Mesnevî Bahçesinden

Hazret-i Musa ve Firavun

Cenâb-ı Hak, Şems Sûresi’nde yedi yeminle insanın iç âlemine “fücûr” ve “takvâ”nın ilhâm edildiğini; içindeki fücûru bertaraf edip takvâya ulaşanların kurtuluşa ereceğini; aksine o nefsânî, süflî arzularına râm olanların ve iç âlemlerini günahlarla karartanların da ziyâna uğrayacağını haber vermiştir.

Bu zâviyeden nazar edilince insan gönlü iki yönlüdür. Zîrâ onda hayır ve şer gibi iki zıt temâyül dâimâ bir arada bulunup bunlar birbirlerini bertaraf etmek üzere mücadele hâlindedirler. Hazret-i Mevlânâ, insanın iç dünyasındaki bu keşmekeşi şu mısrâlarıyla dile getirir:

“İnsanın iç dünyası bir ormana benzer. Orada en vahşî ve yırtıcısından, en mûnis ve sevimlisine kadar bütün hayvanlar sergilenmektedir. “Rûhumdan ona üfürdüm.” âyetinden haberin varsa, bu ilâhî nefesten feyz alıyorsan, insanın bu karışık ve acâyip iç âlemine nazar et!

İnsan varlığında binlerce kurt, sayısız domuz; temiz, pis, güzel, çirkin, sevimli, sıcak ve soğuk binlerce huy vardır.

İnsan varlığında hangi huy gâlipse, şahsiyet ona göre teşekkül eder. Bir mâ­den karışımında da altın bakırdan fazla ise o karışım artık altın sayılır.

Senin varlığında hangi huy hâkim ise, o huy sahibi hayvanın şeklinde haşr edilirsin. Zîrâ duyguların, mahluklarla beraberlik hâlindedir.

İnsanda an olur kurtluk zuhûr eder. Bir an olur melekleşir, sanki ay gibi Yûsuf yüzlü bir güzel olur.

Hayırlar da, şerler de gizli bir yoldan, gönüllerden gönüllere sirâyet eder.

Azgın serkeş at, rahvan yürümeye başlar. Ayı oyun oynar, keçi selâm verir.

İnsanlardan köpeğe bir hissiyat akseder de, bunun neticesinde, o duygu ve terbiye ile köpek ya av avlar yâ­hut çoban olur koyun güder, bekçilik eder. İnsana âmâde olur.

«Ashab-ı kehf»in köpeğine o sâlih gençlerden öyle bir huy geçti ki, sonunda yürüdü gitti, Allâh’ı arar oldu da Kur’ânî bir ifâde kazandı.

İnsanın gönlünde zaman zaman değişik temâyüller baş gösterir. Rûhâniyet onu âdetâ melekleştirirken buna mukâbil nefsâniyetin girdâbına dûçâr olan kişi şeytan kesilir, canavarlaşır. Hak tanımaz olur.

Mânâ arslanlarının, yani velîlerin, çok iyi bildikleri o hakîkatler ormanın­dan gönüller tuzağına giden gizli bir yol vardır. Velîler ise, o tuzakları tanır ve bertaraf ederek gönülleri nefsin şer ve endişelerinden kurtarır ve Hakk’a vâsıl ederler.

Ey iç âlemi köpekten de aşağı olan kişi! Durumundan ümitsizliğe kapılma, ha­kîkatler ormanında sen de mânevî zevkler almak istiyorsan, gönül yo­luna gir de âriflerin can mercanından, yâni onların irfân incilerinden bir miktar nasiplen.

Mâdemki hayırsızsın, bâri o değerli inciden nasiplen de, taşıyacaksan öyle mübârek bir yükü taşı.”

Bu beyitlerde de dile getirildiği gibi insan âdetâ kâinâtın küçültülmüş bir modeli gibidir. Dış âlemde var olan bütün hakîkatlerden insanın iç âleminde bir tecellî dâimâ mevcuttur. Nasıl ki, bir tohumda ondan meydana gelecek ağaçlar ve ormanların bütün husûsiyetleri saklı ise, insanda da kâinâttaki bütün hakîkatlerin öz itibâriyle meknûz olduğu söylenebilir. Kur’ân ise insan ve kâinâtın temel kanun ve kâidelerinin en mükemmel ve en doğru tercümânıdır. Kıymetinin değeri, târiflere sığmayacak kadar ulvî ve büyük bir nimettir. Kur’ânlaşan mümin yürekler ise, kâinâtın Hâlık’ının tecellî mekânıdır.

Tarihin sayfalarındaki nice Hak dostlarının ve bunun zıttı olan hakîkat mahrumlarının vasıfları aslında iç âlemimizde hâlen yaşamakta ve birbiriyle mücadele etmektedir. Bu mücâdelede galip gelen taraf ise insanın hâl ve davranışlarına hâkim olmaktadır. Hazret-i Mevlânâ bu husûsu Mûsâ ve Firavun misaliyle gözümüzde şöyle canlandırır:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar!”

Aynı hususta Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri de şöyle buyurmaktadır:

“Benim rûhum, Mûsâ; aklım ise, Hârun’­dur. Nefsim Firavun ve nefsimin hevâ ve hevesi, Firavun’un veziri olan Hâmân’dır.”

{

Madem insanın iç âleminde hem Hazret-i Mûsâ ve hem de Firavun bulunmaktadır;  o hâlde kendimizi tanımak için tarihte sâbit olmuş hakikatleri ile hayrın ve şerrin bu iki temsilcisini hatırlamak faydalı olacaktır.

Mâlum olduğu üzere Firavun, yoğun nefsâniyetinin esîri olarak kendisini ilâh ilan etmiş ve hâkimiyetini zulümle tesis etmişti. Gördüğü bir rüya üzerine tahtının yıkılmasından korkarak İsrailoğulları’nın doğan bütün erkek çocuklarının katledilmesini emretmişti. Bu, çok ağır bir zulüm ve kıyıma dönüşmüştür. Muhyiddîn İbn-i Arabî -kuddise sirruh- Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde bu durumu şöyle anlatır:

“Firavun, zuhûr edecek olan Hazret-i Mûsâ’yı imhâ için 980.000 mâsumu katletmiştir. Bu çocukların hepsi, Hazret-i Mûsâ’ya hayâtında imdâd olmak, onun rûhâniyetini güçlendirmek için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve Firavun âilesi, Mûsâ’yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette bunların her birinin alınan hayâtı, Mûsâ’ya âit olacaktı. Zîrâ gâye o idi.”

Firavun yeni doğan masumları katlederken, yani zulmünün zirvesindeyken Hak Teâlâ, yanı başında, kendi sarayında nazlı bir fidan büyütmekteydi: Hazret-i Mûsâ!..

Hazret-i Mûsâ küçüklüğünden îtibâren Firavun’un sarayında, Allâh’ın sıyâneti altında yetişti. Hazret-i Mûsâ büyüyüp gençlik yıllarına geldiğinde, İsrailoğulları’ndan bir sıbtîyi, Firavun’un fırıncısı ve zâlim biri olan bir kıbtînin elinden kurtarmak isterken yanlışlıkla kıbtînin ölümüne sebep oldu. Bunun üzerine korkarak Mısır’ı terk etti. Bu kaçışı esnâsında Medyen’e gelen Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Şuayb’la karşılaştı. Ona mehir olarak sekiz sene hizmet mukâbilinde kızlarından biriyle evlendi. Daha sonra tekrar Mısır’a dönmek için yola çıkan Hazret-i Mûsâ’ya, mukaddes Tuvâ vâdisinde peygamberlik verildi. Ve burada kendisine Firavun’u îmânâ davet etmesi emredildi.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Hazret-i Mûsâ’nın Firavun’u îmâna davet etmesi anlatılırken, takib etmesi gereken teblîğ metodu da Allâh Teâlâ tarafından açıklanmış ve tebliğde “kavl-i leyyin” (yumuşak, tatlı bir ifâde) kullanılması gerektiği ifâde edilmiş ve Allâh’ı zikretmekten de geri kalmamaları, bu âyetle emredilmiştir:

“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi (mûcizelerimi) götürün. Zikrimden de uzak kalmayın!” (Tâhâ, 42)

Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’a peygamber oldukları hâlde kendisini zikretmelerini emrettiğine göre bu ilâhî emrin, bizler için ne kadar ehemmiyet arz ettiği âşikârdır.

Kalbî eğitim, her mü’min için zarûrîdir. Îman cevherinin merkezi kalb olduğu gibi, zikir cevherinin merkezi de kalbdir. Zikir kalbde mekân bulduğu zaman hakîkî huzur hâline kavuşulur.

Bundan sonra Hazret-i Mûsâ, kardeşi Hârun -aleyhisselâm- ile Firavun’un sarayına gitmiş ve onu îmâna davet etmiştir. Aralarında geçen konuşmayı ise Hazret-i Mevlânâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ferâsetteki derinliğini, buna mukâbil Firavun’un ise nefsânî bir hayatın içinde nasıl ahmaklaştığını beşerî idraklerin anlayabileceği bir şekilde şöyle müşahhaslaştırarak sergilemektedir:

“Hazret-i Mûsâ Firavun’u Hakk’a dâvet ederken tevâzû ve mahviyet göstermişti. Zîrâ Cenâb-ı Hak Hazret-i Mûsâ’ya, Firavun’a teblîğde bulunmasını bunu da leyyin, yani yumuşak bir lisân kullanarak yapmasını istemişti. Firavun ona; “Kimsin, kimin nesisin, eski adın ne?” diye sorun­ca Hazret-i Mûsâ:

“Ben Allâh’ın elçisiyim; in­sanı sapıklıktan kurtarırım! Aslım balçıktandır. Topraktan yaratılan şu bedenimin dönüp varacağı yer de topraktır! Lâkin Allâh balçığa can verdi, gönül ihsân etti! Asıl adım da; ‘Allâh’ın âciz kulu Mûsâ’dır! Allâh’ın bir kulunun oğluyum!” dedi.

Firavun bu sefer: “Sen ‘Firavun’un kulusun, çünkü senin bedenin, Firavun’un nimetleri ile beslendi, gelişti. Şimdi ise sen, hak tanımaz bir kul, beni inkâr ettiğin için bir nankör ve kâfir oldun.” dedi. Cevâben Hazret-i Mûsâ:

“Hâşâ! Allâh birdir. O’nun şerîki yoktur. Kulların O’ndan başka sahibi olamaz. Helâk olacak bir kişiden başkası O’nunla ortaklık dâvâsına girişmez! Zîrâ tevhid inancının kalbde ortaklığa tahammülü yoktur!

Ey Firavun! Senin, benim kaşımı ve bir sineğin kanadını bile yapmaya gücün yetmez; nasıl olur da beni yarattığını söyleyebilirsin? Sen çok gaddar birisin! Çünkü, Allâh’a şirk koşuyor­sun! Eğer ben yanlışlıkla bir kıptîyi öldürdüysem, onu nefsim için öldürmedim! Ben ona bir yumruk vurdum. Zaten kendisinde ilâhî bir rûh bulunmayan, hakîkat mahrûmu, canlı bir cenâze olan o zavallı kişi de can verdi.” dedi.

Firavun: “Hiç şüphe yok ki, benim sende hakkım var. Lâkin hak bu mudur ki, beni halkın önünde horlayasın, benim ilahlığıma karşı çıkasın, gönlümün aydınlık gününü kara bir güne çeviresin?” deyince Hazret-i Mûsâ buna cevâben:

“Îmâna gelerek, hayrı işleyip şerri terk etmekte beni dinlemezsen, kıyâmetteki hâlin bundan çok daha beter olacaktır!

Görünüşte ben, senin ilâhlık dâvânı baltalıyorum ama; aslında senin gibi bir küfür dikenini gül bahçesi hâline getirmeye çalışıyorum.” dedi.

Firavun: “Hakîkaten usta bir sihirbazsın. Gönlü bana bir olan Mısır halkını sen, ikiye ayırdın!” deyince Hazret-i Mûsâ:

“Büyücülüğün temelinde gaflet ve küfür varken, ben ise ilâhî vahyin içindeyim.  Rûhum din meş’alesidir! Mesih bile nefesime gıbta eder! Kitaplar bile benim rûhumdan nûr alır!

Sen, ancak zann içerisindesin! Rabbimin beni, sana göndermesi de, her şeyden haberi olan bir gönderenin bulunduğuna delil değil midir? Hem benim mûcizem, küfür yarasını iyileştirmek için en uygun ilaçtır!

Sen bundan önce birtakım rüyalar görmüştün. Elime asâyı alacağımı, elimden nûrlar görüneceğini ve senin o küstah boynuzunu kıracağımı bilmiştin! Rüyanı anlattığın hakîm ve yıldız bilginleri, gerçeği anladılar fakat hakîkati sen anlayıp da idrâk edemedin!

Halkı idâre edenin Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanması gerek! Hâlbuki sen, gönlünü şeytan evi hâline sokmuşsun; ihtirâsını kendine kıble edinmişsin!”

“Dünyâda sadece nefsinin kölesi olarak bedenleri ile yaşamakta olan sizler ve avaneleriniz, dâimâ rûhanî hayat yaşayanların din ve îmân kalelerine saldırırsınız! Ey kötü huylu Firavun, ey îmânsız kişi! Gayb gâzileri olan mü’minler hilmleri, yumu­şak tabiatları yüzünden sana hücûm etmediler!

Sen; Allâh’ın nesillerin üremesi için açtığı yolu, yâni ana rahmini nasıl kapatabilirsin? Binlerce mâsumun cellatlığını yaptın. Zâlimlerin en bedbahtı oldun. Sen, güyâ gayb âleminin geçitlerini kapattın, lâkin sana körlük vermek için yine de bir yiğit er çıktı! İşte o çıkan yiğit benim; senin dileğini kırıp dökeceğim, senin adını, şânını yok edeceğim!

Ey düşman adam! Bilmiş ol ki, her şeyden haberi olan bir kud­ret sâhibi var; O, her şeye lâyık olanı verir! Ne vakit gökyüzüne, yâni Allâh’a iyi bir amel gönderdin de arkasın­dan O’nun gibi bir iyilik görmedin?

Belâlar sana, aptallığından ve ahmaklığından ötürü gelir çatar. Kötülükten gönlün kararır ve bulanırsa, onun bir azap başlangıcı olduğunu anla! İşlediğin şirk, zulüm ve günahlardan tövbe ve istiğfar et! Eğer günah cezasının oku sana değmediyse, Allâh’ın lutuf ve keremi ile müsamaha buyurmasındandır!” dedi.

Hazret-i Mûsâ Firavun’a devamla dedi ki:

“Benden bir öğüt duy ve öğüt gereğince hareket et de, karşılığında dört fazîlet, dört iyi huy sâhibi ol!”

Firavun sordu:

“Ey Mûsâ; o öğütler nelerdir, bu inanca karşılık bana vereceğin nedir, söyle de o güzel vaadin yüzünden kâfirliğimin çarmıhı gevşesin!”

Hazret-i Mûsâ cevap verdi:

“O öğüt şudur: «Allâh’tan başka mâbud yok­tur!» diye açık olarak Hakk’ın birliğini kabul et! O tek olan, O eşsiz olan Allâh, göklerin, göklerdeki yıldızların, yeryü­zünde insanların, şeytanların, perilerin, cinlerin, kuşların yaratıcısıdır! Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı da O’dur; mülkünün sınırı, Zâtının benzeri yoktur!

Bu inanca karşılık olarak alacağın dört fazîlet ve lutuf ise şunlardır:

Birincisi; bedenin dâimî bir sağlık ve âfiyet, yani feyz ve rûhâniyet içinde olur!

İkincisi; öyle bir uzun ömür elde edersin ki, ecel bile senin ömrünün uzunluğundan çekinir, sana yaklaşamaz! Ölümü, sen, beden evinin harâbesinde bir define gördüğün için istersin! Yani ilâhî aşka nâil olup, O Rabbe yani “Hüsn-ü Mutlak”a kavuşmak istersin. Çünkü bedeninin yüzlerce mânâ harmanına engel olduğunu açık­ça anlarsın!

O ebedî nîmete ulaşmak için o be­den tanesini yakarsın. Böylece Allâh adamlarının yaptıkları işe uyarsın; bedenden kurtulursun. Ebedî olarak diri kalırsın. Cesedin toprak olduktan sonra da ömrün devâm eder!

Üçüncüsü; dünyada ve âhirette teslîmiyetin emniyeti içinde yaşarsın!

O kerem sâhibi Allâh, senin cefâna karşı, bunları ihsân etti; vefâlı olunca, seni nasıl görüp gözeteceğini artık sen hesab et!

Dördüncüsü; mânen genç kaldığın gibi saçların da mânen katran gibi simsiyah durur, yüzün ise nûrdan erguvan gibi pespembe kalır. Gönlün de O’nun zikri ile dâimâ huzur hâlinde bulunur.”

Îmâna gelmesi hâlinde elde edeceği ilâhî ikramları duyan Firavun dedi ki:

“Yâ Mûsâ; müsaade et, ben bunları iyi bir dosta danışayım!”

Firavun, Hazret-i Mûsâ’nın sözlerini karısı Asiye’ye açtı. Asiye de;

“Ey gön­lü kararmış kişi; bu vaadleri canla başla kabul et! Ne mutlu sana; güneş, senin başına taç olu­yor!

Hiç bilmiyor musun ki bu sözler ne vaaddir, ne lutuftur; Allâh’ın şey­tanı affetmesi, onu gözetmesi gibi bir şeydir! O kerem sâhibi Allâh seni öyle bir lutfa çağırdı ki, şaşılacak şey?! Hayret doğrusu, nasıl oldu da neşenden yüreğin erimedi?!” dedi.

“Gaflet sebebi ile bu kör oluşunda da bir hikmet var! Ama bu ne vakte kadar sürecek? Onulmaz bir illet hâline gelecek kadar aşırı bir gaflet, rûha, akla zehir olacak kadar da olmamalı!

Bir dâneye karşılık yüzlerce bahçe, bir altına karşılık sana yüzlerce altın madeni veriliyor!

«Kim Allâh’ın dostu olursa, Allâh da onun dostu olur!» hadîsindeki «kim Allâh’ın olursa» o tohumu vermek, «Allâh da onun olur» ise karşılığını almak­tır!”

Çünkü fânî bir varlık kendisini bâkî bir varlığa teslim edince, o da bâkî ve ölümsüz olur!

Rüzgâr ve topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helâk olan katre; aslı olan denize sıçrayabilse, güneşin hararetinden de kurtulur, toprağın kendisini emmesinden de. O katrenin görünen varlığı deniz içinde erir ama, zâtı ve hakîkati da­imî bir şekilde denizin bir parçası olarak ebediyyet kazanır!

Bu alışveriş; aşağılık, süflî bir mahlûkun yedinci kat göğe çıkması gi­bidir; bu lutuf içinde lutuftur! Hattâ bu lutuf ile, lutuf bile kaybolur gi­der!”

Asiye’nin bu teşvikleri üzerine Firavun dedi ki: “Bunu Hâmân ile de konuşayım, ondan da bir akıl alayım. Çünkü pâdişahın, vezirlerin reyini de alması gerek!”

Hâmân, Firavun’un cinsinden ve cibilliyetinden idi. Firavun Hâmân’ı yalnız görünce, Hazret-i Mûsâ’nın kendisine söylediklerini bir bir anlattı.

Rahmetten uzaklaştırılmış Hak mahrûmu Hâmân, Firavun’un anlattıklarını duyunca feryat etti, ağladı; külahını, sarığını yerlere vurdu.

“Ey pek büyük pâdişah; şimdiye kadar herkesin mâbudu idin, herkes sana secde ediyordu. Bundan sonra kulların en değersizi, en hakîri mi olacaksın?

Bir hükümdar, tutsun da bir kulunun kölesi olsun. Yeryüzü gökyüzü olacak, gökyüzü de yerlere döşenecek; şimdiye kadar böyle bir şey olmamıştır; şimdiden sonra da olma­sın ve görülmesin!” diyordu.

Devlet ve mutluluk lokması Firavun’un ağzına kadar gelmiş iken, Haman bu kötü ve sapık sözleri ile Firavun’un îmân ve hakîkat yolunun önünü kesti. Böylece Firavun’u imâna gelmekten mahrum bıraktı. Hiçbir pâdişahın böyle bir menfûr veziri olmasın.

Hazret-i Mûsâ; “Ben, lutuflar ettim, cömertlikte bulundum, fakat Allâh sana bunları nasib etmemiş!” dedi.

Halkın verdiği pâdişahlığı halk, borç para gibi yine senden geri alır! Ey ahmak! İğreti ve fânî pâdişahlığı mülkün sâhibine, yani Allâh’a ver ki, O, sana gerçek pâdişahlık ihsân etsin! Seni kendine bir dost ve sırdaş edinsin!

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle