Peygamber Efendimizin Mîrac Hâdisesi, 23 yıllık nübüvvet hayatının neredeyse tam ortasına denk gelir. O, ilk defa Cebrail -aleyhisselâm- ile karşılaşmasının 11 yıl sonrasında Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkmak ve göklere cevelân etmek lûtfuyla karşılaşmıştır.
Bu mûcizede Peygamber Efendimize üç hediye verilmiştir. Bunlar:
1-Günde beş vakit namazın farz kılınması,
2-Ümmetinden şirk koşmayanların, günahlarının cezasını çektikten sonra ebediyen cennete gidecekleri,
3-Bakara Sûresi’nin son iki âyeti (Âmenerrasûlü)’dir.
* * *
Müslim’de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e (Mîrâc’da) üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi...” (Müslim, Îman, 279)
* * *
Şimdi bu büyük mûcizenin ve onun akabinde ihsan edilen hediyelerin günümüze intikal eden yönlerine bir bakalım.
Kalbin Temizlenmesi
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu yolculuğa çıkmadan önce “şakk-ı sadır” hâdisesi vukû bulmuştur. Bu da gösteriyor ki, mânevî yükseliş, kalbî sâfiyetle mümkündür. Öyle bir kalb ki, içinde nûr-i ilâhîden başka bir şeye yer yoktur. Kalb, kesâfetten kurtulunca, esrâr-ı ilâhînin tecellîleri gönlü sarmaya başlar
Namaz
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilk vahiyle birlikte nasıl abdest alınacağını ve Allâh’ın huzurunda nasıl kulluk edileceğini de öğrenmiştir. Nitekim hadis ve tarih kitaplarında, ilk vahiyleri müteâkip Peygamber Efendimizin evde hanımı Hazret-i Hatice’ye imamlık yaptığı, onları namaz kılarken gören Hazret-i Ali’nin hâllerini merak edip sorular sorduğu ve bu şekilde îman ettiği nakledilir.
Aynı şekilde Peygamber Efendimizin gerek tek başına, gerek ashâbıyla zaman zaman Kâbe’nin karşısında, Erkam’ın evinde ve Mekke’nin çeşitli bölgelerinde namaz kıldıkları rivâyet edilmiştir. Bu rivâyetlerin hepsi, namazın, Miraç’tan önce de var olduğunu açıkça gösterir. O hâlde namaz, îman ile başlamış, amelî bir ibadettir. Namazın tarihi, îman kadar eskidir. Nitekim daha önceki peygamberlerin ve ümmetlerinin de namaz kıldığı Kur’ân-ı Kerim’de haber verilmektedir.
Miraç hediyesi olarak farz kılınan namaz ise, “beş vakit namaz”dır. Peygamber Efendimizin bu yolculuk esnasında meleklerin ayakta, oturarak, rükû ve secde hâllerinde, namazın değişik rükûn ve tesbâhâtını görmesi de çok mânâlıdır. Böylece mü’minler namazda yapmış oldukları her hareketle bir meleği taklit ederler. Namaz kıla kıla melekleşirler. Zîra âyet-i kerimede de namazın insanı her türlü kötülükten koruyacağı haber verilmiştir. (bkz: el-Ankebût, 45)
Namazın, Miraçta, “elli vakitten bir vakte indirilmesi” de ümmet-i Muhammed’e ihsan edilen bir kolaylıktır. Şayet bugün beş vakti bile zamanında ve gereği gibi kılamayan bu âciz ümmet, elli vakit namaz kılacak olsaydı, hâli nice olurdu?! Fakat Rabbimiz, bu ümmete “elli vakit” olarak yazdığı namaz ibadetini, “bire on sevap vermek” sûretiyle yine tahakkuk ettirmiş ve “beş vakti gereği gibi kılan” kimseler, “elli vakit kılmış gibi” sevaba erecekleri müjdelenmiştir. Bir hadîs-i kudsîde, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Her kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa, o kimseye (bu iyi niyetinden dolayı) bir sevap yazılır, yaptığı takdirde ise on sevap yazılır. Her kim de, bir kötülük yapmak ister, ancak onu yapmazsa, kendisine günah yazılmaz. Şâyet o kötülüğü yaparsa, bir günah yazılır!” (Müslim, Îman, 259)
Asgarî sorumluluk, en zayıfa göre tayin edilmiş ve gücü yeten kimselerin bundan daha fazlasını yapmalarına müsaade edilmiştir. Kâmil mü’minler, farz olan bu beş vakte ilâveten, kuşluk, işrâk, evvâbin gibi nâfile namazlar kılarlar ve bilhassa gece teheccüde kalkarlar.
Namaz, Peygamber Efendimize “sevdirilmiş” ve “gözünün nûru” kılınmış bir ibadettir. (Nesâî, İşretü’n-Nisâ, 1) O hâlde kalbimizde namaza karşı bir soğukluk ve mesafe varsa, bu ibâdeti, Rabbimizin bize de sevdirmesi için niyaz etmeliyiz.
Diğer ibadetlerin şekli ve esasları, hep Cebrail -aleyhisselâm- tarafından öğretilmiş, fakat beş vakit namaz, bizzat Allah Teâlâ tarafından ve Mîraç gecesinde emredilmiştir. Başk bir lütuf olmak üzere, mü’minlerin namazları, onların Allâh’a yükselen mîrac basamağı olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden âyet-i kerîmede, “Secde et ve yaklaş!” buyrulmuştur. (el-Alak, 19)
Hakîkaten namaz, dînin direğidir. Onunla kazanılacak kemâlât, hiçbir ibâdetle kazanılamaz. İslâmî ibâdetler içinde namazın rütbesi, âhiret nîmetleri içinde zirve teşkil eden ru’yetullâh, yâni Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede makâmı gibidir. Zîrâ namaz, mü’minlerin mîrâcıdır. Dünyâda kulların Hakk’a en yakın olduğu an, huşû içinde kıldıkları namaz anlarıdır. Namaz, kulun daha bu dünyâda iken Rabbine mülâkî olmasıdır.
Sabrın Karşılığı
İnsan hayatı, doğumdan ölüme kadar sevinç ve hüznün birbirine girmesiyle örülmüştür. Bazen insanın başına, saadet ve huzur hâllerinden çok, gam ve hüzün hâlleri çökebilir. İnsan tek başına kalsa da, gam, hüzün, kasavet, belâ, musibet, hastalık, dert ve tasa her tarafını kuşatsa da “onu unutmayan bir Rabbi” vardır. Peygamber Efendimiz, Mekke Devri’nin en çetin geçen sıkıntı ve ıstıraplarına “en güzel şekilde sabretmeyi” bilmiş ve en büyük ilâhî ikramlardan birisi olan “İsrâ ve Miraç” hâdisesiyle ödüllendirilmiştir.
Kâinâtın Efendisi
Mîrâc’da Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e semâ kapılarının açılması, O’nun nübüvvetinin sadece Mekke, Kureyş ve Sakîf ile sınırlı olmadığını, O’nun bütün Cihânın Nebîsi ve Âlemlerin Efendisi olduğunu göstermektedir.
Mîrâc ile insânî tekâmülün varabileceği son nokta gösterilmiş, yâni insanın mânevî yükseliş hudûdunun ne olduğu beyân edilmiştir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi, târih boyunca pek çok peygamberin gönderildiği bu iki dînî merkez arasındaki sağlam bağı, daha da kuvvetli bir şekilde göstermiş olmaktadır. Ayrıca bu hâdise, İslâm’ın, bütün semâvî dinleri şümûlüne alan, Hak katındaki tek dîn olduğunu da ifâde etmektedir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mescid-i Aksâ’da bütün enbiyâya imâmeti de bunun bir başka tezâhürüdür.
YORUMLAR