Mesnevî Eczânesinden -5 Rüyada Hindistan’ı Görmek

Behlül Dânâ Hazretleri, bir dervişe, “Nasılsın?” diye sorar,

Derviş: “Her şey istediği gibi olan biri nasıl olursa öyle…” diye cevap verir. (Mesnevî, III/1883)

* * *

Hazret-i Mevlânâ’dan öğreneceğimiz, kişiyi hayır üzere tutan âmillerden beşincisi “rızâ”dır. Rızâ, yani coşkulu beğenme ve memnuniyet hâli… Sevgili’nin her şeyini beğenmek... O’nu bütünüyle kusursuz görmek. “Ne versen râzıyız, şükür elhamdülillah!” diyebilmek…

Bir yanda İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Tefviznâme’si, “Mevlâ görelim n’eyler/ N’eylerse güzel eyler”; yanında Hâfız’ın iflâh olmaz cebrîliği(!):

“Sana verilene râzı ol, alnından hoşnutsuzluk ifadesini sil/ Senin ve benim yüzüme tercih kapısı açılmış değil!..” (Hâfız, 37. gazel)

Karşılarında “ihtiyar” ehli; “elimizde tercih hakkı var” diyen… Ve avuçlarımızda Hazret-i Mevlânâ’nın; “Sana zorlama yok, cebr yok, sen hürsün; yabancısın çünkü…” deyişi var.

Yakınlığın tabiî neticesi olan esâret, mecbûriyet… “Bedeli” değil, “neticesi”… Yani yakın olmak için mecbur değilsin, yakın olduğun için mecbursun. Bizim konumuza bakan yönü, yakınlık ve mecburiyet kısımları değil, bunlar sırasında kalpteki hava... İşte o, rızâ!.. Hazret-i Mevlânâ’nın, “O, feryattan hoşlanıyor, ben de feryâd edeyim öyleyse; gerçi ona başım fedâ, ama ben fedâ dedikçe o kaçıyor.” diye şikâyetle inleyişindeki tat...

İşte bu hâl, gönlü çeşitli güzelliklerle donatır. Allâh’a hamd, O’nun hakkında hüsn-i zan… “Allâh’a hamdi çoğaltınız” buyuruyor Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi sellem-, “şartların ahlâkınızı yozlaştırmasına karşı, size yeterli gelir.”

“Hamd”de de övgü vardır, bilirsiniz, hayranlıkla şükrettiğimiz Rabbimizin her tecellîsinin mü’mine hoş gelmesi, gayet tabiî sanırım. Şartların yozlaştırıcı baskısına karşı hamd örtüsü.

“Teslîmiyetsizlik ve itiraz kalmadı bizde. Kaybolana karşılık daha büyüğü geliyor çünkü. Ateş olmadan bize sıcaklık eriştiğine göre, ateşi bizi öldürse râzıyım.” (Mesnevî, III/1874-75)

“…Dosta itiraz olmaz. Her ne alsa karşılığını gönderir. Bağını yaksa sana üzüm bağı verir. Yas içindeyken şenlik verir sana. Elsiz çolağa el verir. Acılarla dolu insana şen şakrak bir gönül verir.” (Mesnevî, III/1871-77)

“Bir baş keser, altmış can bağışlar.” (Mesnevî, IV. ciltten)

* * *

“Söyle belâ girdabına düşmüş olana: Yüzünü secdeden kaldırmasın/ Çünkü istediğine ulaşmanın iksiridir, duâ ve niyazın tozu-toprağı…” (Hâfız, 259. gazel)

Mûcizeler görmüş bir yürek mi gerek, râzı olmak için? Yoksa altın hükmünde bir istidad mı? Cevheri mi iyi olmalı insanın, ehil olması için? Sevgilinin yüzünde mûcizeler görmüş bir yürek, hayat ve hakikat karşısında daha bir gözü kara, daha bir delikanlı, buna daha bir müsait ve meyilli değil midir? Belki tam da bundan söz ediyor Hazret-i Mevlânâ… Görmek, duymak ya da öğrenmek gibi değildir. Yine de bir “nîm” koku getirdiyse rüzgar ötelerden yahut kaldırdıysa perdenin ucunu hafiften, bu da “el-Ğanî” olan Allâh’ın nimetlerindendir. Böyle başlar bazılarının rızâ yolculuğu. Böyle yanar bazı sînelerde Hak sevgisinin kandili... Ve esâsen o kandil kıvılcım aldı mı, nefsânî vasıfların harmanına da bir alev düşmüş demektir. Hak’tan ibaret kalıncaya kadar sönmeyecek bir yanıştır bu… Orada ise her şey, Allah istediği içindir.

Tasavvufî ıstılahta nefs mertebeleri arasında zirveden hemen öncesini ifade eden “nefs-i râdıye” ve “nefs-i merdıyye” rızâyı temel alır. Dolayısıyla henüz nefsinden bîhaber bir fakirin, “rızâ” üzerinde yazması komik değilse de, iç burkucudur. “Fakat” dedim ben de, “ey muhteşem sîmâsı, saltanatını gösteren sâdık zât, evet sen sultanısın âlemin, gördüğümün yüz katısın hattâ... Ama bana bu rızâ hâlini anlat, lütfen, hem öyle anlat ki, fazilet sahipleri de, içi boşlar da bunları duyup faydalansınlar, pay alsınlar ondan…”

“Konu, rızâ, Allâh’ım!..” diyordum, susuyordum, “Nasıl anlatayım ben rızâyı?”

Durum tesbiti yapıp dönmek, bendeki kalem tecellîsinin vasfı değil; bir nişân, işe yarar bir şeyler olmalı, son tahlilde…

“-Yazı böyle bölük pörçük, darmadağınık, sancılar içinde kalakaldı Pîrim; bir nefes, bir kandil, yeni bir tat, bir tutam misk kokusu, bir yenilik lâzım bana… Rızâ konusu böyle sıkletle anlatılır mı, bir tebessüm bâri olmalı, o mânâdan bu buğulu aynada…” dedim.

“-Bize, o padişahın huzuruna çıkmaya izin yok, deme; kerîmlerle yapılan iş, zor olmaz!..” (c: I, 219. beyit) dedi Mesnevî diliyle… Öyle niyaz ile boyun bükmelere kıyamaz zaten benim Rabb-i Rahîm’im, Kerîm’im… Ve açıldı mânâ gönlümde, o çok sevdiğim hikâyesi Mesnevî’nin, rızâ penceresinden arz-ı cemâl eyledi keremle…

* * *

“Bir genç tesâdüfen o da bir kerecik gördüğü bir kıza âşık olmuştu. Ne kadar uğraştıysa, bir daha görmek nasip olmamıştı. Bu uğurda başvurduğu her yol tuhaf bir şekilde tıkanıp kalmıştı. Nihayet sekiz yıl sonra bir gece, yasak vakitte dışarıda gezinirken bekçiyle karşılaştı. Yakalanma korkusuyla en yakınındaki bahçenin duvarından içeri atlayıverdi. Bir de ne görsün, sevdiği kız da orada! Kısa bir şaşkınlıktan sonra sevinçle ileri atılıp kıza sarılmak istedi. Ama kız son derece şiddetle onu itti. Ve; «Bekçi yoksa, Allah var!» dedi. Genç, düştüğü kötü durumdan kurtulmak için; «Seni denedim.» dedi. Bu söz, kızı daha da öfkelendirdi; «Özrün kabahatinden beter!» diyerek asıl kendisinin denendiğini, fakat kaybettiğini açıkladı. (Mesnevî, III/4745-IV/385 civarı)

Hikâyede geçen;

-Sekiz yıl, o süre zarfında çıkan engeller, bekçi ve bahçe; şartlar, üzüntü ve sıkıntıları temsil eder.

-Sevgili, Allah’tan üflenmiş candır, vahdet sırrıdır; Cenâb-ı Hakk’ı temsil eder.

-Âşık, kemâle ermemiş insandır…

Hikâyeyi, Mesnevî’nin kendisinden, bu semboller üzerinden kalben tefekkür ederek uzun uzun okumak lâzım…

Şartlar ve musibetler, kişiyi olgunlaştıran ve Allâh’a doğru ileten imkânlardır. Bunu idrak eden yürek, bir adım sonra cereyana kapılmışçasına korkuyla titrer: Allah benden râzı mıdır? Likâullâh’ı arzu ve ümid eden mü’min bir kalp için bu idrâk ne kadar kavurucudur! O’na kavuşmayı ve onu görmeyi umup dururken ölüm, kabir, diriliş, hesap, cennet, rü’yet diye belirlemişken ideal sürecini, yol ikâb ve azaba çıkarsa; âyetteki ifadesiyle hamakatle karışık bir coşkuyla O’na seslendiğimizde:

“Alçaldıkça alçalın orada ve Benimle konuşmayın artık!..” (el-Mü’minûn, 108) denirse, taraf-ı İlâhî’den?!

İşte Hak dostlarını korku ve ümit arasında tutan dengenin korku ayağı... İşte “benim bildiklerimi bilseydiniz”in “bildiklerim”i… İşte “Keşke anam beni doğurmayaydı!” feryadı… İşte “Ben de çok zaman dağ başında yalnız bir ağaç olmayı diledim.” sızlanışı…

Korku, evet; takvâ değil, haşyet değil, havf… Korkarsın ve bu seni daha güçlü kılar; harekete geçersin ve yavaşça düzenlersin hayatını, rızâ-yı İlâhî’ye göre bu sefer…

“Fil gibi başıma vurup yarala ki Hindistan ve bahçe rüyası görmeyeyim. Böylece kendimi kaynamaya bırakayım da o kucağa ulaşmaya bir yol bulayım. Çünkü insan, zenginlik içinde azgınlaşır, düş gören fil gibi âsî olur. Fil rüyasında Hindistan’ı görünce filciyi dinlemeyip kaytarmaya başlar.” (Mesnevî, III/4197-4200)

* * *

Rızâ konusunda en önemli başlıklardan biri, şartlardır. Bir diğer deyişle, sebepler… İnsan zarar gördüğü her durumda şartlara, sebeplere bakar hemen... “Şartlar daha iyi olsaydı...”, “sebepler râm olsaydı...” Onlar yardım etmediği içindir, bütün aksaklıklar… Oysa Müsebbibü’l-Esbâb olan, sebepleri yaratan Allah, insanın Allâh’a ulaşma serüvenini çok daha incelikli sebeplere bağlamıştır. Kaba akılla anlaşılmaya çalışılırsa, Ebû Cehil’in “Niçin bir çoban?! Aramızda zenginler, âlimler var!” deyişi gibi, yanlış sahralarda sergerdân olunur.

Sebeplere bakmayı bırakıp bilinmeli ki, bir şeyin kötülüğü, kişiye göre değişir. Birine zehir olan, diğerine panzehirdir. Birine tatlılık ayak iken, bir başkasına ayak bağıdır. Sudaki canlılar için deniz, bahçe gibidir; karadakiler içinse, ölüm ve acı... Birisi için eşkıyâ olan, bir diğeri için sultandır. Birine kalkan olan, ötekine sıkıntı ve zarar olabilir.

Tamam, “Sahip olduğumuz şartlar, bizim için en hayırlı olandır.” Ama nasıl? Bize zehir geliyorsa, bir şart… Suya düşmüş kara hayvanı gibi suyun yüzünde çırpınıp duruyorsak meselâ. Yorduysa bizi, şartların isteklerimizle uyumsuzluğu… Nasıl şekere döner zehir, nasıl bahçe olur deniz, nedir eşkıyâyı sultana dönüştüren iksîr?

 “Onun senin için de şeker olmasını dilersen ona âşıklarının gözüyle bak. O güzele kendi gözünle bakma, kapat gözlerini, âşıklardan göz ödünç al. Hattâ yapabilirsen kendisinden göz ödünç al, ona kendi gözüyle bak. Böylece bahtın bahtsızlıklardan kurtulsun…” (Mesnevî, IV/75 vd.)

“Ben onun gören gözü olurum…”

“Yiğitlerin akıl ve kulaklarının duyduğunu duyana ne mutlu!” (Mesnevî, IV/1629)

“Eşyanın hakikatine vâkıf olan muhterem zâtların usûllerine tâbî ol; o derece ki sana nîmet görünen, onlar tarafından külfet olarak nitelendiriliyorsa, aslını anlamasan da onların görüşünü tercih et.” (Mesnevî, IV/2735 vd.)

“Dostla düşmanı birbirinden ayır. Senin düşmanın, kendinden başkası değil. Saâdet zannıyla koşar koşar duvara toslarsın. Sürünerek de olsa, uzaklaş o noktadan, sonu güz olan bir bahar bu! Nefsini alçaltana ne mutlu, baş kaldırıp dağ kesilene ne yazık! O varlık neşesi, tatmin duygusu nefse hoş geliyor. Ama aslı zehirdir onun… Kendini fânî hâle getirip Hakk’ın bekâsı ile dirilmedikçe, kendi gözünle bakmak bu, gözlerini kapat! Geçici padişahlığı Hakk’a ver ki, sana herkesin ittifak ettiği padişahlığı versin. Şartların, «Biz Allâh’ı biliriz ve O’na boyun eğeriz; hiçbirimiz rastgele ve boşuna değiliz.» deyişini duy. Her görünen şey, gizli hikmetleri seslendirir, düşün bunu; ilâçlarda gizlenmiş şifâ gibi hani…” (Mesnevî, IV/2880’e kadar)

Herkes gönlünün aydınlığı nisbetinde görür o gizlilikleri… Kalp aynasını daha çok parlatan, daha çok görür… Gerçi o parlaklık da o parlatma çabası da Allâh’ın lütfudur, ama Allah kimsenin niyetlerini, arzularını ve tercihlerini kısıtlamaz. “Kim Allah için olursa Allah da onun için olur.” (Mesnevî, 4/80’e kadar)

(Fark şu ki) Allah birine sıkıntı verir, o da pılını pırtısını toplayıp küfrâna kaçar. Bir diğerine de sıkıntı verir, o, Hakk’a daha da yaklaşır. Korkaklar, savaşta ölmektense teslim olmayı tercih ederler. Cesaretliler ise, yenileceklerini anladıklarında daha fazla saldırırlar düşmana... Tıpkı annesinden tokat yediğinde annesine sarılan çocuk gibi… Annesinden başka kimsesi olmadığını düşündüğü için başkasından yardım istemek aklına gelmez.

Allâh’ın râzı olduğu kulların gönülleri de iyi ve kötü hiçbir ahvâlde Allah’tan başkasına yönelip sığınmazlar. “İyyâke na’büdü” budur, “yalnız Sana kulluk ederiz” derler duâ ederken, belâ zamanı da “Sen’den başkasından yardım dilemeyiz” diye niyaz ederler. “Sadece Sana kulluk ederiz ve yardım beklentimiz de sadece Sen’dendir.” (Mesnevî, IV/2930’a kadar)

Hani Cebrail -aleyhisselâm- yardım teklif etmişti de İbrahim -aleyhisselam- “Hayır!” dedi; “Gören görüyor, aracıya ne ihtiyaç var?” Sıradan insanlar için lütfun tâ kendisi olan referans, aracı, torpil o yüce güzellere kahır gibi gelir. (Mesnevî, IV/2980’e kadar) “Padişahın elini öpme şerefine mazhar olmuş kişi, eteğine sarılırsa yakışık almaz.” (Mesnevî, 1. Ciltten)

“Peki, ama neden, neden bu ayrım?” diye sordu Mûsâ -aleyhisselam-, bilmeyenleri bu sırdan haberdar etmek için bilmezden gelerek... Allah:

“-Tohum ek de durumu kendin değerlendir.” dedi. Mûsâ -aleyhisselâm- ekin ekti. Başaklar olgunlaşınca orak alıp biçmeye başladığında Allah sordu:

“-Niçin biçiyorsun bu güzelim ekinleri?” Mûsâ -aleyhisselâm-:

“-Rabbim, ekini biçip yere seriyorum, çünkü başakların içinde kalması uygun olmaz. Başaklar samanlığa lâyıktır, taneler buğday ambarına. Aralarındaki fark, elemeyi gerekli kılıyor.” dedi. Allah:

“-Bu bilgiyi nereden aldın, nereden biliyorsun bunu?” diye sordu.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“-Ayırt etme vasfını Sen verdin bana Rabbim.” dedi. Allah Teâlâ:

“-Öyleyse Ben nasıl ayırt etmem? Yarattıklarımın kimisi tertemiz kıldı varlığını, kimisi ise bulandırdı… Aynı değerde olmayan istiridyeler gibiler. Kiminin içinde inci var, kimi bomboş. Buğdayı samandan ayırır gibi iyiyle kötüyü ayırmak lâzım.” Dünya, «Ben gizli bir hazineydim.» sırrını ortaya çıkarıp göstermek içindir. Beden ve onda gizli olan can gibi…

 -Ayranı çalkalayarak tereyağı yaparlar. Kulu zorlayan her şey, bedenin özündeki can cevheri açığa çıksın diye gayretle çabalamaktır esâsen... Gizlediğini açığa çıkarıncaya kadar çalkala onu.

-Düşlerinde hep Hindistan’ı gören filler gibi seçkin ol… Eşek, rüyasında Hindistan’ı görmez hiç... Rüyada Hindistan’a gidebilmek için fil gibi iri canlı olmak gerekir. Fil Hindistan’ı istekle anar ve sonunda anıp durduğu ülkeyi rüyasında görür. Geldiği yeri hatırlamak ve geri dönmek azmine sahip olmak, her sıradan insanın harcı değildir. Fakat umutsuz olma, fil canlı olana kadar değişimin peşinde ol. (Eşek, nefsi temsil eder; fil, can’ı, Allah’tan üflenmiş olan rûh’u)

Bu konuda himmet sahiplerini örnek al. Kâinâtın iksir yapıcılarıdır onlar. Dinle o çini ustalarının seslerini; bizim için çalışıyorlar bak. Gömlekleri misk kokar onların… Gözleri açar, o kokular. Uğradığın zararları o kokular bil. Her bir zarar, yeni bir kavrayıştır. Her kış sonrası gelen bahar gibi yeni yeni otlar yeşertir varlığımızda…

İbrahim Ethem rüyasında gönül Hindistan’ını gördü de kaçınılmaz olarak kırdı zincirlerini… Saltanatı bırakıp gözlerden gizlendi. Uykudan sıçrayıp delirmek, Hindistan’ı görmenin belirtisidir. Gafletten uyanıp düzenlemeler yapmak, gönül gözünün işaretidir. (Mesnevî, 4/3083’e kadar)

* * *

Gece, böylece erdi sabaha… Martıların seslerini duyup kanatlarının aklığını görünce fark ettim… Denizden kokular taşıyan o aklıkta köpüklerin fısıltıları vardı.

“Dostu görmek için yine gözümü açtım, kulunun işlerini yoluna koyan Rabbim, Kârsâz-ı bende-nuvâz’ım, Sana nasıl şükredeyim?..” (Hâfız, 259. gazel)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle