İnsanoğlu iki büyük çıkmazı içinde yaşar. İkisi ile de baş edemez; onlar insanın başını yer. En önemli çıkmazı, kadere müdahale etmek isteğidir. İster ki, kendi istediği olsun, sevmediklerinin işini bitirsin, sevdiklerini kendisine kul-köle etsin.
Benlik ülkesinde öyle kararlar alır ki; eğer Cenâb-ı Allâh’ın iznine ihtiyacı olmasa idi, Allah bilir ya; taş üstünde taş bırakmazdı. İsteklerinin olması için de kullanamayacağı hiçbir şey yoktur. Yeter ki isteklerine kavuşsun. Sihir yapar, yaptırır, büyü ile uğraşır. Amacı da zavallı kurbanını irâdesinin dışında yönlendirmeye çalışmak, istemediği şeyleri yaptırmak, eşini, âilesini düşman gibi göstermek; fikirlerini bozup, hayalle gerçeği karıştırmasını sağlamak ve neticede hayatını mahvetmektir.
Anlaşılacağı gibi, beyne ciddî bir müdahale söz konusudur. Bunu da beyne, insanın içine rahatça girebilecek bir varlıkla yapmak zorundadır. Bu iş, tek başına yapılabilecek bir iş değildir. Nefret ettiğimiz ya da bizi sevmesini istediğimiz, ayırmak istediğimiz, hâsılı etkilemek istediğimiz insana, kötü enerji vermek gereklidir. Bu işte, zaten düşük ve olumsuz enerji sahibi olan cinler, en kolay kullanılacak vasıtalardır.
Şimdiye kadar duyduğum en meşhur büyüler: “Kocaya büyü nasıl yapılır? Gelin, oğlandan nasıl ayrılır? Giden bir sevgili nasıl geriye getirilir? İnsanın kısmeti nasıl bağlanır? Nasip nasıl açılır? Bir eve huzursuzluk verip de saâdetleri nasıl bozulur? Evlât, babaya ya da anaya nasıl düşman edilir?”
En üzüldüğüm şey de normal şekilde beyinin sevgisini kazanmayı başaramayıp bunu büyülerle sağlayacağına inanan kadınlardır. Bir genç kız telefonla aramıştı:
“-Çok sevdiğim birisi var. Annem ve babam, onunla evlenmeme rızâ göstermiyorlar. Bu işlerden anlayan iyi bir hoca var mı?”
Aslında bu düzenbaz büyücülere “hoca” denilmesi, dinimize büyük bir hakaret…
* * *
İnsanoğlunun içini kemiren ikinci çıkmazı ise, kaderini bilmek istemesi… Bilmek ister insanoğlu; ne çâre ki, bir saniye sonra olacakları bile bilemez. Zanda bulunsa, o da kifayet etmez: “Kiminle evlenecek? Çocuğu olacak mı? Üç vakte kadar para gelecek mi? Balık gibi kısmetleri var mı?”
Merak eder. Fal baktırır, yıldıznâme açtırır, medyumlara, kâhinlere başvurur. Astrolojiyi takip eder, yıldız haritasına baktırır. Hattâ yıldız haritasını öğrenmeden güne başlamayanlar varmış, bunlar da popüler kültürün yeni putları…
Bu hususta da cidden en sıkıntılı durumda olanlar, kendi hemcinslerimiz… Öğrendiği zaman belki de hiç hoşlanmayacağı şeyleri bilmek ister. Bilmemek bazen çok büyük rahmettir; bunu anlayamaz. On yıl sonra öleceğini öğrenen kimsenin ağzının tadı bozulur, lâkin üç gün sonra öleceğinden habersiz yaşayan daha mutludur.
Peki! İnsan, bunca merakını nasıl gidersin? Bunca isteğini nasıl elde etsin? İstediği insanları kolayca nasıl avucunun içine alsın? Bütün bunları nasıl yapsın? Haddini aşıp başkalarının kaderinde nasıl söz sahibi olsun? Aşk ile araştırır, bu konuda her şeyi öğrenmeye çalışır, işler ters teper, her şey allak bullak olur, o başka…
İki meleğin yeryüzüne özel bir vazifeyle inmesi ile insanoğlunun bu imtihanı başlar:
“Tuttular, Süleyman’ın mülküne dâir şeytanların uydurup izledikleri şeylerin ardına düştüler. Oysa Süleyman kâfir olmadı, ama o şeytanlar, kâfir oldular. İnsanlara büyücülük ve Babil’de Hârut, Mârut adında iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki o ikisi:
«Biz ancak bir imtihan için gönderildik, sakın sihir yapıp kâfir olma!» demedikçe bir kimseye büyü öğretmezlerdi.
İşte bunlardan karı-koca arasını ayıran şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allâh’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar verecek ve faydası olmayacak bir şey öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu her kim satın alırsa, onun âhirette bir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Keşke kendilerini ne kötü şey karşılığında sattıklarını bilselerdi!” (el-Bakara, 102)
İnsanoğlu, büyünün öncesinde içindeki bütün menfî duygularla bakıp insanlara “nazar etmeyi” denemiş ve başarı da kazanmıştı. Zira beyninde topladığı kin ve kıskançlıkla örülmüş kötü enerjiyi, gözler, bakışları ile muhatabına aktarıp, “deveyi kazana, insanı mezara götürecek” kabiliyetini kullanmıştı. Fakat bu kapasite herkeste yoktu. Bir baksın, adamı yere devirsin!.. Yere mi devirsin? Evet, ister bunu… “Nefs-i emmâre”nin ne menem bir şey olduğunu bilsek, bunu sormayız bile…
Neyse, biz dönelim, iki meleğe… Cenâb-ı Hakk’ın bir imtihanı olarak insanlara büyü yapmayı öğreteceklerdi. O kadar çok tehlikeli bir işti ki, bu iş… İki melek:
“-Aman ha! Dikkat edin, eğer şerre kullanırsanız işiniz biter; îmânınız gider, hayat felç olur!.. Siz siz olun, öğrenmeyi istemeyin, ancak size yapılan kötü büyüyü çözmek için kullanın, derdinize çare bulmak için kullanın.” diye sıkı sıkı tembih etmişlerse de, insanların bir kısmına sözlerini dinletemediler.
Zaaflarımızın olduğu bu konuya, pek çok kişi ilgisiz kalamamıştı. Baktı melekler insanların önüne geçemeyecekler:
“-Bâri «karı ile kocanın arasını açmak» için kullanmayın! Allah korusun, paramparça olursunuz!” deseler de; o günden sonra en çok da bu iş için büyü yapılır olmuştu.
* * *
İnsanoğlu, cinlerden bağımsız bir dünyada yaşamaz. Onların içine giremese de, onlar insanların dünyasında cirit atarlar. İnsanların içinde cirit atma fırsatını, onların eline, yine insanoğlu verir. Zira aşırı üzüldüğü zaman mânevî frekansı düşer ve o frekansta yaşayan, yani düşük frekanslı varlıklar olan cinler, ânında aşırı kederli, aşırı öfkeli, aşırı vesveseli insanı görüverirler.
Değilse o mahlûklar, insanların mânevî frekansları yüksekken onları görecek değillerdir. Ya da insan günah işlediği, haramı tercih ettiği zaman, takvâ elbisesi yırtılır yırtılmaz yine frekansı düşeceği için, o mahlûkların avı hâline geliverir. A’râf Sûresi’nde geçtiği üzere, tek başına gelmez onlar; bütün avânelerini de çağırırlar.
“-Efendim! Nereye çağırıyorlar?”
Nereye olacak a kardeş! Doğruca insanoğlunun zihin merkezine ve kalbine… Vesveseler, ümitsizlikler, korku ve depresyon, nasıl oluyor zannedersin? Bu iki tatlı melek, insanın içine çöreklenmiş, hayatının bütün tadını ve kalitesini bozan bu cinlerin, insanoğlu üzerindeki tasarrufunu kaldırıp, kaybettiği aklını geri getirmek üzere gelmişlerken, iş değişir.
* * *
Büyü, sihir, öyle bir iştir ki; cinleri kullanarak insanın içinden diğer cinleri çıkarmayı öğrenen insanoğlu, zâlimleşip insanın içine o varlıkları sokarak büyü yapmayı da kavrayıvermiştir. Zira cinleri nasıl kullanacağını öğrendikten sonra ha hayra kullanmışsın, ha şerre, ikisinin de yapılışı aynı terkiplerle… Zaten mecbursunuz onlarla bu işi yapmaya… Zira insanoğlunun hayal âlemine tasarruf eden bu varlıkları oradan sürüp çıkarmak, yine onlarla mümkündür.
Şu düştüğümüz hâle bakın. “Ve nefahtü fîhi min ruhî: Ben ona (insana) kendi rûhumdan üfledim!” (el-Hicr, 29) buyuran Mevlâmızın bize hediye ettiği ve bizim en kıymetli varlığımız olan rûhumuz ile beynimiz arasına büyü sebebiyle kalın bir duvar örülmektedir.
Böylece rûhun beden üzerindeki en önemli vasfı olan Cenâb-ı Allah ile, yani en derin mânâ âlemi ile irtibatı koparılmaktadır. Mânevî âlem ile irtibatı koparılan insanın, âdeta hormonları ile oynanmakta, olmayan şeyleri var gibi zannetmesine yol açılmaktadır. İnsanın endişe ve kaygıları artmakta, zan ve vesvese, gerçek ile hayal, doğru ile yanlışlar birbirine girmektedir. Nihayetinde derin bir ruh sıkıntısı, ibadetleri terk, Allah’tan uzaklaşma ile insanoğlu zavallı bir yem hâline düşmektedir.
Burada hasta yaptıkları ruh değildir. Ruh ile irtibatını kopardıkları zavallı insanların, zihin, algı ve hayal dünyası hastalanmakta ve olup biteni doğru anlayamamaktadır.
Bu iki melek, büyü olmadan önce insanın başına çöreklenen marazları yok etmek, devreden çıkarmak için rahmet amacı ile gönderilmişlerken, büyünün şifrelerini öğrenen habîs ruhlu insanlar, bu işe kötü emellerine ulaşmak, Cenâb-ı Allâh’ın kaderine müdahale etmek için sımsıkı sarılıp, ellerinden bırakmaz olmuşlar.
Bir insanın bir insandan çektiği kadar kimseden çekmediği muhakkaktır. Bunun da en önemli sebebi; haset, kıskançlık ve nefrettir. Ne olur ki, iki insan mutlu olsalar, güle oynaya evliliklerini yürütseler… Olmaz! Habis varlıklar, bunu çekemez ve hemen devreye girerler:
“-Ben mutsuzum, o zaman kimse mutlu olmasın.”
İnsanların dükkânlarına, mallarına büyü yaptır, evlerine büyü yaptır! Yuvalar dağılsın, huzurlar bozulsun, insanlar telef olsun…
“-İş bu kadar kötü mü?” diye sorma. İnan bana, ancak bu kadarını anlatabiliyorum.
Nazar boncukları ile gezeni mi ararsın; boynuna batınnâme denen büyüden koruyacağına inanılan, muskaları dolduranı mı?! Bütün bunları yapan garipler, “Nasıl olur da bu büyüden kurtuluruz!” derdinde…
Dikkat ederseniz, Cenâb-ı Allâh’ı hiç devreye sokan yok. “O dilerse, ancak büyü tutar, O’na sığınırsan büyüden kurtulursun!” diyen yok! Herkes bir acayip hengâmenin içinde… Bazıları ha bire kahve fallarına, yıldız nâmelere baktırma derdinde… Bu hususta evham raddesine varan da var.
İlahiyat fakültesinde okuyan bir öğrencimiz, babaannesinin her hafta istisnâsız âilenin bütün fertleri için yıldız nâme baktırdığını, yıldız nâmede ne çıkmışsa gerçek kabul edip, bütün âileyi teyakkuza geçirdiğini anlatmıştı.
“-Ne söylersem söyleyeyim inandıramıyorum.” diye ağlamıştı garibim…
Merak işte… Hani var ya; kanserde “erken teşhis” fırsatı, bu da “büyüde erken teşhis”in peşinde…
O sebepten kraldan büyük kralcılar işbaşındalar… Kadere müdahale olduğu için, Allah Teâlâ’nın işine karışma olduğu için; sihir-büyü “küfür derecesinde” en büyük günahlardandır. Cezaları bu dünyada değil, en ağırından âhirette verilecektir. En ağırından kul hakkıdır çünkü yaptıkları.
Âh şeytan! Nasıl da bilirsin zaaflarımızı ve bizi zaaflarımızdan yakalamayı… Nasıl da bilirsin, bazılarımızın kendi hevâsını ilâh edindiğini… O zaman gir, o gedikten içeri; bitir işimizi!.. Öyle mi?
Öyle ister de şeytan, öyle olmaz işler. Cenâb-ı Allâh’ın elinden kim kaderi idare ipini almaya kalkarsa, o ip kendi boynuna ve ayağına dolanır. “Nasıl olacak?” derseniz, derim ki en büyük silâh, en büyük yardımcı, en büyük dost; Cenâb-ı Allah… Îmân ettik. Îmân ediyoruz elhamdülillâh…
Tâhâ Sûresi’nin 47 ilâ 72. âyetleri bize ışık tutar bu hususta… Firavun ile Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Harun’un yaptıkları görüşme sonucu, Hazret-i Mûsâ’nın mûcizelerini gören Firavun, bunu sihir zannedip memleketin en mâhir sihirbazları ile bir müsabaka yapılmasına karar verir. İstediği, Hazret-i Mûsâ’nın mûcizesinin üstünde bir sihir ile onu alt etmektir. O devir, sihir ve büyünün zirve yaptığı bir devirdir.
Büyücüler, yaptıkları sihirler ile insanların hayal âlemini alt üst etmekte ve olmayanı oluyormuş gibi göstererek hayatı onlara zehir etmektedirler. Hazret-i Mûsâ’nın iki mûcizesi vardır ki; biri taşı yarıp içinden su çıkaran, Kızıldeniz’i ikiye bölen, yere atılınca ejderha olan asâsı… Biri de göğsüne soktuğunda bembeyaz olarak çıkan eli… İkisi de sihirden güçlü mûcize…
Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârun, sarayda bekletilir, en mâhir sihirbazlar ayarlanır, büyük vaatlerde bulunulur, halkın hepsi büyük bir meydana davet edilir. İş, maharetleri göstermeye gelmiştir. Sorarlar sihirbazlar:
“-Önce sen mi başlarsın biz mi başlayalım?”
“-Siz buyurun!” der büyük Nebî....
Sihirbazlar maharetlerini öyle bir gösterirler ki, Hazret-i Mûsâ korkar, onun dahî hayal âlemine neredeyse müdahale edeceklerdir. (Bkz: Tâhâ, 66)
“Hayır, (siz) atın!” dedi. Böylece (onları attıkları) zaman onların ipleri ve asâları, kendisine, onların sihirlerinden dolayı “hızla hareket ediyor” gibi göründü.” (Tâhâ, 67)
“Bu sebeple Mûsâ -aleyhisselâm-, kendinde bir korku hissetti.”
Rabbimizin Hazret-i Mûsâ’yı tesellîsi çok büyüktü:
“«Korkma! Muhakkak ki sen, üstünsün.» dedik.” (Tâhâ, 68)
“Ente a’lâ: Sen âlîsin, yücesin, onlara gâlipsin, üstünsün!”
Doğru, Hazret-i Mûsâ âlî idi, mânevî frekansı çok yüksek, Cenâb-ı Allâh’ın koruması altında idi. Büyüktü, yüce idi. Ona, kim ne yapabilirdi ki? Çünkü sihirbazların müsabaka ettikleri Hazret-i Mûsâ değildi. Atan oydu belki, görünen de… Lâkin, asâsını atınca o atmıyordu ki, Mevlâ atıyordu.
Hazret-i Mûsâ’nın aklını vesvese dumanı ile örtemediler, hayal âlemine çapa atamadılar, öylece bir gösteri ile kalakaldılar. Sıra Hazret-i Mûsâ’ya geldi. O sığındı Yaratan’a, attı Yaratan’ın adıyla asâsını…
Ve seyreyledi, Firavun ve avâneleri, bütün sihirbazlar ve halk… Öyle büyük bir ejderha olmuştu ki asâ, her bir sihirbazın ipini oynatan büyük kâfir cinleri yutup bitirmişti. Sihirbazlar, cinleri terbiye etmek ya da yok etmek için sadece yakmayı bilirlerdi. Bu kez yutuluyordu cinler!.. Bu iş, bir kulun işi olamazdı. Devrede büyük bir güç vardı. Ortada sihirbazların hiçbir sermayesi kalmamıştı. Bütün bunları bir tarafa bırakalım; acaba büyük kudret sahibi Cenâb-ı Allah kendilerini sağ bırakacak mı idi?
“Cinler dediler ki: «Doğrusu biz anladık ki, Allâh’ı yerde acze düşürmemize imkân yok. Kaçmakla da O’nu aslâ âciz bırakamayacağız.»” (el-Cin, 12)
Bunu bilen sihirbazlar, bütün güçleri ile secdeye kapandılar. Firavun öfke içinde:
“-Ben size izin vermeden nasıl îman edersiniz?! Çaprazlama kol ve bacaklarınızı kestireyim, sizi astırayım da bir görün bakalım, bana itaatsizlik neymiş!.” diyerek tehditler savursa da sihirbazlar göreceğini görmüş, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın kudreti ile karşı karşıya gelmişlerdi.
* * *
Cenâb-ı Hak’tan yine Cenab-ı Hakk’a sığınma, “secde”de olur. Secde sahibine, cinlerin tesiri olamaz… O sebeptendir ki, kendisine büyü yapıldığını söyleyen kişi, şunu da söyler:
“-Namaz kılamıyorum.”
Kıldığı zaman zararlı mahlûkların vereceği zarar, minimuma inecektir. Bir şey daha olacaktır; kişi secdede iken mânevî seviyesi zirve yapar. Yani mânevî enerjisi öyle yükselir ki o frekansta iken insanın üzerinde hiçbir cin, varlık ve tesir gösteremez.
Hele Kur’ân, “rûhumuzun ikiz kardeşi” olan Kur’ân-ı Kerîm… Allâh’ın bizzat muhâfaza ettiğini, kim tutabilir?
“Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyup muhâfaza edecek de Biziz.” (el-Hicr, 9) buyuran, Mevlâmız, muhafaza ettiğini, dâim aşk ile okuyanı muhafaza etmez mi? Hem denmez mi hep:
“-Kur’ân bir evde okunmazsa, o evde kavga dövüş artar. Çünkü cinler, o evi mekân tutar.” diye…
Âh tatlı kitabımız, rûhumuzdan tut bizi, bırakma…
* * *
“(Sihirbazlar, Firavun’a) «Bize gelen mûcizeler karşısında, aslâ seni tercih etmeyiz (üstün tutmayız). Çünkü bizi, O yarattı. Bu durumda sen, yapacağını yap. Fakat sen, ancak bu dünya hayatında yaparsın.» dediler.” (Tâhâ, 72)
Secdenin kudreti, insanı hayrete düşürür. Secdede Cenâb-ı Allah ile kurulan sımsıkı bağlantı, insanı dertlerinden kurtarır. Secde yeri, îmanın zirve yeri… Secde yeri, mü’minin en büyük silahlanma yeri… Secde yeri, mânevî enerjinin zirve yaptığı ve bütün süflî varlıkların kaçacak delik aradıkları, muharebe meydanı…
Hele de; mihrap, secde ve kulun gözyaşı birleşse, Rahmân’ın rahmet pınarları coşar da coşar… Âh tatlı secde; başımız, Rahmân’ın karşısında eğilsin de, bizim sana olan aşkımız hiç bitmesin.
“Şayet onlar îman edip de korunmuş olsalardı, elbette Allah tarafından verilecek mükâfât çok hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi.” (el-Bakara, 103)
* * *
Duâ edelim sığınma âyetleri ile Rahmân’a:
“De ki: «Sığınırım o sabahın Rabbine, yarattığı şeylerin şerrinden. Karanlığı çöküp bastırdığında bir gecenin şerrinden. O düğümlere üfleyen üfürükçülerin şerrinden ve kıskançlık gösterdiğinde bir kıskancın şerrinden.»” (el-Felak, 1-5)
Ve duâ edelim her şeyin sahibine, melikine, Nâs Sûresi’nin âyetleri ile:
“De ki: «Sığınırım ben insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine), insanların İlâhına... O sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardandır o…” (en-Nâs, 1-6)
YORUMLAR