Misafir Ağırlamaya Genel Bakış

Yemeğini yalnız yemek istemeyecek kadar misafire düşkün ve bu hususiyeti ile de zirve olan Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın soyundan gelen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetiyiz çok şükür…

O güzeller güzeli Rehberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in doyumsuz sohbet halkalarında ve destansı eğitimiyle yetişen ashâb-ı kirâm efendilerimiz -radıyallâhu anhüm- de misafirperverlikte yarış hâlinde idiler. Ve bu yarışla; ka’bına varılması zor, havsalamızı sarsacak ibretlik hâdiselere imza atmışlar, îsârın ne olduğunu yaşayarak sergilemişlerdi tarihte...

Bu hâdiselerin en dikkat çekicilerinden birini hatırlayalım hep birlikte:

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:

“-Ben açlıktan bitkinim!” dedi. Aleyhissalâtü vesselâm, derhal hanımlarından birine haber gönderip yiyecek istedi. Ama o vâlidemiz:

“-Seni hak ile gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, yanımızda sudan başka bir şey yok!” diye cevap verdi. Aleyhissalâtü vesselâm, bunun üzerine diğer bir hanımına haber gönderdi. O da aynı şeyi söyledi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sonunda:

“-Bu (bitkin derecesinde) aç olan şahsı kim misafir edip (doyurursa) Allah ona rahmet edecektir!” buyurdu.

Ensardan Ebû Talha -radıyallâhu anh- kalkıp:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben misafir edeceğim!” buyurdu ve onu evine götürdü. Evde hanımına:

“-Evde yiyecek bir şeyler var mı?” diye sordu. Hanımı:

“-Hayır, sadece çocukların yiyeceği kadar var!” dedi. Bunun üzerine Ebû Talha:

“-Sen onları bir şeylerle avut, sonra da uyut. Misafirimiz girince, ona sanki yiyormuşuz gibi görünelim. Yemek için elini tabağa uzatınca lambayı düzeltmek üzere kalk ve onu söndür!” diye tenbihatta bulundu. Kadın söylenenleri yaptı. Beraberce oturdular. Misafir yedi. Karı-koca o geceyi aç geçirdiler. Sabah olunca Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimize geldiler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Talha’ya:

“-Dün gece misafirinize olan davranışınız sebebiyle Allah Teâla Hazretleri taaccüp etti (ve güldü)!” buyurdu ve bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmenin nâzil olduğunu haber verdi:

“Ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar dahî, onları kendi nefislerine tercih ederler.” (el-Haşr, 9) (Hadis için bkz: Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 10, Tefsir, Haşr 6; Müslim, Eşribe 172)

* * *

Peygamber Efendimiz, misafir ağırlamanın fazileti hakkında şu müjdeleri vermiştir:

“Misafir rızkı ile gelir, ev halkının günahlarının affına sebep olur.” (Nebhânî, Fethu’l-Kebîr, I, 77)

“Allâh’a ve kıyamete inanan, misafirine ikram eylesin!” (Buharî, Nikâh, 90; Edeb, 31, Rikak, 23)

“Misafirin duası makbuldür.” (Ebû Dâvud, Vitr, 29; Tirmizî, Birr, 7)

* * *

Enes -radıyallâhu anh-’den nakledildiğine göre Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Sa’d bin Ubâde’nin yanına geldi. Sa’d derhal bir parça ekmek ve zeytin çıkarıp Rasûlullâh’a ikram etti. Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları yedikten sonra ona şöyle duâ etti:

“Evinizde hep oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin, melekler de duâcınız olsun.” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 54)

Câhiliye toplumunda misafir, çoğu kişi tarafından genellikle maddî ve mânevî bir külfet olarak algılanırdı. Çünkü insanlar bu ağırlamayı, Allâh’ın rızâsını kazanacak ya da güzel ahlâk sergileyecek bir vesîle olarak değil, toplumsal bir gelenek ya da sosyal bir mecburiyet olarak yerine getirirlerdi. Bu konuda ancak ve ancak menfaat sağlama ihtimali, onlar için şevklendirici olurdu.

İslâm ise, fakir-zengin bütün misafirlere az veya çok ikram edilmesini tavsiye etmiş, misafirlik hukukunu tanzim etmiştir. Misafir ağırlamak, maddî bir menfaat gözetilerek yapılmaz. Zira o zaman bu, ikram değil, bir ticarete dönüşür.

Kur’ân-ı Kerîm, insanın maddî ikramlardan önce ve daha ziyade, misafirine sevgi, güler yüz ve benzeri mânevî ikramlarda bulunmasına dikkat çekmiş; insanî münâsebetlerde güler yüz ve tatlı dilin, başa kakmak sûretiyle zâyî edilen maddî ikramlardan daha makbul olduğunu haber vermiştir. Bu hususta selâm alıp vermek misâlinde olduğu gibi, iki tarafın da birbirine selâmet dilemesi, müslümanlar arası karşılıklı iyi niyet ve muâmelenin şekli öğretilmektedir:

“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır.” (en-Nisâ, 86)

Görüldüğü gibi Kur’ân ahlâkında, güzel davranışlarda bulunma konusunda bir yarış söz konusudur. Mü’minin daha misafiri karşılarken verdiği selâm bunun güzel bir misalidir.

Misafir ağırlamayla ilgili olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de dikkat çekilen ikinci husus ise, misafirin rahat ettirilmesidir. Bu hususta, öncelikle misafirin bütün muhtemel ihtiyaçlarının, ağırlayacak kişi tarafından özenle düşünülmesi; onun söylemesine ve hissettirmesine gerek kalmadan bu ihtiyaçların karşılanmasıdır. Bu tavrın en canlı misallerinden biri Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın misafirlerinden bahsedilen kıssada yer alır. Bu âyet-i kerîmelerde bir yandan Hazret-i İbrahim’in karşılaştığı bir olay haber verilirken, bir yandan da Kur’ânî bir üslupla misafir ağırlama âdâbı öğretilmektedir:

“Sana İbrahim’in ağırlanan misafirlerinin haberi geldi mi? (Bunlar meleklerdi.) Onlar, İbrahim’in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrahim de selâmı almış, içinden, «Bunlar, yabancılar!» demişti. Hemen (sezdirmeden) âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş, onların önüne koyup «Yemez misiniz?» demişti.” (ez-Zâriyât, 24-27)

Yukarıdaki âyetlerde ilk dikkat çeken şey, misafire karşı olan ikramın sezdirmeden yapılmasının daha güzel olduğudur. Çünkü misafir olan kişi, çoğu zaman nezâketinden dolayı karşı tarafa ihtiyaçlarını hissettirmez. Hattâ çoğu zaman da ince düşünceli davranarak kendisine yapılacak olan ikramları engellemeye çalışır. Böyle bir kişiye, meselâ bir ihtiyacı olup olmadığı sorulacak olsa, büyük ihtimalle olmadığını söyleyecek ve teşekkürle karşılık verecektir. Bu durumda da Kur’ân ahlâkına göre, gösterilecek olan en uygun tavır, ikramın sezdirilmeden yapılması, kesinlikle misafirin kendisine sorulmadan, her şeyin ince ince düşünülerek hazırlanıp sunulmasıdır.

Yine bu âyetlerde işaret edilen bir başka güzel tavır da, söz konusu ikrâmın gecikmeden yapılmasına yöneliktir. Böyle bir tavır, her şeyden önce kişinin, misafirin varlığından duyduğu memnuniyeti ifade eder. Çünkü ikrâmın âyette de bahsedildiği gibi, “hemen”, “çok geçmeden” yapılmış olması, kişinin karşı tarafa hizmet etme ve ağırlama konusundaki tevazuunu ve şevkini ortaya koyar.

Zâriyât Sûresi’ndeki bu âyet-i kerîmelerden çıkarılabilecek bir başka uygun tavır ise şöyledir:

Hazret-i İbrahim evine gelen misafirleri tanımadığı hâlde yapabileceği ikramın en iyisini yapmaya çalışmış ve hemen giderek “semiz bir buzağı” ile geri dönmüştür. Hazret-i İbrahim’in misafirlerine sunduğu yiyecek türü, ettir. Etin en lezzetlisi, en sağlıklısı ve en besleyicisi de en “semiz” olanıdır. Yani misafir ağırlanırken malzemelerin en tazesi, en kalitelisi ve en lezzetlisi seçilerek, özenli bir biçimde hazırlanmalıdır ki, bu şekilde davranmak, âyet-i kerîmenin işaret ettiği hususlardan birisidir. (Zemahşerî, Keşşâf, IV, 30; Fahreddin Râzi, Tefsîr-i Kebîr, XXVIII, 213-214)

* * *

Kur’ân ve Sünnet terbiyesi ile yetişen Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn neslinden, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın dillere destan misafirperverliğinden günümüze gelene kadar köprülerin altından çok sular aktı elbette... Peki, hâl-i hazırda bu meselede ne gibi yanlışlar yapılmaktadır? Nelere dikkat edilmesi güzel olur? Kısaca bu sorulara cevap arayalım:

Bundan yaklaşık on yıl önce dinlediğim bir seminerinde Münir Arıkan şu ifadeleriyle konuyu başka bir boyutuyla mercek altına almıştı:

“-Diyelim ki başbakan bizi aradı ve «Oğlum sizin evinizde bir hafta misafir kalacak, halkımızın arasından siz seçildiniz.» dedi. Evdeki konuşmalarımız nasıl değişir; başbakanın oğluna karşı hitap tarzımız nasıl olurdu? Gelen, Başbakanın oğlu, onun bir haftalık emaneti... Peki, ya çocuklarımız? Rabbimizin hayat boyu emâneti… Onlar da en az o misafir kadar özel; hattâ sorumluluğu çok daha büyük…”

Misafirlere karşı olan davranışlarımız, dînimizin emri gereği elbette ki hürmetkâr ve zarif olmalı... Bu hâlimizi dışarıdan biriymiş gibi gözlemleyip tefekkür edebilirsek, benzer nâzik tutumları, en yakınlarımızın da kat kat fazlasıyla hak ettiği gerçeğini hatırdan çıkarmayız, inşâallâh… Böylece dengeyi muhafaza etmeye çalışmak, ağyâra sergilediğimiz güzellikleri yârdan esirgememek; misafirperverliğimizden yola çıkarak yapacağımız nefis muhâsebesinin yapıcı neticeleri olacaktır. Bir de misafir ağırlama uğruna kalp kırmak gibi yanlışlara düşülmekte ki; bu da en tezat olan tutumlardan… “Kaş yapayım derken göz çıkarma”nın acı bir misali…

Gerek hazırlık, gerek ağırlama esnasında ifrata düşülüp, stres oluşturulursa; bu durumda âile fertlerinin bu gerginliği yaşamaktansa misafir gelmesine soğuk bakmasına kapı aralanmış olacak; şevkle yapılan tatlı telâşlar tatsızlaşabilecektir.

Söyleyeni net hatırlamıyorum, ama ilgimi çekmişti şu cümle:

“-Misafirin hayırlısı, gölgesi kısa olanıdır!”

Yani misafirin gelişi, âile hayatını allak bullak edici bir hâle dönüşmemeli... Maddî ve mânevî takati zorlayacak bir hazırlık ve ağırlama, misafir kabulünü zorlaştıracak, seyreltecektir ki, maalesef günümüzde bu durum çoğalmaktadır.

Özellikle bazı hanımlar, birbirleriyle âdeta yarışa girerek, kendilerine sunulanlara kıyasla ağırlık ve çeşitçe benzer ikramlarda bulunma gayretindeler, maalesef… Bu hâl ise zamanla misafir çağırmayı gözde büyütmeyi, bu güzelim fazilete soğuk bakmayı beraberinde getirebilmekte, ne yazık ki…

Kendisiyle yapılan bir röportajı okuduğumda çok takdir ettiğim çocuk doktoru ve sekiz çocuk annesi Gülhanım Bayrak’ın şu ifadelerini burada zikretmek istiyorum:

“-Akşamları genelde misafirlerimiz oluyor. Meselâ, bu akşam iki âile misafir alacağım. Misafirliğe gitmeyi de seviyoruz, fakat pek gidemiyoruz. Kalabalığız diye bizi çağırmaya cesaret edemiyorlar. Bizim evde hep en güzel bir söz, espri, sohbet… Evimizin içi insanlara açık, eşyalara değil. Biz de ferah insanlarız, alıngan kırılgan değil. O yüzden insanlar bizden mutlu ayrılıyorlar. Arkadaşlarla toplandığımızda çok aşırı bir ikram hazırlanmışsa protesto ediyorum. Elli çeşit yemeğin herkesin önüne serilmesi bir teşhircilik, bir ikram fetişizmi… İnsan neyle doyar? Bir şeyle ya da iki şeyle. Bu sofralara oturanların karnı fazlasıyla tok zaten… Gözleri mi doymuyor, gönülleri mi, bilmiyorum. Öyle sofra donatacak olsam, bir hafta öncesinden ne yapacağım diye düşünmem gerekir, misafir ağırlamaya cesaret edemezdim. İnsanlar birbirine ikram için gidiyorsa, demek ki bize gelenler sadece sohbetimiz ve muhabbetimiz için geliyor. Yemeğimiz varsa beraber yeriz, yoksa da «Tok gelin!» derim, genellikle... Velhasıl sevdiklerimle bir arada olmayı seviyorum, ama yeme-içme kısmını abartmadan…” (Nihayet Dergisi, Ocak-2015, sayı: 1)

Doktor Gülhanım misâli, her kişinin, özellikle de toplumda öncü ve yön verici konumdakilerin hayırda çığır açmaya gayret etmeleri çok mühim… Obezite ve açlığın uçurumunu birlikte yaşayan dünyamızda müslüman kimliğimizin gerektirdiği mütevazilik ve sadeliği kuşanmaya, israftan uzaklaşmaya her zamankinden çok ihtiyacımız var. Bu ifratta devam edildikçe meselenin özünden kopuşun önüne geçmek, bir o kadar zorlaşmakta...

“-Ziyaret, vefâ borcuna kefârettir.” diyerek, bu özü çok güzel tanımlamakta, Sadık Yalsızuçanlar…

Hakikaten de, vefâ, muhabbet ve sohbetle yorgun gönüllerin dinlenmesi gibi muhteşem güzelliklerin ehemmiyeti hep ilk sırada olmalı... Madem kahve, sohbet için bahane; esas amaca zarar verecek her hâlden hızla kaçınılmalı... 80’li yıllardan bugüne akraba ve eş-dost ziyaretlerinin sıklık ve sayısındaki içler acısı düşüşü gözlemleyen bir kardeşiniz olarak, bu gidişe fert fert “Dur!” demenin önemini hatırlatmak istiyorum.

“-Bir tek benimle ne olacak?!” demeden harekete geçmeliyiz.

Evimizde misafir için müsait bir odamız oldukça, -istisnâî durumlar hâriç- gelmek isteyenleri memnuniyetle kabul etmek ya da misafir çağırmak; kendi ürettiğimiz formaliteler yığını altında ezilmekten kurtulmamız nisbetinde kolaylaşacaktır. Zaten sünnet-i seniyyeye uygun olanı yakalamak da, her şeyde sadelikle ve külfetten kaçınmakla, yani “kolaylaştırmakla”[1] mümkün…

Sahabe neslinin sade hayat tarzından uzaklaştıkça, çeşit çeşit israfın başrolde arz-ı endam edişine ve dünyevîleşmeye bîgâne kalış artmakta; dolayısıyla toplumsal ve dînî değerlerimizde eksen kaymaları yaşanmaktadır. Bu meyanda, “Dâvetiye iki kişiliktir.” demeyi gerektirecek kadar lüks düğün dâvetlerini, ifratta gelinen aşamaya bir misal olarak zikretmekte fayda görüyorum. (Topluma mâl olmuş zevâtın mecburî kısıtlamaları, istisnâî bir durum, tabiî…)

Son olarak misafirlik ile ilgili birkaç hususa daha dikkat çekmek istiyorum:

1) Âniden ziyarete gidebilecek kadar yakın olduğumuz dost ve akrabalarımızın da müsait olmadığı zaman dilimleri olacağını hatırımızdan çıkarmamalı; bu iletişim çağında sürprizden ziyade bir telefon vs. ile “Müsaitsen geliyorum!” demeyi mümkün olduğunca ihmal etmemeliyiz. Bu aslında başka bir eve girerken “selâm” vermek kabîlinden izin istemektir. Şayet ev sahibi müsaitse, zaten evine dâvet edecek, selâmımızı alacak ve misafirliğe izin verecektir. Aksi hâlde “…Eğer size geri dönün denilirse, hemen geri dönün!” (en-Nûr, 28) âyet-i kerîmesini bu konuda kulağımıza küpe yapmalıyız. Kabul edilmek gibi, edilmemeyi de tabiî karşılamayı şiar edinmeliyiz.

2) Bizi ziyarete gelmek isteyen bir ahbâbımızın isteğini, bundan daha değersiz ve de sonradan telâfisi mümkün bir şey için (pazar, alışveriş, vb. için) geri çevirmemeyi prensip hâline getirmeliyiz. Aksi takdirde belki de yorgun bir gönlü dinlendirme, bir derdini çözme, tebessüm ve muhabbet gibi ikramlarla pek çok ecirler kazanmaktan mahrum kalışlarımızı çoğaltmış, kardeşlik bağlarımızı kuvvetlendirme fırsatını ertelemiş oluruz.

3) En mühim ikram, tebessüm ve muhabbettir, kuşkusuz... Bu sebeple, nâdiren ve kısa süreliğine gelmiş bir misafir içeride otururken, sonraki vakte iş kalmaması için mutfak işleri ile uğraşmak, hem nezaketsizlik olacak, hem de bu ihmal, ecrimizi azaltacaktır. Misafiri de mutfağa alabiliyorsak ne âlâ; ama bu da kısa zamanlara has olmalıdır.

4) Misafir varken televizyon açılması da kalabalıklar içinde yalnızlaşan fertlerin hazin manzarasıdır. Haber vs. sonradan da takip edilebilecekken, muhabbetin başrolünü televizyonun üstlenmesiyle, doğru dürüst iki çift lâf edilemeden biten misafirlikler gittikçe çoğalmakta… Akıllı (!) telefonların sanal âlemine gömülüp, ilgi ve dikkatlerini bir türlü muhatabına verememek ya da âcil olmayan telefon konuşmaları yapmak da gün be gün artan bir garabet maalesef… Muhabbetteki zarurî olmayan her bölünüş, hürmette apaçık bir kusurdur. Çoğaldıkça sıradanlaşan bu hâl ve gidişe karşı saygı, nezaket prensiplerimizi muhafaza edemezsek, neslimizin yalnızlaşmasında, birbirlerine saygılarını yitirmesinde pay sahibi olacağız, ne yazık ki…

5) Misafirlik ortamları, çocuklarımızın sosyalleşmesi için de mühim bir fırsattır. Nesiller arası kültür aktarımı için, ziyaretlerimizi evlâtlarımızla yapmaya çekinmemeliyiz. Yeterli şekilde titizlikle göz kulak olup takip ederek üzerine düşeni yaptıktan sonra çocukluk hâllerinden rahatsız olunmamalıdır. Çocuklardan yetişkin olgunluğu ve oturuşu beklemek, sağlıklı bir yaklaşım değildir. Görgü kuralları, hizmet vs. ancak böyle zamanlarda yaşayarak öğrenilecektir.

6) Yapmacıklık ve gösterişin en çok görüldüğü “gün” adı altındaki rutin birlikteliklere, ortama yön verme gibi bir hayra vesîle olunamayacaksa, mesafeli durmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Periyodik olarak bir araya gelen kişilerin, kendilerine bir şeyler katacak faaliyetlerde bulunmaları, birbirlerini hayra teşvik etmeleri, müslüman kimliğinin gereğidir. Bilgi ve tecrübe alışverişi, problemlere çözüm üretme, hayır faaliyetlerine katkıda bulunma gibi pek çok seçenek mevcut... Aksi takdirde İmâm-ı Şâfiî Hazretleri’nin de buyurduğu gibi:

“-Kendimizi hak ile meşgul etmezsek, bâtıl bizi istilâ edecektir.” Zira hayat, boşluk kabul etmez.

7) Gittiğimiz evde, kabul edildiğimiz odanın dışına izinsiz bir şekilde çıkmak, -velev ki namaz vs. için olsun- evin başka bir bölümüne geçivermek de âdâba aykırıdır. Sokak kapısı yerine yanlışlıkla bir odasının kapısını açmak gibi tedbirsizliklere düşmek yerine, ev sahibinin mihmandarlığını beklemek, nâhoş durumları önleyecektir.

8) Kusur araştırmak, ya da gördüğü bir kusur ve eksikliği başkalarına anlatarak gıybet etmek de ziyaretle kazanılacak sevabı mahvedeceği gibi çok büyük veballer getirecektir.

9) Ziyaretlerin sıklığı ve müddeti tadında bırakılmalı; iyi niyetler isitsmar edilmemeli, özellikle yatılı misafirliklerde ev sahibinin her tür yükünü hafifletmek için fırsat kollamalı, kendimize gösterilmesinden hoşlanacağımız muâmeleyi göstermeliyiz.

10) Yoğun tempolu bir meşguliyete sahip kişilerin misafir kabul edememektense, kısa süreli kabullerde bulunması güzel bir çözüm olabilir. Meselâ çalışan hanımların, “Şu saatler arasında müsaitim!” diyerek ziyaretin başını ve sonunu sınırlaması, özellikle uzun yaz günleri ve kış akşamlarında programın aksaması endişesini bertaraf edecektir.

11) Ziyaretlerde ihtilât vs. ile taviz ve haramlara kapı aralanmamasına, gıybete düşülmemesine, sohbetlerde ortak paydaların çoğaltılmasına dikkat edilmesi de mühimdir. Siyâsî görüş vb. gibi farklı düşüncelerin akrabalık ve dostlukları zedelemesine müsaade etmemek de hassas bir yaklaşımı gerektirmektedir.

12) Günümüzdeki kültürel aşınma ve değişimin bir göstergesi de misafiri “dışarıda” kabul etme furyasıdır. Artık sitelerde, lobilerin bu amaçla da kullanıldığını duyup hüzünlenmemek mümkün değil!. Ya da misafirleri, bir çay bahçesinde veya lokantada ağırlamak… Ev ortamının samimiyet, sıcaklık ve mahremliğini aslâ bulamayacağımız bu ortamlar, gidişat hakkındaki endişelerimizi artırmakta… Çeşitli vesilelerle başka bir şehre kısa bir süreliğine gidildiğinde; orada ikamet eden bir ahbap ya da akraba dururken, otel vb. arayışına girilmesi de düşündürücü bence… “Tanrı misafiri” medeniyetinden sonra bugün gelinen nokta üzerinde ciddî bir muhasebe yapmaya ümmetçe ihtiyacımız var.

Rabbimiz, yapacağımız ziyaretleri ve misafir kabullerimizi, O’nun rızâsını kazanma maksadına yönelik olmaktan uzaklaştıracak her türlü hâl ve tavırdan bizleri muhafaza buyursun. Ümmet-i Muhammed’e birbiriyle ziyaretleşerek muhabbetlerini artırmayı engelleyecek bütün yaklaşım ve ifratlardan kurtulmayı nasib eylesin. Âmin.

 

Didar Meltem ERDEM

 

 

[1] “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin!” (Buhârî, İlim, 11)

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle