Halkı bırakıp Hakk’a teveccüh, sonsuza kadar yücelmek ve dâimâ o makamda kalmak nimetine eriştirir insanı. Tavus kuşu gibi süslü kanatlarını bir bir yolar, nefs-i mutmainne... İnsanların takdir ettiği ne kadar vasfı varsa kurtulur onlardan, örter onları... Böylece nazar gibi, kem göz ve hasetle düşmanlık gibi kötü tesirlerden selâmette olur. Saman çöpünden bile değersiz olduğu hâlde mârifet taslayıp duran nefse ne kadar yazık!..
Ve şu da var: Mal ve yemek hırsını yılana benzetirsek makam ve mevkî düşkünlüğü ejderha gibidir. “Yirmi kat” diyor Hazret-i Mevlânâ. Âdem -aleyhisselam-, yemek ve eşine olan meyli sebebiyle zelle işledi. Şeytan ise, makam ve mevkî yüzünden lânetlendi. Boğaz ve şehvet hırsı, zamanla azalıp sönerken makam arzusu iyice kök salar, dallanıp budaklanır. Öyle ya, bir sofraya bir çok insan sığar da dünya iki pâdişâha dar gelir. Belli vasıfları olan, istîdâdı yüksek şahsiyetlere düşen, Cenâb-ı Hakk’ın “el-Kuddüs” ismine âyinedarlık edip tevâzû, infak ve gözyaşıyla, rikkat-i kalbiyye ile Allâh’a hizmet etmektir. Kendindeki yüksek vasıflardan dolayı naz etme hakkını kendinde görmek yerine, niyaz yolunu seçmektir. Nazda gizli bir korku varken niyaz, zâhiren silse de varlığını, ayın on dördü gibi parlatır aslında.
* * *
“Hevâ ve şehvetin hükmüne uyar, perde altına girersen, o da perde altına çekilir. O gizlenince sen feryâd edip «Ey mânâ gelini, ey âlemin matlûbu, ey kusursuz güzellik; cemâlini göstermişken neden yine perde ardına çekildin?» dersin. O da cevap verir: «Sen hevâ ve şehvet perdesinin ardına çekildin de o yüzden.»” (Mecâlis-i Seb’a, s. 51)
* * *
“Dedim ki «Yapma!», «Sen yapmazsan ben de yapmam.» dedi.” (Rubâîler, 980. rubâî)
* * *
“İlâhlık, Allâhu zü’l-Celâl’in elbisesidir. Onu giymeye kalkışan, vebâle düşer. Hüküm O’na aittir, hizmetse bize... Haddini aşanın vay hâline! Bu tavus kanadı, senin için bir fitnedir. Çünkü o, kendini Allâh’ın kudsiyetine ortak saymana sebep olur.” (Mesnevî, 5/533-535)
* * *
O makam ve mevkî, kibir sebebi olur ve kibir de başka pek çok belâya yol açar. Nefis, henüz ham olduğu için böyle olur. Hüner, yetenek, beceri, ham olanları helâk eder. Hüneri, makamı ve mevkiyi yok saymakta sabırlı ve dirâyetli olana, bu hünerler, bu makamlar zarar veremez, fitneye düşüremez.
Seçebilecek kadar esnek olabilmektir burada sabır... Nötr olabilmektir; makamla-hünerle sevinmek yok, giderse de üzülmek yok, sabır budur. Zira kibirlenip dururken aslında bir kısım tamah ehlinin lokması olup durur. Beğenilme, takdir edilme arzusuyla kendini o tamahkârlara malzeme yapar. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Allâh’ım, beni fakir yaşat, fakir öldür ve fakirlerle haşret.” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 37) Süleyman -aleyhisselâm- da kendini fakirlerden sayardı. Çünkü onlar, tamah ehlinin değil, Ganî olan Allâh’ın rızâsı tarafına kaçardı.
3) Karga: İstemeyi bilmemek... “Güzel ömür, canı kurb içinde (Allâh’a yakın olarak) besleyip büyütmektir. Allah’tan ayrı olmak, hazır ölüm demektir. Allah ile olmayınca âb-ı hayat bile ateştir. Ömür de, ölüm de Allah ile güzeldir.”
İstemekle ilgili iki müthiş tabloyu önümüze getiriyor Hazret-i Mevlânâ:
- İblis’in tevbe etmek, yani affedilmeyi istemek yerine “ten ömrü istemesi”,
- Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- ile yol arkadaşlığı eden adamın, ölü kalbinin dirilmesini istemek yerine, kemiklerin dirilmesini istemesi.
“Allâh’ın zâtından başkasını istemek; istenen şeyin artacağı zannını çoğaltır da esâsen tam bir eksilmeden ibarettir.”
“Muhavvilu’l-ahvâl”, yani hâlden hâle çeviren Allah, kendisine varıncaya kadar sayısız hâl ve basamak yaratmıştır. “Her şeyi sebeplerden bilmek” yüzünden hayret azalıyor. Oysa kişiyi Allâh’a kavuşturacak yola “hayret” götürür. Hâlden hâle geçmeli, bir sonrasını gözetmeli... Bir hâlde takılıp kalmamalı.
Karga uzun ömür istiyor Allah’tan, “keşke karga, huyundan kurtulmayı isteseydi” diyor Hazret-i Mevlânâ.... İnsanın en büyük arzusu bu değil mi; uzun ömür ve sonsuz hayat. “Beka duygusu” der, Tanpınar “insanın bütün fiillerinin asıl sebebi.”
Nefsânî temâyülleri tespit edip, husûsî ve umûmî olanlarını seçip, umûmî olanlar için standart çözümlere başvurmak, husûsî olanlar için özel çözüm arayışına girmek lâzım. Temâyüller tabaka tabaka... En üsttekilerden başlayıp yavaş yavaş derinleşmeli bu çalışma... En alttakini çekip çıkartır oysa şeytan. Böylece hepsi altüst olur. O karmaşada boğulup pes etmek, harap ruhlar için mukadder... Burada harap olan ruh, Allah’tan üflenen sultânî ruh değil, hayatı idâme etmeye yarayan ruh-i hayvânîdir. Hastalıklar, maddî ve mânevî tepesine çökmüş onun, var olan cüz’î hayatını da istilâ etmiştir. Bundan önce tedbir almış olsaydı keşke... Temâyüllerini terbiye etseydi. Elbette yol buraya çıkmayacaktı. Meyillerimiz şekillendiriyor hayatımızı... Nefsin meyilleri yerine “can”ın meyillerine yönelsek.
* Pratik bilgi şu: Nefs “canım istiyor” dediğinde, “Canım ne istiyor?” diye sorgulamak...
4) Horoz: Şehvetine düşkün olmayı temsil ediyor. Altın, gümüş gibi değerli madenler, evler, binekler fitneler dizisinin ilk basamağı. İnci, mercan, elmas gibi değerli taşlar ikinci grup. Yağlı ve tatlı yiyecekler, değerli içecekler üçüncü grup. Şarap, çalgı ve nihayet kadın, dördüncü grup olmak üzere; hurma lifinden örülmüş iplerdir ki, mertlere de, nâmertlere de bağlanır ve mertler, o ipleri koparıp atarlar!
Hevâ ve hevesin zirvesi, şehvetine düşkünlük oluyor. Kadın, zirve imtihan vesilesi olduğundan, rûh onda ilâhî tecellîleri görünce nefs daha da azgınlaşıyor, daha da gaflete ve isyana kapılıyor. Yalnız dikkat buyurunuz ki, altın, gümüş gibi değerli madenler de, atlar da (günümüzde arabaya tekâbül eder), yemek, içki ve müzik de kadın kadar şehvet unsurudur. Aşırı sevilen, istenen her şey gibi.
* * *
Şu mühim; Hazret-i Mevlânâ’ya “Âşık yıkık, kırık-dökük olur” diyorlar, “Evet” buyuruyor, “Ama sevgili öyle istiyorsa. Âşıklık, sevgilinin isteği üzere olmaktır.” (Fîhi Mâ Fîh’ten)
* * *
Kadın, Mesnevî’de bir cinsiyeti değil, bir vasfı temsil eder; güç yetiremediğimiz, karşı koyamadığımız güçlerimizdir. Nefis, dişidir bu yüzden... İçki, sarhoşluk veren her şey ve müzik, dipten gelen, tam mânâsını çözemediğimiz dürtüler.
* * *
“Öfkeyi, şehveti, hırsı terk etmek, mertliktir; peygamberlik damarıdır.” (Mesnevî, 5/4026)
* * *
Hazret-i Pîr’in:
“Beden atının üzerinde titreyip durma, in; böylece ondan daha yörük bir yaya kesilirsin. Çünkü Allah, beden atına binmeyene kanatlar ihsan eder. «Aşk nedir?» diyorlar; De ki, dileği, isteği, yapıp yapmamak arzusunu terk etmektir, aşk... İhtiyârını terk etmeyende hayır yoktur.” (Mevlânâ, Dîvân-ı Kebir, c. 2, s. 329) diye ifade ettiği mânâyı Üstâdımız:
“Allah’la dost olmak için nefsin hevâ ve hevesini bırakmak gerek” diye hülâsâ ediyor.
* * *
“Hevâyı kendine vezir yapma!” diyor Hazret-i Mevlânâ ve çok dikkat çekici bir îkazda bulunuyor: “Yoksa temiz rûhun, namazdan uzaklaşır.” (Mesnevî, 4/1258)
Tıpkı, “Git hevâ ve hevesi bırak da burnuna bir koku gelsin. O hoş koku, seni arasın bulsun. Hevâ ve hevese uymaktan burnun harap olmuş. Bu sebeple misk ve amber kokusu çirkin geliyor beynine!..” dediği gibi... (Mesnevî, 5/905-906)
“Güzel koku ve namaz” buyuran Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevki, elbette nefse ait bir zevk değildi. İşte Hazret-i Pîr de ispat ediyor ki, nefsine tâbî olanın namaz ve güzel kokudan nasibi azalıp gidiyor.
“Çünkü bu hevâ, hırsla doludur. Hâdiselere anlık ve sathî bakar. Geçici ve âcil olanı tercih eder. Oysa akıl, nurânî akıl, Din Günü’nü, âhireti düşünür. İki gözünü de işin neticesine dikmiştir.” (Mesnevî, 4/1260-62)
Nefsin ise, iki gözü de kördür hakikat karşısında...
Peki, çözüm ne ve nasıl olacak? İnsan, nefsinin hevâ ve hevesinden nasıl kurtulacak?
* * *
“Sen körcesine yapış Allâh’ın ipine. Hakk’ın istediklerinden ve istemediklerinden başka hiçbir şeye sarılma!.. Nedir Allâh’ın ipi; kendi isteklerini terk etmek...” (Mesnevî, 6/3490-94)
“Evveline evvel olmayan ipe ulaşın, sarılın Allâh’ın ipine. Yusuf gibi Mısır azizi olun, çıkın zindandan ve kuyudan...” (Dîvân-ı Kebîr, 2338. gazel; terc. 6/2940-41. beyitler)
* * *
Hazret-i Mevlânâ’nın “Ey en son gelen ilk, ey meyvelerin sonu olan ilk meyve, ey Hakk’ın sağlam ipine uzanmış, ona yapışmış olan” diye tavsif ettiği Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyuruyor:
“Ben sizin aranıza iki halife bırakıyorum. Gökle yer arasına uzatılmış bir ip olan Allâh’ın Kitabı ve Ehl-i Beytim... Bu ikisi, (Kevser) havuz(unun) kenarında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmaz.” (Bkz: Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 36)
Kur’ân-ı Kerîm; Allâh’ın emirleri, istekleri ve yasakları, istemedikleri... Ehl-i Beyt ise, canlı Kur’ân olmaları bakımından Efendimiz’in vârisleri, Allâh’ın emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmayan Hak dostlarıdır.
* * *
“Eğer aklın varsa, başka bir akılla dost olup görüş alışverişinde bulun ki, akıl sayesinde bir çok belâdan kurtulur, göklerin doruğuna ayak basarsın.” (Mesnevî, 4/1263. beyit)
Aklın olması için, nefsin belirgin hevâ ve hevesleri terk edilecek. Böylece akıl, özgür kalacak, hâkim ve muktedir olacak... Sonrası, yani belirgin olmayan hevâ ve hevesten kurtuluş ve Allâh’ın rızâsında mesafe kat etmek için başka bir akla, fakat bizden daha kâmil bir akla başvuracağız, istişâre edeceğiz.
Başlıca altı vasıf gerekiyor, nefsin o dört vasfının yerine ikâme etmek ve aklı özgür kılmak üzere; kâmil bir akıl sahibi de kişiyi aklının durumuna göre terbiye eder çünkü... Bu vasıflar şunlar:
- Cömertlik; başkasının mutluluğunu, kendinden vererek sağlamak.
- Sadâkat; kendi istek ve hayallerine karşılık Hakk’ın isteğini ve emrini tercih etmek.
- Neş’e; mâsivâya dâir her çeşit korkuyu yok eden keyif hâli.
- Nezâket; başkalarının ihtiyaç, sıkıntı ve hâlini anlamak.
- Emniyet; ittibâ ettiği Allâh’a ve O’nun dînine güvenmek... Allâh’ı ve dînini tanımaktan doğan tabiî duygu. Zorlama ve kurgu değil.
-Güçlü olmak; bir hayra eriştiğinde şükür ve şer karşısında sabır... Bir sâlih amel işlediğinde Allah’tan bilmek, bir günah işlediğinde kendi kusurunu görmek kudreti...
* * *
Bu altı vasfın gerçekleşmesi için de sağlam bir dostluk gerekiyor. “Bu hoşuna gitti (gördüğüm kadarıyla)” diyor Hazret-i Mevlânâ, “Sen bir de İnsan Sûresi’ndeki gülüşleri gör.”
Sûreye onun gözlüğü ile bakınca görüyoruz ki, nefsâniyeti terk edip Allâh’ı tercih edenler için pek çok müjde var. O manzarada öyle bir mü’minlik coşkusu ve öyle bir idrak acısı var ki, insan gülsün mü, ağlasın mı bilemiyor. Bu neticeye binâen Hazret-i Pîr’in;
“Ey ebrâr meclisinde mest olan can, heva ve hevesine esir olanın ağlayışına acı acı gül”[1] deyişi vücut bulup âyinedarlık ediyor.
* * *
“Ey benim emrimin tadını alan, emrim uğruna can veren!”[2] hitâbı yankılanıyor kalplerde.
[1] Dîvân-ı Kebîr, 2044. gazel; terc. c. 2, s. 423.
[2] Mesnevî, 5/4035.
YORUMLAR