olmazdı. Eğer misafiri olmazsa pazara gider misafir arar, bulur, evine getirirdi.
Yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i İbrâhim’in hiç tanımadığı misafirlere nasıl izzet ve ikram ile ağırladığından şöyle bahsedilir:
“İbrâhim’in ağırlanan misafirlerinin haberi sana geldi mi? (Bunlar melekelrdi.) Onlar İbrâhim’in yanına girmişler, selam vermişlerdi. İbrâhim de selâmlarını almış, içinden de: «Bunlar yabancı kimseler…» diye geçirmişti. Hemen âilesinin yanına varıp, semiz bir dana pişirip getirmiş, onlara sunarak, «Buyurun! Yemez misiniz?» demişti...” (ez-Zâriyât, 24-27)
Bu misalde misafire yakın alâka, sevgi, saygı ve güler yüze vurgu var. O halde yalnızca maddî ikram misafir ağırlama için yeterli değildir, onları hoşnut edici sıcak yaklaşımlar da gerekir. Nitekim Hazret-i İbrâhim misafirlerin selâmını en güzel tarzda alıp onları hânesine buyur ediyor. Sonra onların yanından yavaşça çıkıp misafirlerine en güzel yemekleri hazırlaması için hanımına yardım ediyor. Yemek, ikramını tatlı dil ve gâyet samimi bir nezâket içinde bizzat kendi elleriyle yapıyor.
İşte bu mükemmel misafirperverlik geleneği, “tek başına bir ümmet olan” Hazret-i İbrâhim’den oğlu Hazret-i İsmâil’e geçmiş, ondan Arap milletine, oradan da bütün İslam âlemine yayılarak devam edegelmiştir. (Devam edecek)
[1] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 10.
[2] Bkz: İmâm-ı Nevevî, Riyâzü’s Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Erkam, II, sh. 404, İstanbul, 2015
[3] Ebû Dâvud, Vitr 29; Tirmîzî, Deavât 47.
[4] İbn-i Mâce, Eti’me, 55.
[5] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 155.
YORUMLAR