16 Temmuz 1999 tarihinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eden merhum Mûsâ Topbaş Efendi’nin vefatının sene-i devriyesi… Bu vesileyle onu kendi dilinden sohbetleriyle yâd edelim istedik.
Mârifetullah İlminde Terakkî
Mârifetullah ilminde terakkî, gönül âleminin parlaklığına, temizliğine bağlıdır. Hak yolu yolcusunda dört haslet olursa, sünûhât-ı Rabbânî gönül âlemine bütün bereketi ve rahmeti ile nüzûl eder. Onlar da şunlardır:
-Kuvvetli ihlâs sahibi olmak,
-Samimi istikamet ehli olmak,
-Gayretli, sebatkâr olmak,
-Tam teslim olmak.
Tasavvuf ehli, güzel ahlâk, sehâvet, merhamet, nezâket, tevâzû gibi güzel sıfatlarla muttasıftırlar. Herkesle geçimli olup basîret ve teennî ile ileriyi görürler, her hatt-ı hareketleri Kur’ân-ı Kerîm ahkâmına ve sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâk, âdâb ve ef’âline uygundur.
Bunlar, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ni ve Habîb-i Edîb’ini canlarından, mal, mülk ve evlâtlarından daha fazla severler. Eğer bunlara sevgi, muhabbet kâsesinden içirilmemiş olsa idi, bu yüce bilgi ve makama ulaşamazlardı.
Sözün kısası, mârifetullah tâlipleri, aradıkları gönül hoşluğunu ancak tasavvuf yolu ile elde edebilirler. İstifade edebilmek için niyetlerin hâlis olması ve gayretlerin de Allah rızâsı için olması lâzımdır.
İnsan; ancak seyr ü sülûk yoluyla ihlâsı, gayreti ölçüsünde kemâle erer ve o zaman Kur’ân ahkâmını lâyıkı vechile yerine getirebilir. Çünkü nefsi ölmüştür. Hak ile var olmuştur. Dînî bilgisi, görgüsü tamdır. Edeb ve hayâ sahibidir. İçinde şüphe, vesvese, kuruntu diye bir şey kalmamıştır. Her an Rabbısını anar olduğu için gâfil değildir. Îkânı, ihlâsı, istikâmeti kuvvet bulmuştur. Buna rağmen namazı, niyazı, ibadeti, istiğfarı boldur; her meziyet üzerinde toplandığı için Allah dostu olmuştur.
Bu zümre, Kur’ân-ı Kerîm’in ahlâk, âdâb ve emirlerinden zerre kadar inhiraf etmekten (sapmaktan) son derece korkarlar. En ince hususları seve seve büyük bir neşe içinde îfâ ederler. İslâm yolunun tam tatbikçileridir. Çünkü nefisleriyle mücâdele etmesini bilirler.
Bazı kimselerin şeyhleri hakkında aşırı sevgileri dolayısıyla mübalağalı konuşmalarını vesîle ittihaz edip de mânevî seyr ü sülûk yoluna ileri geri, yersiz, lüzumsuz sözler sarf etmek çok mânâsız ve hüsrânı mûciptir. Çünkü bu Hak yolu, istîdâdı olup da kabul olunan Hak erlerini yetiştirme ve terbiye etme okuludur.
Sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimizin ve ashâb-ı kirâm hazerâtının yoludur. Tarîkat, kasıtlı olarak herkese yanlış anlatıldığı gibi, tembel tembel bir kenarda oturup herkese el açmayı, fertlere, cemiyete yük olmayı değil; çalışmayı, yardımlaşmayı, fertlere, cemiyete hizmeti emreder. Çünkü Allâh’ın rızâsı, çalışmakta ve hizmettedir. Hattâ “Bâr (yük) olma, yâr ol!” sözü sık sık tekrarlanır.
Mürşidler
Mürşidler, kemâl ve fazîlet ehlidirler. Ahlâkları çok güzel olup merhamet, şefkat, sehâvet, tevâzû, iffet, istikamet, basîret ve daha birçok güzel huylarla muttasıftırlar. Seyr ü sülûklarını ikmal etmişlerdir.
Her sülûkunu bitiren irşad makamına oturamaz. İrşad makamı, ancak Allah Teâlâ’nın izzetlediği talihli kullara nasip olur. Daha ince düşünülürse, seyr ü sülûk tamam oldu diye düşünülemez. Çünkü kulluğun ve derece almanın nihayeti yoktur. “İşim tamam oldu…” diyenler, yarıda, yolda kalmışlar; kendi noksanlarını görenler yol almışlardır.
Mürşid-i kâmiller, ârif-i billâh olanlar, halka karşı yaptıkları hizmetten dolayı en ufak bir talepte bulunmaz. Hattâ Allah Teâlâ’ya yaptıkları kulluğa karşı da en ufak bir karşılık beklemezler. Karşılık beklemenin, kulun Cenâb-ı Hak indindeki derecesinin düşmesine sebep olacağını bilirler.
Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkı vechile bilemeyen, korkmadan dâimî mâsiyet işleyen kimsenin ne kadar zâhirî bilgisi olursa olsun, ona âlim demek muvâfık olmaz. Çünkü bilmiş olsa idi, mâsiyete cür’et etmez, kendisini Allâh’ın emirleri yolunda, kemâle erdirmeye gayret ederdi.
Bir insan ne kadar zâhirî ilme sahip olursa olsun, kalbinde Allah sevgisi ve Allah korkusu kuvvet bulmamış ise, nefsinin yardımıyla yapamayacağı kötülük yoktur.
En büyük düşman olan enâniyet, ancak mürşîde teslimiyetle bertaraf olur.
Nice benlik sahipleri, mürşidlerine teslîmiyetleri nisbetinde Cenâb-ı Hakk’ın izniyle iç âlemleri tasfiye ve tezkiye olmuş, rahata ve huzura kavuşmuşlardır.
Nice ibâdetleri çok olan sâlikler vardır ki, teslîmiyetsizlikleri ve o yaptıklarına güvenmeleri dolayısıyla mâneviyattan lâyıkı vechile nasip alamamışlar, işi lâf gürültüsüne boğarak kalıp ve şekil âleminde kalmışlardır. Bu noksanlıkları dolayısıyla bir arpa boyu yol alamamışlardır. Bu bakımdan, “Eğer sen senliğinle, yani benlik ve tekebbür ile Hak yoluna girer isen kork! Eğer sen benliğinden sıyrılarak büyük bir yokluk ve tevâzû üzere Hak yoluna ayak bastı isen korkma!” buyrulmuştur.
Kalbin Gıdası
Kalbin gıdası, Mevlâ’nın muhabbet ve mârifetine ulaşmaktır. Zîrâ kalb tabiatının gereği, kendi tasarruf sahibini bulmak ve O’na candan meyil ve muhabbet eylemek ister.
Kalbin helâki ise, Mevlâ’dan gâfil olması, mâsivâya meyletmesi ve nefsin hevâsına uyup dünya endişesinin derin deryasına dalmasıdır.
Bedenin dünyada üç şeye ihtiyacı vardır. Yemek, giymek, barınacak yer bulmak. Bedenin bu üç hakkını ve bunların gerektirdiği şeyleri îtidal üzere ve yetecek kadar bedene vermek lâzımdır. Ta ki, beden korunmuş olsun. Açlık veya mide dolgunluğu ile soğuk veya sıcakta ve diğer işlerinde ifrat ve tefride kaçarak helâk olmasın ve sıhhatte kalsın ve kalp onunla birlikte kemâl kazanabilsin.
Onun için irfan isteklisi kişi, çeşitli yemek ve lezzetlerden kaçınır, renk renk elbiseler giymekten, süslenmekten yüz çevirir ve dâimâ kalbini kötü ahlâktan, havâtırdan temiz tutmaya çalışıp güzel ahlâk ile süslenme yoluna gider. Kalbin gıdası olan muhabbet ve mârifetten rızkını alıp canı hayat bulur. Zîrâ bedenin gıdası kendi haddinden fazla olursa, onu helâk eder. Kalbin gıdası da ne kadar fazla olursa çok daha güzel, çok daha faydalıdır. Çünkü Allah Teâlâ bütün kâinâtı insan için ve insanı da kendisini bilmesi ve sevmesi için yaratmıştır.
Öyleyse kim nefsini bilmekle Yaratıcısı’nı bilir ve varlığını, O’nun muhabbeti yoluna harcarsa, şüphesiz o ömrünün tamamını yaratılış gayesi uğruna sarf etmiş ve Allah katında tükenmez bir nîmete nâil olmuştur. O seçkinlerin de seçkini olup doğruluk otağına yerleşmiştir.
Asıl Kerâmet
Şunu iyi bilmelidir ki, asıl kerâmet Hak -celle ve alâ- Hazretleri’ne garazsız, ivazsız, hiç karşılık beklemeden, tam bir ihlâs ve teslîmiyet üzere hayatımızın sonuna kadar kulluk vazifemizi îfâ eylemektir.
Hakîkî âşık, mâşukundan ne karşılık bekleyebilir? Onun gayreti, himmeti; ister darlık ister genişlik hâllerinde O’nu memnun etmek olmalıdır.
Yâ Rabbî! Bizleri, kendini, ulûhiyetini onlara bildirdiğin, tanıttığın sâlih, muhlis kimselerle hemdem eylediğin gibi, yine onların güzel hâl ve hareketlerinden nasipdâr eyle! Âmîn.
YORUMLAR