Mesnevî Eczânesinden Kederli Küçük Kız

“Ben, okyanusta yaşayan

ve yüreğini ney’inin küçük ağzında

ağır ağır çalan, kederli küçük bir peri tanıyorum;

gecenin bûsesiyle ölüp sabahın bûsesiyle yeniden doğan...”

(furuğ)

 

Çamaşır makinesi, bulaşık makinesi çalışır; tencere kaynar. O makineler çalışacak, o tencere kaynayacak dâimâ. Sürekli onları çalıştıran, o ocağı yakan el, boş kalınca kitaba uzanmak, kalemi tutmak arzu ve ihtiyacını nasıl diri tutabilecek?

Kılıçlar, atlar, ok ve yaylar top ve tüfekler yok artık erkeklerin gündeminde... Şimdi başka şeylerle savaşıyor, başka meydanlarda ter döküyorlar. “Erkekçe savaşmak” o gün ne kadar kahraman işi ise bugün “erkekçe çalışmak” da zor ve seçkinlerin işi. Akşama kadar bütün hafta ve aylarca, yıllar boyu bir kurtlar sofrasında, kendisi ve âilesine lokma kapmak için yarışıp yorulan bir erkek, boş kaldıkça kitap okumak ve not almak, yazı yazmak, tefekkür etmek arzu ve ihtiyacını nasıl koruyacak ve idâme ettirecek ki?

“Kadın, evinin ihtiyaçlarını görür ve çocuğunun eğitimi ile meşgul olur; erkek çalışır ve eve ekmek getirir.” diyor geleneksel kodlar. Anneler, eğitim verebilecek kıvamda olabilir mi bu şartlar altında? Babanın da eğitim vermesi lâzım. Annenin bu eğitime ortam sağlaması ve onu pekiştirmesi… Bu şartlarda nasıl?

Oysa biz annemiz gibi inanıyor, babamız gibi yaşıyoruz. Normal ve fıtrî olan bu. Normalin ve fıtratın dışına çıkılmışsa, kimi seviyorsak onun inancını paylaşıyor, kime saygı duyuyorsak onun hayat şeklini uyguluyoruz kendi hayatımıza.

Nedir peki bu şartlarda yaşayan Hazret-i Fâtıma ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ- ile bizim aramızı ayıran şey? Ne oldu da biz, onlar gibi anne-baba olamıyoruz? Nedir bizi onlar gibi “hizmet ehli” yapacak olan âmil?

 Hazret-i Fâtıma’nın su taşımaktan omuzu, el değirmenini çevirmekten eli nasır tutmuştu. Hazret-i Ali, çorak toprakları kazıp, ekip dikip sulayıp mâmur etme ustasıydı. Kılıç kullanmadığı zamanlar, kazma-kürekti elindeki… Yine de onlar geceleri içli içli ağlar, gündüzleri çevrelerindeki insanları irşad ederlerdi, özlü sözlerle... Neydi onları “Sizden bir teşekkür bile istemiyoruz; çünkü biz çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabından) korkarız.” (el-İnsan, 9-10) demenin ufkuna ulaştıran mahiyet?

Hazret-i Mevlânâ, Hazret-i Ali’yi, Mesnevî’de üç yerde uzun uzun anar:

  1. Yenmek üzere olduğu düşmanı yüzüne tükürünce, ihlâsının zedelenmiş olabileceği korkusuyla onu serbest bırakması.
  2. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine; “Sen Ali’yi öldüreceksin bir gün!” dediğinde koşup kendisine; “Beni öldür, o kara günü gösterme!” diyen seyisine; “Kader değişmez, ona bir şey yapamam; ama merak etme, sana ben şefaat edeceğim!” demesi ve:
  3. Peygamberimiz’in Hazret-i Ali’ye: “Herkes bir yolla Allâh’a ulaşır. Sen akıllının gölgesinden Allâh’a ulaş!” diye tavsiyede bulunması.

Herkes kahraman, dâhî, önder, mûcit, müstesnâ, hattâ akıllı olmayacak. Kahraman, dâhî, önder, mûcit, müstesnâ insanlardan etkilenecek geri kalanlar… Dünyevî ve nefsânî aklını değil, sonsuza gözünü diken ve kâinâtın faydasını gözeten aklın tesirinde olmaktır akıllının gölgesinde olmaktan maksat…

Onlar ki, bakırı altına çevirirler. İş ki, bakır olasın. Demirin altın olması vâkî değil. Taş lâl oluyor, toprak altın; ama demir altın olmuyor. Demir vs. olan şeyler için elden gelen bir şey yok. İşte kişiyi taş, toprak ve bakır kılan tesir, “iyiyi istemek duygusu”dur. İyiye, güzele meyilli olmak duygusu... Olduğunun en iyisi olmak, hizmet insanı olmak, hep temelinde daha iyi olmak isteğini taşır. Bu istek öldü mü, hayal ölmüş demektir. İnsan var olana râzı olmuş demektir. Var olanla yetinmek, madden ulvî ise de mânen süflîdir. “Ben buyum, böyle kabul edeceksiniz; beğenmeyen çekip gider.” tekebbürünü (kibrini) ve kabalığını taşır özünde… Nefs-i emmârenin vasfıdır. Bu vasıf, nefse yerleşti mi, artık ondan yüksek davranışlar beklenemez. Yaptığı zaman bile tekebbüründen yapar, tekebbürüne katık yapar.       Tasavvufun özündeki arayış duygusu ise, bu “daha iyi olmayı istemek duygusu”ndan neş’et eder. Zâhirî ilimleri, din ilimlerini öğrenip bir medresede hoca olduktan sonra, etrafında saygı görüp dururken, yani madden ve mânen doyum alabileceği noktadayken, rûhunu kıvrandıran bir arayış sâikiyle yollara düşen, bütün o asîl velîler, yüksek bir nefis mertebesinde idiler. Âlî idiler, ulyâyı aradılar. Arayışı bıraksalardı, yavaş yavaş çökeceklerdi oldukları yerde…

Eski edebiyat mesnevîlerinin çoğunda erkek, kızın bir resmini görür, âşık olur ve onu aramaya çıkar. Sonunda genellikle ulaştığı, kendisi olur. Böyle kendini aramazken kendini bulduran bir gelenek, durduk yerde “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” sorularını sordurur. Arayış duygularını kamçılar.

Bir kısım insanlar aramaktan vazgeçmez, simurg gibi… Çoğunluğu vazgeçer ve döner sıraya. Oysa arayana, Mevlâ, muhakkak buldurur.

Mesnevî’nin ilk hikâyesinde padişah, ağlayış ve duâ ile celbeder ilâhî hakîkati, inâyet-i ilâhî ile arayışının bittiği noktada, yepyeni bir kapı açılır önünde.

Mesnevî’nin en uzun hikayesinin kahramanı Şeyh Dakûkî’ye buldurur meselâ. Şehir şehir gezip velîlerle bir araya gelen Şeyh Dakûkî’ye bir gün “içinden yolculuklar yapma” imkânı verilir. Yediler’e ulaşır o imkânla. Onlara imam olur hattâ. Onlardan daha faziletli bir hâl sergilediğinde ise, onu anlayamayıp terk eder Yediler… Hazret-i Mevlânâ “yine fazilet ve yine aramaya devam” der.

Mesnevî’nin son hikâyesindeki üç şehzâdeye bir aksakallı dede söyleyiverir kızın kimliğini... Üç şehzâde, kızın ismini öğrenir de bir başka arayışa dûçâr olurlar. “Ben ilâhîyim, münezzehim çocuk sahibi olmaktan; kızım varsa hani nişanı?” der Çin padişahı… İlk iki kardeş bulamazlar. İlki, usûlsüzlükten; ikincisi rehâvete kapılıp vazgeçmekten dolayı. Üçüncü kardeşe, prensesin ona olan sevgisiyle, dadısı yardım eder. Saç tokasını nişan olarak sunan şehzâde, hem kıza kavuşur, hem saltanata.

Şârihler, “gayret ve himmet kanadıyla erişilen mârifet burcudur” derler, bu son noktaya. İzzettir o… Hem muhabbet, hem saltanat. Tanımanın getirdiği muhabbet ve saltanat izzeti.

Bir mürşide vâsıl olunca, yolun sonuna geldiğini zannedip aldananlar, şeytanın müthiş bir dalaveresine kurban olurlar. Yol, asıl, o vâsıl oluşla başlar aslında... Dadı, şehzâdeyi saraya alır. Hangi şeyi nişan olarak alacağını bulmak, şehzâdenin sorumluluğudur. Üstad yolu çizer, usûl tayin eder. Gayretle çalışmak, talebenin sorumluluğudur. İmtihan, fert fert her bir kulun imtihanıdır. Mürşidlerden, “Kaç kişiye himmet ettin?” diye çetele istenmeyecek!.. Ama “Önden ne gönderdiğine bir bak!” (bkz: el-İsrâ, 14) buyruluyor insana… “Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitar, 6) diye soruluyor. “Likâyı (kavuşmayı) arzu etmekten nasıl vazgeçersiniz?” diye dikkat çekiliyor Allâh’a kavuşmaya…

Kâmil bir örnek üzerinden, kemal üzere bir sevgiyle, muhabbetle, bağlılıkla daha yakın, daha sevgili; hep daha yakın olma heyecanı ve şevki ile Allâh’ın inâyetine, mürşidin himmetine mazhar ola ola, menzile ulaşma başarısını dileyelim Allah’tan… İçimizdeki arayış duygusunu eskitmesin, hiçbir nefsânî itmi’nan... Özlemeye, istemeye, aramaya; dönüp dönüp yeni baştan bilenmeye devam.

“Hiçbir avcı, bir çukura dökülen küçük bir nehirde inci bulamaz.”

(furuğ)

“-Dikkatini çekti mi?” dedi ömrümün cemîlesi, latîfesi “Prizin üzerine iliştirilmiş kartta ne güzel bir şey vardı.”

Hiç fark etmemiştim. Onun yüzündeki o sevgili, o münbit, o sârî coşkuyu içime çekerek, fotoğraflayarak “Ne vardı ki?” dedim.

“-Bir kart, basit bir kartpostal. Bir telefon resmi. Sol üst köşede, ara beni yazıyor.”

“-Bunun neresi güzel?” dedim sabırsızca, iyi hatırlıyorum.

“-Güzellik, alt sağ köşede.” dedi. “Üstte «ara beni» yazıyor ya, alt sağ köşeye tükenmez kalemle «bul kulum» yazmış ablalar.”

“-Ara beni, bul kulum!..”

Bu, içimin bütün meş’alelerinin yandığı anlardandır.

Böyle böyle birbirimizi çekip götürüyoruz bir kervanın peşinden. Geçtiğimiz yerlerde “göçtü kervan kaldık dağlar başında” diye ilâhî tutturmuş olan nice pişmanlık ehlini de sevinçlere gark ediyoruz. Arayış, son nefese dek! Namaz kılamayan kılmayı, kılan huşûyu, huşû sahipleri mîrâcı arayacak. Vazgeçen, bir sonraki kervana katılacak. Mevlâ “Elestü bi Rabbiküm” diye seslenecek her seher, “Belâ, belâ!..” diye koşacağız biz... Birileri koştukça, birileri uyanacak ayak seslerinden… Ümmeti birbirine zimmetlemiş Hak Teâlâ. Her arayan ve bulan, geride bıraktıklarının derdinde olacak.

Âb-ı hayatı bulmuştu Hızır -aleyhisselâm-. İçti ve İskender’le atını aramaya çıktı. Zifiri karanlıktı.

Balığın karnındaki karanlığı ve dahî ümmetinin kalplerindeki zulmeti dağıtan, Yûnus -aleyhisselâm-ın idrâkinin nûru oldu: “Lâilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” (bkz: el-Enbiyâ, 87)

Arayışın âb-ı hayatına erenler, dağılıyor karanlıkta kalmışlar için… “Sen balık sahibi gibi olma! Hani o dertli dertli Rabbine niyâz etmişti.” (el-Kalem, 48) Karanlıktan ses ver ki, bir başka arayan, seni bulsun. Niyaz ile ses ver, balığın karnından... “Aramak imkânı tükendi.” diye inle! “İstemek isteği öldü.” diyerek bak gökyüzüne… Bakmaya devam et! “Rabbin, senin Kâbe’nin kıble olmasını arzu ederek göğe bakmanı gördü.” (el-Bakara, 144)

“Döner döner kûy-i yâre bakar âh ederim” diyene, her veche Allâh’ındır. “Nereye dönerseniz Allâh’ın vechi oradadır. O her şeyi kapsar ve bilir çünkü…” (el-Bakara, 115) der Kur’ân… “Mevlevî” kelimesi de bu âyetten gelir: “Ne yana dönerseniz Allâh’ın vechi oradadır.” Kendi ciğerlerinin kanında semâ eden erleri, Mevlâ-yı Müteâl elbette cemâliyle ser-firâz kılar.

 Bî-karâr olan gönül bülbülünü, gülün dalında, ağzında gül yaprağı ile görürsün. Yine feryat, yine âhuzâr! Fenâfillâha erenlerin bile ârâm-ı dili, bekâbillâh ile... Âh, geçici nakışlara takılıp nakkaşlardan bîhaber kalanlar, hatırlasalar “elest” meclisini! Ancak son nefeste emniyetle sükûn var. Keşke bilse insan!..

Hazret-i Mevlânâ, vefat ettiği gece, oğlu Sultan Veled’e; “Git, rahatça uyu!” dedi, “Baban artık üzülmeyecek!” dediği gibi Rasûl’ün -sallâllâhu aleyhi ve sellem-. Arayış bitti, Refîk-ı Âlâ’ya vardı yol. Şeb-i arûs bu gece!..

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle