Yine bir Mevlid-i Şerif, yani Kutlu Doğum mevsimine ulaştık, elhamdülillah…
Her Kutlu Doğum, yeryüzünün yeniden dirilişi, aydınlanışı demektir. Tıpkı asırlar önce bâtılın yerle bir olup hakikatin ve adaletin hâkim olduğu; sevgi ve güzelliklerin yayıldığı gibi…
Kutlu Doğum, Peygamber Efendimizle birlikte insanlığın doğuşudur. Cehâletin, zulmün bundan sonra devamlı sûrette payidâr olamayacağının ifadesidir.
Kutlu Doğum, merhametin, yumuşaklığın ve güzel ahlâkın inşâsıdır. Irk, renk ve statü ayırmadan dünyaya gelmiş her canlının, biricik ve saygı değer olduğunun îlânıdır.
Kutlu Doğum güçtür, faaliyettir, mücâdeledir. Küçükken yetim ve öksüz olan, gençliğinde zayıf ve güçsüz kalan; yetişkinliğinde ise akrabaları tarafından dışlanan Yüce İnsan’ın verdiği şanlı destandır.
Bu şanlı destanı görmeden, yalnızca kitaplardan okuyup öğrenen biz âhir zaman ümmeti, her Kutlu Doğum’la yeniden ihyâ olmanın ve hasretimizin biraz daha depreşmesinin sevincini yaşamaktayız. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bizlerle buluşmayı çok özlemiş ve sahâbîlerine bizleri kastederek şöyle buyurmuştur:
“...Sizler benim ashâbımsınız. Ben, beni görmeden bana îman eden kardeşlerimi özledim..” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından özlenmek, duâlarının şümûlüne girebilmek ve sevilmek, bedel ödemeyi gerektiren önemli bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün parolasını Âlemlerin Rabbi, Mübârek Kitabı’nda şöyle açıklamıştır:
“Andolsun ki, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için Allâh’ın Rasûlü’nde çok güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 21)
Hassasiyet gösterilmesi ve üzerinde titizlikle durulması gereken mevzu; O Üsve-i Hasene’yi, yani En Güzel Örneği -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkıyla ve bütün yönleriyle tanımak ve hayatımıza model yapmaktır. O’nu çok özlemek ve o hasretin gereğini uygulayabilmektir.
Peygamberin Vazifesi
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî -rahmetullâhi aleyh- peygamberlerin vazifelerini iki ana esasta toplamıştır:
1-Nefsin terbiyesi,
2-Toplumun ıslahı.
Genelde peygamberlerin, özelde Peygamber Efendimizin sünnetinin asıl hedefi, Hakk’a kulluğu temin etmekten sonra, huzurlu bir fert ve toplum hayatının inşâsıdır. Nitekim içtimâileşmeyi esas alan İslâm Dîni, bütün emir ve nehyleriyle bunu telkin etmektedir. Dünyada sosyal hayatın inşâsı, yani adalet ve merhametin uygulanması; aynı zamanda fert ve toplumda kemâlâtın hâkim olması demektir. Bunun yaşanmış pratik örneği, Peygamber Efendimizin hayatıdır.
Cehâletin her türlü karanlığının yaşandığı bir devirden seçilmiş bulunan “ashâb-ı güzîn”in yetişmesi ve daha hayattayken cennetle müjdelenmeleri, bu en güzel hayat örneğine (Sünnete) hakkıyla ittibâ etmekten kaynaklanmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz, hayatta bir insanın başından geçebilecek birçok imtihandan geçmiş ve ashâbını da kıyâmete kadar gelecek pek çok fevkalâde hâdise için uyarmıştır.
Mekke’de temelleri atılan fert ve toplum inşâsı, önce çekirdek âile olan eş ve çocuklarla başlamış; akabinde yakın akraba, komşu, mahalle olmak üzere dalga dalga çevreye yayılmıştır. Sosyal bir hayatı bütün yönleriyle yaşayan Kutlu Nebî, ev sohbetleri, teke tek tebliğler, özel görüşmeler, ziyaretlerle toplumu âdeta temelden ilmek ilmek işlemiştir. Sahabîler arasında gelişen ifrat ve tefrit durumlarında ise:
“Allâh’a yemin ederim ki, ben, sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben, bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Şunu iyi biliniz ki, benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir..” (Buhârî, Nikâh, 1) diyerek dîni îtidal üzere, dünyadan kopmadan yaşanılır kılmıştır.
En Güzel Örnek
Sünnete ittibâ konusunda günümüzde zaman zaman çarpık düşünceler oluşabilmektedir. Özellikle çocuklar ve gençler arasında Peygamberin yalnızca câmilere ve birtakım ibadetlere hasredilmiş bir peygamber olduğu anlayışı gelişmeye başlamaktadır. Yetişkinlerde ise, Peygamber Efendimize karşı vazifemizin O’nu kuru kuruya sevdiğini iddiâ etmek, yalnızca Kutlu Doğum programlarında anmak ve bazı günler salât ü selâm getirmekten ibaret olduğu anlayışı gelişmektedir. Hâlbuki Peygamber Efendimize duyularak muhabbeti bunlarla sınırlamak, İslâm’a haksızlık yapmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimize olan sevgiyi O’nun emir ve yasaklarına uymak (sünnetine ittibâ) olarak târif etmiştir. Allâh’a giden sevgi de Rasûl’ünün sünnetine uymaktan geçer.
* * *
Takdir edilmelidir ki, dünya bütün câzibe ve çekiciliğiyle nefislere hitap etmekte, teknolojinin hız ve hazzı ise, en fazla “deli-kanlı” olan gençlere tesir etmektedir. Binâenaleyh yalnızca câmilere ve savaşlara hasredilen bir Peygamber anlayışı, insanları sosyal hayatın başka alanlarında başka örnek model ve önderler aramaya itecektir. Biz, Müslümanlar olarak O’nun hayatının bütün yönlerini ortaya koyacak çalışmalar yapmaya ve Peygamberimizi kanlı-canlı bir insan olarak hayatın bütün safhalarıyla tanımaya, tanıtmaya muhtacız.
Maalesef günümüzde görünüşte bütün imkânlara sahip ve Müslüman ailelerde büyüyen gençler, modernizmle din arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Nitekim modern zamanların bütün eğlenceleri yanında âileden gelen “kalıplaşmış sünnet bilgisi ve sevgisi” onlara yetmemekte, dolayısıyla renksiz ve sönük kalmaktadır. Oysa bugün batılıların dahî takdir ettiği eğitim sistemi ve empati duygusu, en fazla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından uygulanmış ve geliştirilmiştir.
Bunun en güzel örneklerini, babasına rağmen Peygamber Efendimizin yanında kalmayı tercih eden Zeyd bin Hârise’de, küçük yaşta îman edip hayatı boyunca Rasûlullâh’ın yanından ayrılmayan Hazret-i Ali’de ve on yaşında hizmetine verilip O’nunla on yıl birlikte olduktan sonra Peygamber Efendimize duyduğu hasret ve muhabbet sebebiyle hemen hemen her rüyasında Peygamber Efendimizi gören Enes bin Mâlik’te müşâhede etmek mümkündür.
Huneyn dönüşünde ezanla alay eden Ebu Mahzûre ve genç arkadaşlarına, Peygamber Efendimizin anlayış ve hoşgörüyle yaklaşması, Ebû Mahzûre’nin gönlünde vefât edene kadar taht kurmasına sebep olmuştur.
O peygamberler, Allâh’ın sevdiği, seçtiği, dînini en güzel şekilde yaymak için vazifelendirdiği örnek şahıslardır. Bizim onlara karşı vazifemiz ise:
“Semi’nâ ve eta’nâ: İşittik ve itaat ettik!” demekten ibarettir. Çünkü onların din adına söyledikleri şeyler, hevâ, heves ve keyiflerine göre -hâşâ- uydurdukları şeyler değildir. İnsanlara bile yalan söylemeyen kimselerin, Allah hakkında yalan söylemesi düşünülemez. O hâlde onların “Allâh’ın dînî” olarak takdim ettiği esaslar, tartışmasız kabul edilmesi ve kesinlikle uyulması gereken prensiplerdir. Biz onları, onların dediklerini öğrendiğimiz ölçüde, Allâh’ın bizden ne istediğini de öğrenmiş oluruz. O hâlde zaman zaman nefislerimizi hesaba çekerek şu sorulara net cevaplar vermeliyiz:
a- Peygamber Efendimizin hayatının ne kadarına vâkıfız? Öğrendiklerimizi, bildiklerimizi kendi hayatımıza ne kadar uyguluyoruz?
b- Peygamber Efendimizi ne kadar seviyoruz? Sevgimizin gözle görülür göstergeleri nelerdir?
c- Peygamber Efendimizin sünnetini, nefsimde ne kadar uyguluyorum? Günlük, aylık ve ömürlük uygulamış olduğum sünnetler nelerdir?
d- Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesini, evimde, âilemde ne kadar uyguluyorum? Günlük, aylık ve ömürlük uygulamış olduğum âilevî sünnetler neler?
e- Peygamber Efendimizin sünnetini akrabalarımda, apartmanımda, mahallemde ve çevremde ne kadar uyguluyorum?
f- İslâm coğrafyasındaki müslüman kardeşlerim için neler yapıyorum?
Bu Kutlu Doğum’da Peygamber Efendimizi çok özlemenin ve anmanın yanında bu sorulara vereceğimiz samimi cevaplar, hâl-i pür melâlimizi biraz daha belirginleştirecek ve hepimize hangi noktalarda eksiklerimiz olduğunu gösterecektir. Bugün O’nu tanımaya, O’nu anlamaya ve O’nun örnek hayatını uygulamaya her zamankinden daha çok muhtacız.
YORUMLAR