Sırr-ı gayb ân râ sezed âmuhten K'u zi goften leb tevâned dûhten “Gayb sırlarının öğretilmesi için kişinin önce konuşmaktan kendini alabilen, sırları gizlemeye güç yetirebilen biri olması gerekir.” (Mesnevî, III/3386)
Çünkü zâhirî şarap, az bir neşeden ibaret olmasına rağmen, insan var ki, sürahi sürahi içip dev küpler gibi, susuz dudaklarıyla, hiç değişmeden, durduğu yerde durur, sarhoş olmaz. İnsan da var ki, köpük gibi azıcık şarap içmekle rahatsız bir sarhoş olur, kımıldasa çatlar, kımıldamasa patlar. Böyle içi boş adamlara, meyhaneci kâfirler* bile çokça içki vermezken, hakikat meyhânesinin sâkîleri, anlayışı az olanlara kaldırabileceğinden fazla gayb emaneti verirler mi hiç?!
* “Meyhaneci kâfirler” ifadesini, Şeyh Galib’in yaşadığı dönem itibariyle değerlendirmek gerekir. Osmanlı mülkünde meyhaneleri, sadece müslüman olmayanlar işletebilirmiş.
Mesnevî Adası 12
YÜZ DİLLİ SUSKUN
Gûş-ı ânkes nûşed esrâr-ı celâl
K'u çu sûsen sad zebân uftâd
“Zambak gibi yüz dilli olduğu hâlde dilsiz olan kişinin kulağı, celâl sırlarını içer.” (Mesnevî, III/21)
İçer kelimesinde gizli bir benzetme vardır; işitme duyusu, idrâke benzetilmiş ve çağrışım yoluyla içer denilmiştir.
Ya da tamamen gerçektir, gerçeğin tamamına ulaşan Allah erlerinin mertebesine işaret olabilir. Onların duyuları değişmiş ve:
“-Bakan her dil, konuşmak, anlamak, duymak ve tutmak için elin kulağıdır. Gözüm yalvarır, dilim benim adıma görür, kulak ve el onu dinler.” nağmesiyle, nağmeden anlar hâle gelmişlerdir.
Hem zambak gibi yüz dilli, hem de dilsizdirler. Zambak çiçeğinin yaprakları kılıç gibi olduğu için bazen hançere, bazen dile benzetilir. O kadar dili olduğu hâlde dilsiz ve suskundur. Aynen öyle, niyetini ifade ederken bir mânâyı çeşitli yollarla isbata kâdir ve incelikleri de anladığı hâlde sükûta sarılıp ayrılmazsa, sırları almaya layık olur. Yoksa bilmeden söyler yahut hiç söyleyemez. Konuşmaya gücü yok ki söylesin. Bu da bilmeden söyleyenden daha hoştur. Ama sırları öğretirken, öyle güzel konuşan kişinin sükûtunu daha çok beğenirler.
Rivâyet edilir ki, bir derviş, şeyhinden ism-i âzamı öğrenmek arzusuna düşmüş. Şeyh onun kabiliyetsizliğini bildiği için, irşâd etmek üzere yanına alıp şehri gezmeye götürmüş. Yolda yaşlı bir adama rastlamışlar. Arkasında bir yük odun varmış. Ansızın edepsiz bir sarhoş, yaşlı adamın elinden odunları zorla almış. Yaşlı adam yalvardıkça odunları bir bir başına vurup onu yaralamış.
Şeyh, dervişe sormuş:
“-Şimdi ism-i âzamı bilsen ne yapardın?”
Derviş gönlünden geçeni söylemiş:
“-Şu zâlimin kahrı için okurdum!..”
Bunun üzerine şeyh:
“-Ben ism-i âzamı bu ihtiyar zâttan aldım.” buyurmuş.
İşte sırları böylelerine öğretirler.
YORUMLAR